Türkiye’deki “Beyaz Türk” kimliği etrafında şekillenen kültürel-siyasal hegemonya, dünyadaki yönetim modellerinin sınıfsal, etnik ve kültürel iktidar biçimleriyle karşılaştırılarak incelenmiştir. Maka...
Bu makale, Türkiye'nin Kemalist modernleşme modeli ile Benelux ülkeleri (özellikle Hollanda ve Belçika) örneklemindeki konsensüs (uzlaşı) demokrasisi modelini, sosyolojik, psikolojik, felsefi ve tarihsel perspektiflerle karşılaştırmalı olarak analiz etmeyi amaçlamaktadır. Türkiye örneğinde, "Beyaz Türklük" olarak kodlanan homojen, seküler-ulusal bir kimlik inşasının, "öteki"ni dışlayıcı ve zaman zaman şiddet içeren bir hegemonya pratiğine nasıl yol açtığı irdelenecektir. Buna karşılık, Benelux modeli, derin toplumsal bölünmeleri (dil, din, ideoloji) merkeze alan, uzlaşı, müzakere ve pragmatizm üzerine kurulu bir "birlikte var olma" modeli sunar. Makale, bu iki zıt modernleşme paradigmasını, "birey-topluluk-devlet" ilişkisi, kimlik psikolojisi, kolektif hafıza ve siyasal meşruiyet temelleri üzerinden sorgulayacak; her iki modelin güçlü, zayıf yönlerini ve güncel küresel tehditler (göç, aşırı sağın yükselişi) karşısındaki dayanıklılıklarını eleştirel bir bakışla değerlendirecektir.
Modernleşme, Batı Avrupa'da ortaya çıkan endüstriyel, seküler ve ulus-devlet merkezli bir paradigmadır. Ancak bu paradigmaya eklemlenme biçimleri, toplumların tarihsel, kültürel ve sosyolojik dokularına göre radikal farklılıklar göstermiştir. Bu çalışma, bu farklılaşmanın iki uç örneğini incelemektedir: Homojenleştirici, tepeden inmeci ve jakoben bir modernleşme ile örneklenen Türkiye Cumhuriyeti modeli ve çoğulcu, alttan örgütlenmiş ve müzakereci bir modernleşme ile örneklenen Benelux (Hollanda-Belçika) modeli.
Türkiye'deki model, etnik, dini ve kültürel çeşitliliği, "Beyaz Türklük" normu etrafında tek tip bir ulusal kimlikte eritmeyi hedeflemiş, bu süreç kaçınılmaz olarak dışlama, asimilasyon ve şiddet pratiklerini beraberinde getirmiştir. Benelux'ta ise modernleşme, toplumu oluşturan farklı "sütunların" (zuilen) veya toplulukların eşitlikçi bir temelde tanınması, kendi kurumlarını geliştirmesi ve nihayetinde bir arada yaşamanın kurallarını sürekli müzakere etmesi üzerine inşa edilmiştir.
Bu makale, bu iki modeli dört ana eksende karşılaştıracaktır:
Tarihsel ve Felsefi Kökenler: Jakobenlik ve Pozitivizm vs. Pragmatizm ve Ticari Faydacılık.
Sosyolojik Yapı: Homojenleştirici Hegemonya vs. Çoğulcu Sütunlaşma.
Psikolojik Boyut: Ötekilik, Aidiyet ve Kolektif Kimlik Travması.
Güncel Krizler ve Dayanıklılık: Göç, Aşırı Sağ ve Demokratik Sistemlerin Tıkanıklığı.
1. Tarihsel ve Felsefi Temeller: İki Zıt Paradigma
1.1. Türkiye: Jakoben Modernleşme ve Pozitivist İdeal Türkiye'nin modernleşme projesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılışı ve "Hasta Adam" imgesinden kurtulma arzusu üzerine şekillenmiştir. Bu, varoluşsal bir krizden doğan tepkisel bir modernleşmedir. Kemalizm'in felsefi arka planını, 19. yüzyıl Fransız pozitivizmi ve jakobenizmi oluşturur. Auguste Comte'un "düzen ve ilerleme" fikri, toplumun bilim ve akıl yoluyla yeniden inşa edilebileceği inancıyla birleşir. Buradaki "akıl", seçkin bir bürokratik-askeri kadronun tekelindedir. Halk, modernleşmesi gereken bir nesne, "hammaddedir". Bu nedenle, Türk modernleşmesi esas olarak "devleti kurtarma" ve "yurttaş yaratma" projesidir. Bu proje, kendisini İslami-Osmanlı geçmişinden radikal bir kopuşla tanımladığı için, yeni kimlik inşası kaçınılmaz olarak o geçmişi temsil eden veya "yeterince Türk ve seküler olmayan" tüm grupları (Kürtleri, dindarları, Alevileri) potansiyel bir tehdit, projenin tamamlanmasının önündeki bir engel olarak kodlamıştır. "Beyaz Türklük", bu jakoben projenin normatif idealize edilmiş ürünüdür.
1.2. Benelux: Pragmatik Uzlaşı ve Ticari Faydacılık Hollanda ve Belçika'nın modernleşme deneyimi, bir varoluşsal krizden ziyade, ticari çıkar ve pratik zorunluluklar tarafından şekillendirilmiştir. Hollanda, bir ticaret cumhuriyeti olarak doğmuştur. Farklı inanç ve kökenden insanları bir arada tutmanın tek yolu, hoşgörü ve pragmatik uzlaşıdır. Barış içinde ticaret yapabilmek, felsefi bir idealden önce ekonomik bir gerekliliktir. Belçika ise 1830'da büyük devletlerin kararıyla, birbirinden derin dilsel ve kültürel farklarla ayrılan Flaman ve Valon topluluklarının aynı devlet çatısı altında birleştirilmesiyle kurulmuştur. İki modelin de temelinde "bir arada yaşamanın pratik gerekliliği" yatar. Felsefi olarak, René Descartes ve Erasmus'un hümanist ve rasyonalist geleneği, mutlak doğrular yerine diyalog ve şüpheyi merkeze alır. Bu model, toplumu bir mühendislik nesnesi olarak görmek yerine, onun organik ve çoğulcu yapısını kabul eder ve bu yapıyı yönetmenin kurallarını geliştirmeye odaklanır. Polder modeli de deniz suyunu kontrol etmek için farklı çıkar gruplarının (çiftçiler, mühendisler, tüccarlar) uzlaşmak zorunda olmasından doğmuştur; siyasete de bu pratik akıl yansımıştır.
2. Sosyolojik Yapı: Homojenlik Hegemonyası vs. Çoğulcu Sütunlaşma
2.1. Türkiye: Merkez-Çevre Dinamiği ve "Beyaz Türk" Normu Türk sosyolojisini anlamak için Şerif Mardin'in "merkez-çevre" teorisi kritik öneme sahiptir. Kemalist modernleşme, devleti ve onun kurumlarını (ordu, bürokrasi, üniversiteler) "merkez" yapmış ve bu merkezi, "çevre"yi (Anadolu halkını, taşrayı, geleneksel kesimleri) dönüştürmekle görevlendirmiştir. "Beyaz Türklük", bu merkezin sosyolojik prototipidir. Etnik olarak Türk, dini olarak (nominal olarak) Sünni (ama laiklik ilkesi gereği kamusal alandan dışlanmış), sosyo-kültürel olarak Batıcı ve sekülerdir. Bu kimlik, devlet aygıtı, eğitim sistemi, medya ve hukuk yoluyla normatif ve üstün bir kategori olarak dayatılmıştır. Bu homojenleştirici proje, kendisinden olmayanı sistematik olarak marjinalleştirmiştir:
Etnik Gruplar: "Vatandaş, Türkçe konuş!" kampanyaları, Köy Enstitüleri'nin asimilasyonist işlevi, Dersim Katliamı (1937-38) ve Kürt kimliğinin inkarı, homojen ulus inşasının trajik sonuçlarıdır.
Dini Gruplar: Sünni İslam, devlet kontrolüne alınarak (Diyanet) pasifize edilirken, Alevilik bir "mezhep" olarak bile tanınmamış, ibadethaneleri (Cemevleri) yok sayılmıştır. Dindar muhafazakarlar, "gerici" ve "irticacı" olarak kodlanmıştır.
Sosyo-Kültürel Gruplar: Batılı yaşam tarzına uymayan her türlü pratik (başörtüsü, geleneksel kıyafetler) kamusal alandan dışlanmış, aşağılanmıştır.
Bu süreç, sadece fiziksel şiddet değil, aynı zamanda sembolik şiddet (Pierre Bourdieu) üretmiştir: Marjinalleştirilmiş grupların kültürleri, dilleri ve kimlikleri değersizleştirilmiş, bu da derin bir psikolojik yaralanmaya ve içselleştirilmiş aşağılık duygusuna yol açmıştır.
2.2. Benelux: Sütunlaşma (Verzuiling) ve Kurumsal Çoğulculuk
Benelux ülkeleri, tam tersine, toplumsal farklılıkları yok saymak veya eritmek yerine, onları siyasal ve sosyal sistemin temel bileşeni haline getirmiştir. Sütunlaşma (Verzuiling) kavramı, toplumun dikey olarak, birbirinden neredeyse hiç etkileşmeyen kapalı dini/ideolojik bloklara (Protestan, Katolik, Sosyalist, Liberal) ayrılmasını ifade eder. Ancak kritik nokta şudur: Her sütun, kendi içinde tam teşekküllü bir mikro-toplum oluşturmuştur (kendi okulları, sendikaları, hastaneleri, gazeteleri, radyo-TV kanalları, siyasi partileri ve spor kulüpleriyle). Bu modelin sosyolojisi şu şekilde işler:
Tanınma (Recognition): Her grup, kimliği ve kurumlarıyla meşru bir siyasal aktör olarak tanınır. Charles Taylor'ın vurguladığı gibi, kimlik politikalarının özünde yatan "tanınma mücadelesi", burada kurumsal düzeyde çözülmüştür.
Otonomi: Her grup, kendi iç işlerinde (özellikle eğitim ve kültür alanında) yüksek düzeyde özerkliğe sahiptir.
Elitler Arası Müzakere (Consociationalism): Sıradan vatandaşlar kendi sütunları içinde yaşarken, her sütunun siyasi ve sosyal elitleri, ülke yönetimi için sürekli diyalog, pazarlık ve uzlaşı içindedir. Arend Lijphart'ın "consociational democracy" teorisi, bu modeli demokrasinin bir alt türü olarak tanımlar. Bu, çoğunlukçu demokrasinin ("kazanan hepsini alır") tam zıddıdır. Hiçbir grup diğerine tamamen hükmedemez.
Federalizm (Belçika): Belçika, sütunlaşmayı dil temelinde federal bir devlet yapısına taşımıştır. Devlet, farklılıkları yöneten bir "hakem" ve "aracı" rolünü üstlenir.
3. Psikolojik Boyut: Aidiyet, Ötekilik ve Kolektif Travma
3.1. Türkiye: Bölünmüş Benlikler ve Ötekileştirilmiş Kimlikler
Türkiye'nin homojenleştirici modeli, toplumda derin psikolojik bölünmeler yaratmıştır.
"Beyaz Türk" Psikolojisi: Normatif kimliği temsil eden grup, kendisini medeni, çağdaş ve ülkenin "gerçek" sahibi olarak görme eğilimindedir. Bu, bir üstünlük psikolojisi ve "çevre"ye karşı derin bir güvensizlik ve korku ("irtica korkusu") besler. Devleti kendi mülkleri olarak görmeye yatkınlık ("devlet baba") söz konusudur.
Marjinalleştirilmiş Grupların Psikolojisi: Kürtler, Aleviler, dindar muhafazakarlar için bu süreç, bir çifte bilinç (double consciousness) durumu yaratır. Kamusal alanda kabul görmek için resmi kimliği (Türk, laik) benimsemek veya performe etmek, ancak özel alanda bastırılmış, değersizleştirilmiş kimliklerini yaşamak zorunda kalırlar. Bu, kimlik bölünmesi, utanç, öfke ve devlete karşı derin bir meşruiyet krizine yol açar. Yaşanan şiddet olayları (6-7 Eylül Pogromu, Maraş Katliamı, Dersim) kolektif travmalar olarak hafızalara kazınmış ve nesiller boyu aktarılmıştır. Bu travmalar, güven inşasının önündeki en büyük engeldir.
3.2. Benelux: Çoğul Aidiyet ve Pragmatik Güven
Benelux modelinin psikolojik temeli daha farklıdır:
Çok Katmanlı Aidiyet: Bir Flaman'ın kimliği öncelikle "Flaman"dır, sonra "Belçikalı"dır. Bir Hollandalı için "Katolik" veya "Sosyalist" sütuna aidiyet, ulusal aidiyetten daha güçlü olabilir. Bu, zayıf bir ulusal kimlik gibi görünse de, aslında bireyin kendi kimliğini güvende hissetmesini sağlar. Kimlik, devlet tarafından tehdit edilen bir şey değil, tanınan ve korunan bir şeydir.
Pragmatik Güven: Sistem, ideolojik bir inançtan ziyade pragmatik bir güven üzerine kuruludur. Farklı gruplar, birbirlerini sevmeseler veya anlamasalar bile, sistemin çökmesinin herkes için daha kötü sonuçlar doğuracağını bilirler. Bu, "işlevsel bir güven" yaratır. Müzakere kültürü, düşmanlığı değil, profesyonel bir pazarlık sürecini normalleştirir.
Tıkanıklığın Psikolojik Bedeli: Ancak bu sistemin bir bedeli vardır. Belçika'da hükümet kurmanın aylar, bazen bir yıldan fazla sürmesi, siyaseti sıradan vatandaş için anlaşılmaz ve sinir bozucu bir hale getirebilir. Bu, siyasete ve siyasetçilere karşı bir yabancılaşma ve hayal kırıklığı yaratabilir.
4. Güncel Krizler ve Dayanıklılık: Göç, Aşırı Sağ ve Demokrasinin Geleceği
Her iki model de 21. yüzyılın küresel dinamikleri karşısında ciddi sınavlar vermektedir.
4.1. Türkiye: Hegemonik Modelin Krizi ve Muhafazakar-Demokrat Açılım
Türkiye'nin jakoben modeli, 1980'lerden itibaren neoliberal politikalar ve Turgut Özal ile, 2000'lerden itibaren ise AK Parti iktidarıyla derinden sarsılmıştır. "Çevre", merkezi ele geçirmiş ve "Beyaz Türk" hegemonyasını kırmıştır. Bu, dışlanan gruplar için bir özgürleşme ve tanınma fırsatı yaratmış olsa da (Kürt açılımı, Alevi çalıştayları vs.), yeni iktidar bloku da kendi otoriter ve homojenleştirici eğilimlerini göstermiştir. Model, bir hegemonyadan diğerine evrilme riski taşımaktadır. Göçmenler ve mülteciler, yeni bir "öteki" katmanı olarak toplumsal gerilimleri artırmaktadır. Sistem, hala farklılıkları eşit ve özgür vatandaşlar olarak yönetmekten ziyade, onları ya ezen ya da himaye eden bir yapısal sorunu aşamamıştır.
4.2. Benelux: Çoğulculuğun Sınavı: Aşırı Sağ ve Yeni "Ötekiler"
Benelux modeli ise kitlesel göçle, özellikle de Müslüman nüfusun gelişiyle sınanmaktadır. Geleneksel sütunlar (Protestan, Katolik) zayıflarken, yeni bir "göçmen" veya "Müslüman" sütunu ortaya çıkmıştır. Ancak geleneksel elitler, bu yeni grubu sisteme entegre etmekte zorlanmaktadır. Yerli nüfus ile göçmenler arasında refah devletinin kaynakları, kültürel kimlik ve değerler üzerinden gerilimler yükselmektedir. Geert Wilders (Hollanda) ve Vlaams Belang (Belçika) gibi aşırı sağ partiler, bu gerilimleri istismar ederek yükselmektedir. Bu partiler, çoğulcu uzlaşı modelini hedef tahtasına koyar, onu "hain", "işe yaramaz" veya "İslamcılığa teslimiyet" olarak sunar. Onların söylemi, Türkiye'deki homojenleştirici jakoben söylemle benzerlikler gösterir: "Biz" (yerli, Hıristiyan kökenli Beyaz Hollandalılar/Flamanlar) ve "Onlar" (Müslüman göçmenler) ayrımı üzerinden siyaset yaparlar. Bu, Benelux'un çoğulcu ve pragmatik ruhuna yönelik varoluşsal bir tehdittir. Sistem, bu yeni "ötekileri" kendi yapısına entegre edebilir mi, yoksa çoğunlukçu ve dışlayıcı bir siyasete mi evrilecek? Bu, modelin geleceği için en kritik sorudur.
Sonuç ve Sentez
Türkiye'nin Kemalist modernleşme modeli ile Benelux'un konsensüs demokrasisi modeli, modernleşmenin iki zıt kutbunu temsil eder. Türkiye, homojenlik miti üzerinden güçlü ama kırılgan bir ulus-devlet inşa etmiş, ancak bu süreç toplumsal dokuda onarılması güç yaralar açmıştır. Benelux ise farklılıkları kucaklayarak daha karmaşık ve yavaş işleyen, ancak uzun vadede daha istikrarlı ve barışçıl bir toplum modeli yaratmıştır.
Türkiye'nin modeli, "güvenlik"i merkeze alır: Devletin bekası, toplumsal birliğin korunması her şeyin üstündedir. Ancak bu güvenlik arayışı, sürekli bir "iç tehdit" imgesi yaratarak, kendi güvensizliğini yeniden üretir. Benelux modeli ise "tanıma"yı ve "pragmatik uzlaşı"yı merkeze alır. Güvenlik, farklılıkların yok edilmesinde değil, yönetilmesinde aranır.
Günümüzde her iki model de krizdedir. Türkiye, jakoben mirasından kurtularak daha çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasal vatandaşlık rejimi inşa etmekte zorlanmaktadır. Benelux ise, göçmenleri ve Müslümanları sisteme dahil etme konusundaki başarısızlığı nedeniyle, aşırı sağın homojenleştirici popülizminin tehdidi altındadır.
Nihai çıkarım şudur: Hiçbir model mükemmel değildir. Türkiye, Benelux'tan farklılıkları yönetme, diyalog kültürü ve kurumsal çoğulculuk konusunda öğrenecek çok şeye sahiptir. Benelux ise, Türkiye'nin jakoben tecrübesinden, aşırı homojenleştirici siyasetin toplumsal travmalarını ve demokrasi için taşıdığı riskleri görerek dersler çıkarabilir. Geleceğin demokratik ve istikrarlı toplumu, ne tek tipçi bir jakobenlikte ne de tıkanmış bir uzlaşıda değil, farklılıkları tanıyan, eşit vatandaşlık temelinde bütünleşen ve dinamik bir kamusal diyalog kurabilen bir modelde yatmaktadır.
Kaynakça:
Bourdieu, P. (1977). Symbolic Power. In Identity and Structure: Issues in the Sociology of Education.
Lijphart, A. (1969). Consociational Democracy. World Politics, 21(2), 207–225.
Mardin, Ş. (1973). Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics? Daedalus, 102(1), 169-190.
Taylor, C. (1992). Multiculturalism and "The Politics of Recognition". Princeton University Press.
Zürcher, E. J. (2004). Turkey: A Modern History. I.B. Tauris.
Kymlicka, W. (1995). Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights. Oxford University Press.
Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Verso.
Huntington, S. P. (1996). The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. Simon & Schuster.
Dutch and Belgian Political Science Journals on Polder Model and Federalism.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.