İnsanın çocuğu ile övünmesi kendisiyle övünmesi demektir. somerset maugham
YARIM KALAN ARZULAR
AŞK ATEŞİYLE YANMAYAN KALPLER HAKİKATİ SADECE UZAKTAN İZLER... Hayat hiçbir zaman tam anlamıyla bizim çizdiğimiz planlara uymadı. Umutla atılan adımlar çoğu zaman bilinmezl...
14. Bölüm

14.KENDİ İÇİNDEN DÜŞMEK VARLIĞIN EN SESSİZ İMTİHANIDIR.

20 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Gece, Ayça Butik ’in karşısındaki parkı sessizce içine çekmişti. Sokak lambaları, cılız sarı ışıklarını yere döküyor; loş gölgeler, karanlığın koynunda kayboluyordu. Rüzgâr, ağaçların yapraklarını titrek bir fısıltıya dönüştürmüş, adeta görünmez bir dil ile kente hüzünlü bir sır anlatıyordu. Gökyüzü, kadife bir örtü gibi şehrin üzerine serilmişti; yıldızlar ise ürkek birer şahit gibi parlayıp kayboluyor, varlıklarıyla yoklukları arasında ince bir gizem bırakıyordu… Ömer, başını hafifçe öne eğmiş, ellerini montunun ceplerine gömmüş halde yürüyordu. Her adımıyla kaldırım taşları kısık bir inilti çıkarıyor, bu ses rüzgârın uğultusuyla birleşip şehre esrarengiz bir ahenk katıyordu. Sanki gece, onun içindeki fırtınayı duyuyor ve ona ayak uyduruyordu. Zihninde Emel’in yüzü dalgalanıyordu. Bir gülüş, bir bakış, ansızın belirip yine kayboluyordu. Nereye dönse, karşısına bir suret çıkıyor; bazen masum bir tebessüm, bazen derin bir endişe… Her görüntü, Ömer’in kalbine ayrı bir iz bırakıyor, suskunluğunu daha da ağırlaştırıyordu. İçinde, hangi yöne gideceğini bilemeyen bir yolcunun çaresizliği vardı. Gece, sadece bir karanlık değildi. Karanlık, Ömer’in ruhunu sarıyor; yıldızların titrek ışığı, sanki ona ulaşmadan eriyip yok oluyordu. Ve o park sıradan bir park olmaktan çıkmış, geçmişin gölgelerini ve geleceğin belirsizliğini saklayan sessiz bir sır mekânına dönüşmüştü. Bir banka yaklaşırken durdu. İçinde birden tanımlayamadığı, boğuk bir his belirmişti ne korku ne de merak… İkisi arasında gidip gelen bir yabancılık, kulaklarının derinliklerinde ince bir uğultu… Hava aniden soğumuş, sanki şehir derin bir nefes alıp tutmuştu. Ömer başını kaldırdı. Ayça Butik’in çatısında, gecenin karanlığına karşı belli belirsiz bir siluet, bir insan! Kalbi, göğsünden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Gözlerini kısarak baktı; bir çığlık bekledi, bir hareket, bir yardım sesi. Siluet, taş kesilmiş gibi duruyordu. Ne bir feryat ne bir kıpırtı… Sadece sessizlik. Sessizlik, en gürültülü çığlık gibi kulaklarında patlıyordu. Ömer’in ayakları istemsizce geri kaydı. Sonra içindeki bir dürtüyle birkaç adım ileri attı. Boğazı düğümlendi, yutkundu. Gözlerini ayırmaya cesaret edemeden yürüdü. Sokak boştu, şehir sessizliğiyle adeta kendini unutuşa bırakmıştı. Ömer’in içindeki karanlıkla, binanın ucundaki karanlık birbirine karıştı. O an sanki kendiyle karşı karşıya kalmıştı...
“Düşmek.” diye geçirdi içinden. Vazgeçmek. Bir adım, her şeyi sona erdirebilir mi?”
Parkın esintisi bir an kesildi, yapraklar kıpırdamadan öylece kaldı. Ömer’in gözleri çatının kenarındaki siluete saplanmıştı. Bu kez daha net görüyordu. Bir adam! Elleriyle çatı kenarına tutunmuş, tüm bedeni boşluğa sarkıyordu. Ayakları havada çırpınıyor, yaşam ile ölüm arasında, kıldan ince bir çizgide asılı duruyordu. Ömer’in bedeni refleksle harekete geçti. Bir anda fırladı. Nefesini tutarak koştu, parkın kenarından yola atladı. Taş kaldırımlar ayaklarının altında yankılandı. Karşı kaldırıma geçti, merdivenli dar sokağın taş basamaklarını tırmanmaya başladı. Kalbi göğsünü yırtacak gibi çarpıyor, ayakları kaygan taşlarda sendeleyerek ilerliyor, dizleri çarptığı taşlardan yanıyordu. Ama durmadı, duramazdı. Dudaklarından boğuk, çaresiz bir ses döküldü:
“Dayan… Dayan lütfen…”İçeri adımını atar atmaz merdivenleri ikişer üçer çıktı. Her basamakta nefesi daralıyor, kalbi göğsünde çırpınıyor ama ayakları durmuyordu. Sonunda çatı katının demir kapısına ulaştığında elini uzattı; tuttuğu metal buz gibiydi. Kapı aralıktı. Ve oradaydı…
Yüzü tanıdık bir adam. Yaşam ve düşüş, incecik bir çizgide birbirine dokunuyordu. Ömer koşarak yaklaştı. Ellerinin titrediğini bile fark etmeden adamın bileklerine sarıldı. Teri alnından süzülüyor, kolları titriyordu. Her kasılma, bir hayatın sonuyla kurtuluşu arasındaki teraziyi sallıyordu. Ve işte o anda, tarif edemediği bir ürperti kalbine saplandı. Sanki görünmeyen bir güç vardı. Bir rüzgâr değil, bir ağırlık değil, başka bir irade. Adamı aşağıya doğru itiyor, Ömer’in onu kurtarmasına engel oluyordu. Bütün çabasını hiçe sayıyordu. Göz göze geldiler. Adamın gözlerinde sadece korku yoktu; derin bir karanlık vardı, dipsiz bir boşluk. Ömer o an anladı: bu yalnızca bir insanın düşüşü değildi. Bu, bir ruhun, bir kalbin ve bir imanın koparılma mücadelesiydi...
Ömer birden sıçrayarak yatağından uyandı. Nefesi hızla gidip geliyor, elleri hâlâ titriyordu. Kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Elini alnına koydu. Ter içinde kalmıştı.
Fakat hissettiği, uyanıklığın soğukluğundan çok rüyanın dehşetiydi... Ertesi gece yine aynı rüyadaydı. Aynı yer, aynı adam, aynı görünmeyen güç. Ömer elleriyle adamın bileklerini tutuyor, sanki görünmez zincirler onun gücünü bağlıyordu. Çırpındı, uğraştı, hiç bir şey değişmedi. Üçüncü gece geldiğinde, yatağına dua ederek girdi. Ellerini kaldırıp fısıldadı:
“Rabbim bana güç ver. Nedir bu bana gösterdiğin?” Üçüncü gece yine aynı yerdeydi. Bu kez farklıydı. Adam gözlerinin içine baktı, dudakları kıpırdadı, derinden gelen bir fısıltıyla konuştu: “Beni değil Allah’ı gör, O seni hiç bırakmadı,” dedi ve sonra düşmeye başladı. Yavaşça, derin bir boşluğa… Gözlerinin önünde kayboluyordu. Ömer haykırdı:
“Hayır! Dur! Tutun! Lütfen!”
Ellerini uzattı ama tutamadı. Adam boşluğa düştü. O an kalbine saplanan acıyla uyandı. Dizlerinin üstüne çöktü, elleriyle yüzünü kapattı. Gözlerinden yaşlar süzülürken boğazı düğümlendi. Kalbi taş gibi ağırdı. Fısıltıyla tekrar etti:
“Kurtaramadım…”
Sabaha kadar gözlerini kapatamadı. Yastığı ıslaktı, gözleri kan çanağına dönmüştü. Sabah ezanı şehre yayılırken Ömer’in odasında gece hâlâ bitmemişti. Kalbinde yankılanan tek şey, adamın gözlerindeki o derin boşluk ve o iki kelimeydi:
“Beni değil Allah’ı gör.”
Ve Ömer anlamıştı… Üç gece boyunca rüyasında gördüğü düşen adam, aslında kendisiydi. Çatının ucunda asılı kaldığı o yer, kalbiyle dünya arasında bocaladığı ince bir çizgiden ibaretti. Onu aşağıya iten görünmez kuvvet arzularının nefsine vurduğu prangaydı. Ve her düşüş, imanının ellerinden kayıp gidişiydi...
Ömer birden yere çöktü. Ellerini yüzüne kapadı, omuzları titredi. Gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarını yakıyordu. Dudaklarından boğuk bir yakarış döküldü:
“Allah’ım affet. Senin yolunu bırakıp yanlış yollara düştüm…Beni affet…”
Saatlerce yerinden kalkmadı. Zamanın nasıl aktığını bilmeden, sadece kendi kalbinin kırık dökük sesini dinledi. Sonra ağır adımlarla kalktı, abdest aldı. Su yüzüne değdikçe sanki içindeki kirleri de siliyordu. Secdeye vardığında artık bu bir mecburiyet değil, bütün ruhuyla yöneldiği bir yakarıştı. Secde, bu kez teslimiyetin ve affedilme arzusunun gözyaşlarıyla yoğrulmuştu...
Sabah olduğunda iş yerine doğru yürürken adımlarında farklı bir kararlılık vardı. Yüzündeki yorgunluk kaybolmuştu; kıyafeti sade, bakışları berraktı. Emel’e rastladığında başını hafifçe eğdi. Gözlerinde dünya yoktu artık, ahiret vardı, sonsuzluğun dinginliği. İçinde kesin bir karar vardı:
“Ben kendimi kurtaramazsam, hiç kimseyi kurtaramam.” Diyordu... O gün mescitte bir başına namaz kıldı. Yalnızlık artık korkunun adı değil, Allah’la baş başa kalmanın rahmetiydi. Her secde, içindeki boşluğu dolduran bir nur gibi kalbine işliyordu. Gece olduğunda odasında hiç bir ışık yanmıyordu. Kitaplar kapalıydı, sayfalar çevrilmemişti. Yalnızca pencerenin kenarında duran bir adam. Gözlerini uzaklara dikmiş, sessizliğin derinliğinde kendi kalbini dinliyordu. Şehir uyuyordu ama Ömer’in ruhu ayaktaydı. Ve kalbinin en derininden bir ses yankılandı:
“ Ömer… Nereye gidiyorsun?”
O an yavaşça doğruldu. Tozlu Kur’an’ı aldı, sayfalarını titreyen ellerle çevirdi. Gözleri bir ayetin üzerinde durdu. Sanki ayet, kalbine doğrudan inen bir yıldırım gibi ona sesleniyordu…
“ Ey inananlar! Allah’tan sakının; herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır.”(Haşr:18) O an, ayet bir hançer gibi saplandı Ömer’in kalbine. Her kelime, unutulmuş değil, terk edilmiş bir hakikati hatırlatıyordu. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Titreyerek Kur’an’ı kapattı. Ellerinde bir ağırlık vardı, kalbi avuçlarına dökülmüştü. Secdeye kapandı, konuşmadı. Yalnızca ağladı. Dakikalar, belki saatler geçti; o secde, Ömer’in yeniden doğduğu yer oldu. Kalktığında sanki başka biriydi. Elbiselerini değiştirdi, kitaplarını topladı. Tozlu not defterini açtı, kalemi titreyerek bir şeyler karaladı…
Yüzünde başka bir ifade vardı. Uykusuzdu ama dinlenmiş, sessizdi ama içi konuşuyordu. Yıllar sonra kendiyle tanışmış gibiydi... Akşam paydosunda Kadir ile buluşup Şirinevler’de bir banka oturdular. Sokak kalabalığı akıp gidiyor, ama onlar sanki başka bir dünyanın içindeydi. Kadir susuyordu, biliyordu Ömer artık konuşmaya hazırdı. Ömer gözlerini kaldırıma dikti, derin bir nefes aldı:
“Düştüm Kadir… Sadece sevgiden değil, aslında en çok kendime ihanet ettim.” Kadir’in dudakları kıpırdamadı. Sessizlik, dostluğun en derin diliydi.
Ömer’in sesi çatallandı:
“Dün gece secdeye kapandım. Bedenim göğe değdi. Ben dönüyorum Kadir. Bu sefer daha sağlam, daha farkında.” Kadir’in gözleri doldu. O an, sadece bir dostun değil, bir kardeşin yeniden doğuşuna şahit oluyordu. Kalbine oturan bütün sözler tek bir cümleye döküldü: “Hoş geldin Ömer.”
Gecenin karanlığında iki dost, aynı bankta sessizce oturdular. Sözlere ihtiyaç yoktu. Çünkü bazı dönüşler kelimelerle anlatılmaz; sadece kalpte hissedilir. Başka bir söze gerek yoktu…
Ömer o geceyi uykusuz geçirdi. Pencerenin kenarında, karanlığın içinden yükselen ince bir ışığı bekler gibiydi...
Ve sabah ezanı yükseldi. O ses, yıllardır duyduğu aynı ses değildi artık. Minarelerden süzülen her kelime, kalbinin içinden geçip göğe yükseliyordu. Ömer’in gözlerinden yeniden yaşlar aktı. Dizlerinin bağı çözüldü, secdeye kapandı. Ama bu secde, bir alışkanlık değil; bir doğumun, bir kavuşmanın secdesiydi. Güneş doğarken yüzü aydınlandı. Sanki bütün şehir uykusundan kalkarken Ömer de kendi uykusundan uyanıyordu...
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL