Türkiye’deki “Beyaz Türk” kimliği etrafında şekillenen kültürel-siyasal hegemonya, dünyadaki yönetim modellerinin sınıfsal, etnik ve kültürel iktidar biçimleriyle karşılaştırılarak incelenmiştir. Maka...
Bu makale, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu modernleşme projesi olan Kemalizm tarafından inşa edilen ‘Beyaz Türk’ kimliğinin hegemonik doğasını, Helenistik ve Roma Dönemi felsefe okullarının (Stoacılık, Epikürosçuluk, Şüphecilik, Neoplatonizm) merceğinden psikolojik, sosyolojik ve felsefi boyutlarıyla analiz etmeyi amaçlamaktadır. Çalışmanın temel tezi, ‘Beyaz Türk’ olarak kodlanan hegemonik kimliğin (Türk etnisitesi, Sünni-İslam kökeni ve seküler-Batılı yaşam tarzı) bir norm ve ideal olarak dayatılmasının, ‘öteki’ gruplar üzerinde derin bir psikolojik ve sosyolojik tahakküm yarattığıdır. Bu tahakküm mekanizması, bireylerin ve toplulukların kimliklerini, aidiyetlerini ve varoluşlarını nasıl algıladıkları üzerinde belirleyici olmuştur. Makale, bu baskıcı bağlamda ‘öteki’leştirilmiş grupların (etnik, dini, mezhepsel azınlıklar ve muhafazakarlar) Helenistik felsefelerde öne çıkan içsel direnç, ruhsal dinginlik (ataraxia), tutkulara kapılmama (apathia), yargıdan kaçınma (epokhe) ve mistik arayış gibi stratejileri, bir tür ‘psikolojik savunma’ ve ‘felsefi direniş’ mekanizması olarak nasıl içselleştirmiş olabileceklerini sorgulamaktadır. Tarihsel ve sosyolojik olgularla felsefi kavramlar arasında kurulan bu diyalog, Türkiye’nin modernleşme deneyimine dair eleştirel ve çok boyutlu bir perspektif sunmayı hedeflemektedir.
Giriş: Hegemonik Proje Olarak Modernleşme ve ‘Öteki’nin İnşası
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, sadece siyasi bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda topyekün bir toplum mühendisliği projesiydi. Bu projenin ideolojik çerçevesini oluşturan Kemalizm, Osmanlı’nın çok kimlikli, çok dinli ve çok etnili yapısından homojen, modern ve ulus-devlet temelinde yükselen bir ‘Türk milleti’ yaratmayı hedeflemiştir. Ancak bu homojenleştirme arzusu, kaçınılmaz olarak bir ‘norm’ ve bu normun dışında kalan ‘ötekiler’ tanımlamasını beraberinde getirmiştir. ‘Beyaz Türklük’ kavramı, akademik olmasa da toplumsal söylemde, bu normatif idealin somutlaşmış halidir: Etnik olarak Türk, dini olarak (nominal olarak) Sünni-İslam, ancak sosyo-kültürel olarak katı bir şekilde seküler, laik, Batıcı ve jakoben bir yaşam tarzını benimsemiş bir elit tabakayı ifade eder.
Bu çalışma, söz konusu hegemonik kimlik inşasının, yalnızca siyasi veya kültürel bir dışlama mekanizması olmadığını, aynı zamanda derin bir psikolojik ve varoluşsal bir tahakküm alanı yarattığını iddia etmektedir. Ötekileştirilmiş bireyler ve gruplar, sadece yasalardan veya kamusal alandan dışlanmakla kalmamış, aynı zamanda ‘yanlış’, ‘eksik’, ‘geri’, ‘tehlikeli’ ve hatta ‘yok’ sayılan bir kimliğe sahip olmanın getirdiği bir ontolojik güvensizlik ve psikolojik travma ile yüzleşmek zorunda kalmışlardır.
İşte tam da bu noktada, Helenistik ve Roma Dönemi felsefe okulları, bireyin baskıcı ve belirsizliklerle dolu bir dünyada nasıl bir anlam ve huzur arayışı içinde olabileceğine dair güçlü bir analiz çerçevesi sunar. Bu makale, Türkiye bağlamında ‘Beyaz Türk’ hegemonyasının yarattığı bu varoluşsal krizi, Stoacılık, Epikürosçuluk, Şüphecilik ve Neoplatonizm’in felsefi araçlarıyla yeniden okuyacak ve bu okumaları sosyolojik ve tarihsel analizlerle destekleyecektir.
1. Teorik Çerçeve: Hegemonya, Psikopolitika ve Antik Felsefenin Rehberliği
1.1. Gramsci ve Hegemonya Kavramı:
Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı, bu çalışmanın temel dayanak noktasıdır. Gramsci’ye göre hegemonya, bir sınıfın veya grubun, iktidarını sadece zor (coercion) yoluyla değil, aynı zamanda rıza (consent) üreterek sürdürmesidir. Hakim sınıf, kendi değerlerini, normlarını ve dünya görüşünü, tüm toplum için ‘evrensel’ ve ‘doğal’ olan olarak sunar. Kemalist proje, bu anlamda tipik bir hegemonik projedir. ‘Beyaz Türk’ yaşam tarzı ve değerleri, ‘modernlik’, ‘ilericilik’ ve ‘medeniyet’ ile eşdeğer tutularak doğallaştırılmış, bu normlara uymayanlar ise ‘gelenekçi’, ‘yobaz’ veya ‘bölücü’ olarak damgalanmıştır.
1.2. Psikopolitika ve Öznellik:
Hegemonyanın en derin etkisi, bireylerin öznelliğinin (subjectivity) inşası üzerindedir. Bu, Byung-Chul Han’ın tabiriyle bir psikopolitika meselesidir: İktidarın, bireylerin içsel dünyalarını, arzularını, korkularını ve kimlik algılarını şekillendirmesi. Ötekileştirilmiş birey, sadece dışarıdan dayatılan bir kimliği değil, aynı zamanda bu dayatmayı içselleştirilmiş bir aşağılık duygusu, bir sürekli görünmez olma kaygısı veya bir meşruiyet arayışı olarak yaşar.
1.3. Antik Felsefelerin Modern Krize Cevabı:
Helenistik felsefeler, bireyin polis’in (şehir-devlet) güvenli yapısından kopmuş, büyük imparatorlukların anonim ve çalkantılı dünyasında nasıl ayakta kalacağı sorusuna cevap aramıştır. Benzer şekilde, Türkiye’deki modernleşme süreci de birçok birey için geleneksel aidiyetlerin parçalandığı, yeni ve çoğu zaman düşmanca bir ulusal kimliğin dayatıldığı bir süreçti. Bu paralellik, söz konusu felsefi okulların, ‘öteki’leştirilmiş bireylerin içsel dünyalarını anlamak için neden verimli bir araç sunduğunu açıklar.
2. ‘Beyaz Türk’ Hegemonyasının Dayanakları: Tarihsel ve Sosyolojik Bir Analiz
Kemalist modernleşme, hegemonyasını üç temel ayak üzerine inşa etmiştir:
Etnik Homojenlik (Türklük): Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi araçlarla, Türk kimliği etnik ve ırksal bir saflık temelinde tanımlandı. Gayrimüslim azınlıklar (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler) Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi şiddet ve ayrımcı politikalarla sistematik olarak tasfiye edilirken, Kürtler, Çerkesler, Lazlar gibi Müslüman ancak Türk olmayan gruplar inkar ve asimilasyon politikalarına maruz kaldı. ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları bu asimilasyoncu zihniyetin tipik bir örneğidir.
Dini Kontrol (Sünni-İslam): Laiklik, dinin tamamen toplumsal hayattan çekilmesi şeklinde değil, devlet kontrolünde bir Sünni-İslam anlayışı olarak uygulandı. Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam’ın standart, devlet onaylı, Sünni-Hanefi yorumunu üreterek bir tür ‘resmi din’ yarattı. Bu durum, Alevileri çifte bir ötekilik konumuna itti: Bir yandan seküler elitler tarafından ‘gerici’ addedilirken, diğer yandan Sünni çoğunluğun ve devletin himayesindeki din anlayışı tarafından ‘sapkın’ olarak görüldüler. Madımak Katliamı (1993), bu şiddetin ulaştığı en trajik boyutu temsil eder.
Kültüseküler Yaşam Tarzı: Şapka Kanunu, Harf Devrimi, kılık kıyafet düzenlemeleri ve modern sanatın teşvikiyle, Batılı, kentli ve seküler bir yaşam tarzı ‘medeni’ olanın tek temsili haline getirildi. Anadolu’nun muhafazakar, dindar ve geleneksel yaşam pratikleri ise ‘cehalet’ ve ‘irtica’ ile ilişkilendirilerek aşağılandı.
Bu üçlü sacayağı, ‘Beyaz Türk’ü norm, diğerlerini ise ‘normalliğe ulaşması gereken problemli öteki’ konumuna yerleştirdi.
3. Felsefi Bir Sığınak: ‘Öteki’nin Stoacı Duruşu
Stoacı felsefe, kontrol edemediğimiz dış olaylar (wealth, reputation, health) karşısında içsel erdemimizi (virtue) ve aklımızı (reason) kontrol edebileceğimizi öğretir. Epiktetos, “Bizleri rahatsız eden olaylar değil, onlar hakkındaki yargılarımızdır” der.
Türkiye bağlamında, ötekileştirilmiş bir Kürt, Alevi veya dindar muhafazakar için devletin resmi ideolojisi, medyanın önyargılı dili veya toplumun ayrımcı bakışları kontrol edilemeyen dış gerçekliklerdir. Stoacı bir tavır, bu dışsal baskılara karşı içsel bir direnç odağı yaratmayı gerektirir:
Değerin Dışsal Olanlardan Arındırılması: Birey, kendi değerini, devletin onu ‘yeterince Türk’, ‘yeterince laik’ veya ‘yeterince medeni’ görüp görmemesinden bağımsız olarak, kendi insani erdemi, çalışkanlığı, dürüstlüğü ve inancı üzerinden tanımlamaya çalışabilir. Bu, hegemonik sistemin dayattığı değer ölçütlerini reddeden bir içselleştirme sürecidir.
Apathia (Tutkulara Kapılmama): Sürekli aşağılanma, dışlanma ve önyargı, öfke, nefret ve umutsuzluk doğurabilir. Stoacılık, bu tutkuların esiri olmak yerine, onları akıl ile kontrol etmeyi, sakin bir bilgelik (apatheia) halini korumayı salık verir. Bu, bir boyun eğme değil, dışsal şiddetin içsel dünyayı ele geçirmesine izin vermeme stratejisidir.
Kozmopolitizm: Stoacılar, tüm insanların ortak akla (logos) sahip olduğuna ve evrensel bir topluluğun (cosmopolis) parçası olduğuna inanırlardı. Bu fikir, ulusal-devletin dar, dışlayıcı ve etnik milliyetçi kimlik tanımını aşan, daha kapsayıcı bir insanlık fikrine sığınma imkanı sunar.
4. ‘Azade’nin Peşinde: Epikürosçu Bir Kaçış Mümkün mü?
Epiküros’un haz (hedone) anlayışı, kaba bir bedensel zevk değil, ruhun dinginliği (ataraxia) ve acıdan uzak olma halidir. Bu huzura, kamusal hayatın kaygı ve karmaşasından (politika) uzaklaşarak, sade bir yaşam sürerek ve gerçek dostluklar kurarak ulaşılabilir.
Türkiye’deki ‘öteki’ için bu, hegemonik kamusal alanın yarattığı sürekli gerilim, aşağılanma ve kimliksel mücadeleden bir içe çekilme ve özerk mikro-kozmoslar yaratma stratejisi olarak okunabilir.
Mahalle Baskısından Mahalle Sığınağına: Muhafazakar veya azınlık mahalleleri, sadece bir ‘baskı’ alanı değil, aynı zamanda bireyin kendi kimliğini özgürce yaşayabildiği, hegemonik normların geçerliliğini yitirdiği birer Epikürosçu bahçe (Epicurean garden) işlevi de görmüştür. Burada, kendi içinde var olan, sade, dayanışmacı ve nispeten huzurlu bir hayat kurulabilmiştir.
Dostluk ve Dayanışma: Epiküros’un ‘dostluk’ (philia) vurgusu, bu toplulukların ayakta kalmasının temel dinamiğidir. Devletten ve ana akım toplumdan görünmez olan gruplar, kendi içlerinde güçlü dayanışma ağları örmüş, bu ağlar onlar için bir psikolojik ve maddi destek mekanizması işlevi görmüştür. Ancak, bu stratejinin bir antitezi de vardır: Kamusal alandan çekilme, aynı zamanda hegemonik iktidarın bu alanı tekelleştirmesine ve ‘öteki’ni daha da görünmez kılmasına hizmet edebilir. Bu bir tür içsel sürgün halidir.
5. Resmi Hakikati Askıya Almak: Şüpheci (Skeptik) Bir Tavrın İmkanı
Pyrrhoncu Şüphecilik, kesin bir bilgiye ulaşılamayacağını, bu nedenle her türlü dogmatik iddiadan (dogma) kaçınmak ve yargıyı askıya almak (epokhe) gerektiğini savunur. Bu, zihnin huzura (ataraxia) ulaşmasının yoludur.
Türkiye’deki resmi ideoloji, kendi tarih anlatısını, kimlik tanımını ve modernlik projesini mutlak ve dogmatik bir hakikat olarak sunmuştur. Şüpheci bir tavır, bu dogmaları sistematik olarak sorgulama potansiyeli taşır:
Resmi Tarihin Askıya Alınması: ‘Şanlı Türk tarihi’, ‘tek dil, tek millet’ miti veya ‘ilerlemenin tek yolunun Batılılaşma olduğu’ inancı gibi dogmalar, şüpheci bir bakışla sorunsallaştırılabilir. Bu, bireyin, dayatılan kimliği içselleştirmek yerine, onun inşacı ve keyfi doğasını görmesini sağlayabilir.
Kimlik Dogmalarından Kurtulma: “Türklük nedir?”, “Dindarlık nedir?”, “Modernlik nedir?” gibi sorulara verilen hazır cevaplardan şüphe duymak, bireyi bu katı kimlik kalıplarının dayattığı psikolojik baskıdan kurtarabilir. Bu, kimliğin akışkanlığını kabul eden ve bireyi sabit bir ‘öteki’ konumuna hapsolmaktan kurtarabilecek özgürleştirici bir bakıştır. Ancak, pratikte mutlak bir şüphecilik mümkün değildir. Birey, gündelik hayatını sürdürmek için bir takım inançlara ve yargılara ihtiyaç duyar. Buradaki asıl mesele, eleştirel bir şüphecilikle hegemonik söylemleri deşifre etmek, onların ‘doğal’ ve ‘değişmez’ olmadığını göstermektir.
6. ‘Bir’e Ulaşma Çabası: Neoplatonik Bir Arayış Olarak Alevilik
Plotinos’un Neoplatonizm’i, her şeyin kaynağı olan mutlak ve tarifsiz Bir’den (The One) taşma (emanation) yoluyla diğer varlık katmanlarının (Nous – Ruh – Madde) oluştuğunu anlatır. İnsanın amacı, maddi dünyanın karmaşasından sıyrılıp mistik bir vecd hali (ecstasy) içinde Bir’le yeniden birleşmektir.
Bu metafizik sistem, özellikle Alevi-Bektaşi geleneği ile dikkat çekici paralellikler taşır. Her iki gelenek de:
Katı bir monoteizme ve vahdet-i vücut (varlığın birliği) anlayışına dayanır.
Dışsal, kurumsal dini ritüellerden ziyade içsel, kişisel bir hakikat arayışını (seyr-i süluk) merkeze alır.
Maddi dünyanın geçiciliğine ve asıl olanın manevi yolculuk olduğuna vurgu yapar.
Türkiye’deki Sünni-hegemonik devlet yapısı karşısında Alevilik, tarihsel olarak bir dışlanma ve şiddet nesnesi olmuştur. Bu bağlamda, Aleviliğin Neoplatonik boyutu, sadece teolojik bir inanç değil, aynı zamanda sosyolojik bir direniş biçimi haline gelmiştir. Devletin resmi, kurumsal, kitabi Sünni-İslam anlayışına karşı, Alevilik içselleştirilmiş, mistik ve devlet-dışı bir maneviyat alanı yaratmıştır. Bu, hegemonik din anlayışının dayatmalarına karşı, bireyin kendi içsel hakikatine ve cemaatinin mistik pratiklerine sığınmasıdır. Burada amaç, dış dünyadaki baskıyı tümüyle ortadan kaldırmak değil (ki bu Stoacıların da dediği gibi çoğu zaman kontrol dışıdır), onun bozucu etkilerinden arınmış bir içsel manevi huzur (ataraxia) durumuna ulaşmaktır.
Sonuç: Hegemonya, Direnç ve Felsefi Öznellik
Türkiye’nin modernleşme tarihi, ‘Beyaz Türk’ kimliği etrafında örgütlenmiş hegemonik bir projenin, ‘öteki’lerin hayatlarını derinden şekillendirdiği bir tarihtir. Bu makale, bu şekillendirmenin yalnızca politik ve ekonomik boyutları olmadığını, aynı zamanda varoluşsal ve psikolojik boyutları olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır.
Stoacılık, Epikürosçuluk, Şüphecilik ve Neoplatonizm gibi antik felsefe okulları, bu psikolojik boyutu analiz etmek için güçlü kavramsal araçlar sunar. ‘Öteki’leştirilmiş bireyler ve gruplar, bu hegemonik baskı altında, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, bu felsefi geleneklerle örtüşen çeşitli direnç ve uyum stratejileri geliştirmişlerdir:
Stoacı bir içsel direnç ve değeri dışsal onaydan bağımsızlaştırma çabası,
Epikürosçu bir içe çekilme ve mikro-dayanışma ağları kurma eğilimi,
Şüpheci bir resmi dogmaları askıya alma ve eleştirel sorgulama hali,
Neoplatonik bir mistifikasyon ve devlet-dışı maneviyat alanları yaratma pratiği.
Bu stratejiler, iktidarı doğrudan ve açık bir şekilde meydan okuyarak yıkmaya yönelik olmasalar da, bireyin içsel özerkliğini korumasını ve hegemonik tahakkümün psikolojik sonuçlarından bir nebze olsun sıyrılmasını sağlayan gündelik direniş biçimleridir. Türkiye’nin karmaşık sosyolojik yapısını anlamak, sadece iktidarın nasıl uygulandığını değil, aynı zamanda bu iktidara maruz kalanların onu nasıl deneyimlediğini, içselleştirdiğini, dönüştürdüğünü veya ona nasıl direndiğini de anlamayı gerektirir. Bu çalışma, bu anlama çabasına felsefi bir derinlik katma iddiasındadır.
Kaynakça
Gramsci, A. (1971). Prison Notebooks. International Publishers.
Han, B. (2017). Psychopolitics: Neoliberalism and New Technologies of Power. Verso.
Epiktetos. (2008). Enchiridion. Kabalcı Yayınevi.
Epikuros. (2010). Epikuros: Yaşamın Anlamı. Say Yayınları.
Plotinos. (2018). Enneadlar. Alfa Yayınları.
Keyman, E. F. (2007). Türkiye’de Sivil Toplum, Laiklik ve Demokrasi. İletişim Yayınları.
Üstel, F. (2004). “Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi. İletişim Yayınları.
Yeğen, M. (2004). Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. İletişim Yayınları.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.