Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için, dünyadakiler birbirini kırıp geçiriyorlar. imam gazali
Sessiz Sofra
Bir köyün sükûnetine konuşan bu roman, yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine dokunaklı bir demeç sunuyor. Kitap boyunca, içsel sessizliğine gömülmüş bir adamdan üç kuşak sonrası torunu Cihan’a uzanan hi...
32. Bölüm

KARA YOLLARDA UMUT: ZEPÜR, YUSUF, RAUF VE LEYLA

38 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum

31. BÖLÜM
HALEP’İN GÖLGESİNDE KARDEŞLİK SOFRASI
Yüzyıllık acıyı umuda dönüştüren yolculuğun zirvesi:
1: SİRANUŞ UN VEDASI
Halep’teki harabe ev. Siranuş yatağında, Yusuf ve Zepür başucunda.
SİRANUŞ (Zepür’ün boynundaki mavi boncuğa dokunarak):
“Kemal... Özgürlüğümü sen getirdin... Şimdi benim sesim bu bon
cukta yaşayacak.” → Son armağanını verir: Kurumuş nerdesin çiçeği
içinde Dersim tohumu! “Bunu Türkiye’deki toprağa dikin... Çünkü
zulüm, bir yerde başlar; her yerde biter.”
• Pencereden sızan son ışık Siranuş’un yüzünde donar.
• Göz yaşlarına Uzaktan Ezan ve çan sesleri karışır.
2: KARDEŞLİK EVİ’NİN AÇILIŞ SAVAŞI
MEKÂN: Halep sokakları. Zepür, bombalanmış bir Ermeni kili
sesine “KARDEŞLİK EVİ” tabelası asar.
ÇATIŞMA DİYALOG
YEREL
MİLİSLER
ZEPÜR (14
yaş)
SÜRPRİZ
DESTEK
“Burası Bizim bölgemiz! Tabelayı
indir!”
“Ben sizin kardeşinizim! Bu ev,
Siranuş Un ruhu için açıldı!”
JEST
Silahları Zepür
E doğrultur.
Mavi boncuğu
havaya kaldırır.
Arap komşu Fatima (70’lerinde)
öne çıkar: “1915’te benim
nenem Ermenileri sakladı! Bu ev
hepimizin!”
Kilise
anahtarını
Zepür E uzatır.
Güneş ışığı, kilisenin kırık vitrayından süzülüp mavi boncuğu ay
dınlatır, Duvarda renkli bir haç belirir!
124
Sessiz Sofra
3: YUSUF’UN TÜRKİYE’DEKİ TOPRAK SAVAŞI
İstanbul Adliyesi. Yusuf, «Osman Ağa›nın gasp ettiği Ermeni
topraklarının» iadesi için dava açar.
SAVCI (Alaycı): “100 yıllık tapular mı? Belge yok, tanık yok!” YU
SUF: “Tanık mı? İşte tanık!” der ve elindeki dilekçeden okumaya başlar:
1. Emine’nin sandığından çıkan 1915 haritası,
2. Dr. Arman’ın dedesine ait satış senedi,
3. Siranuş Un günlüğü!
Mahkeme salonuna Zepür canlı bağlanır (Halep’teki Kardeşlik
Evi’nden): “Ben Siranuş Un torunuyum! Bu topraklar atalarımızın
teriyle sulandı! Adalet istiyoruz!” Mahkeme kısa bir ara verir ve ak
şam olmak üzeredir saat 15:30 civarı , mahkeme heyeti sonucu açık
lar : Yusuf ve Siranuş için hem zafer hemde yeni bir toplumsal barış
içinde yaşaya bilme umudu olmuştur.
TOPRAĞA DİKİLEN İKİ FİDAN
MEKÂN: Köydeki üç isimli mezar taşı yanı.
YUSUF: Siranuş Un verdiği Dersim tohumunu toprağa eker:
“Bu tohum, Siranuş Un özgürlüğü... Kemal’in pişmanlığı... Artık ba
rışın kök salsın!”
ZEPÜR (Türkiye’ye dönmüş, elinde Halep’ten getirilen toprak):
“Halep’teki Kardeşlik Evi ayakta! Şimdi sıra burada...” → Mezar taşı
nın üstüne Halep toprağını serper: “Siranuş Teyze, artık evindesin...”
• Halep’teki Kardeşlik Evi’nin ışıkları yanar.
• İçeriden Fatima›nın Arapça-Ermenice ‘‘Dle Yaman” türküsü...
duyulur.
TOPRAĞA DÜŞEN FİDAN KARDEŞLİĞİN FİDANI İSE HER
YERDE BİTER.
125
Sessiz Sofra
32. BÖLÜM
KARA YOLLARDA UMUT: ZEPÜR, YUSUF, RAUF VE
LEYLA
Yusuf, Zepür, Rauf ve Leyla, sabahın erken saatlerinde yola çık
tılar. Halep’in tozlu sokaklarından çıkıp, dağların arasında gizlenmiş
köylere, vadilere uzanan uzun bir yol onları bekliyordu. Ellerinde sa
dece inançları, birbirlerine olan güvenleri ve Siranuş’un emaneti vardı.
Rauf, güçlü ve sakin bir adamdı. Koyu siyah sakalları, derin ba
kan gözleriyle adeta yüzyılların bilgeliğini taşıyordu. Leyla ise zarif
ama bir o kadar da cesur bir kadındı; içinde tutkulu bir direniş ateşi
yanıyordu. İkisi de Azeri kökenliydi ve aynı acıları paylaşmış, aynı
topraklardan kopup gelmişlerdi.
Yol boyunca başlayan sohbetleri, birbirlerini tanımalarına, bağ
kurmalarına vesile oldu.
“Bize eşlik edeceğiniz için mutluyum,” dedi Zepür, mavi bon
cuğunu hafifçe tutarak. “Bu yol sadece toprağın değil, kalplerin de
yolculuğu.”
Leyla hafifçe gülümsedi. “Bazen, en büyük savaş kalplerde verilir.
Biz de orada güçlü olmalıyız.”
Rauf ise sessizce doğaya bakıyordu. “Unutmayalım, bu toprakla
rın her köşesinde bir hikaye saklı. Biz de onların sesi olacağız.”
Zorlu yollar, bazen derin vadiler, bazen sarp kayalarla dolu patika
lar, onları birbirine daha da yakınlaştırdı.
Bir akşam, kamp ateşi etrafında otururken Yusuf derin bir nefes
aldı. “Dedem Osman’ın karanlık mirasıyla yüzleşmek zorundayız.
Ama daha önemli olan, buradan nasıl bir gelecek inşa edeceğimiz.”
Rauf, ateşteki kıvılcımları izleyerek ekledi: “Kardeşlik ateşi, ne
kadar güçlü yakarsak, karanlık o kadar az olur.”
126
Sessiz Sofra
Leyla gözlerini ateşten kaldırıp Zepür’e baktı. “Sizinle bu yolda
yürümek, geçmişin yükünü biraz daha hafifletti.”
Zepür, boynundaki boncuğu hafifçe sıkarak karşılık verdi.
“Birlikte her engeli aşarız.”
Geceler soğuk ve yalnızdı ama dostlukları onları ısıttı. Yol üzerin
deki tehlikelerle yüzleşirken, bazen korku, bazen umut, bazen öfke
karıştı içlerine.
Bir gün, karşılarına çıkan bir grup yerel milis onları durdurdu.
Silahlar doğrultulmuş, yüzlerinde şüphe vardı.
Rauf, durumu sakinleştirerek konuştu: “Biz sadece barış için
yoldayız. Bu toprakların acısını biliyoruz.”
Milislerden biri, Leyla’nın cesaretinden etkilenmiş gibi gözlerini
yumdu ve “Bari bu yolculukta size zarar vermeyelim,” dedi.
Bu an, onların güç ve kırılganlıklarının birleştiği, dayanışmanın
en saf halini gösterdi.
Zaman ilerledikçe, dörtlü sadece yol arkadaşları değil, gerçek bir
aile olmuştu. Kimi zaman gülüp kimi zaman hüzünlenerek, birlikte
geçmişin yükünü omuzlamaya devam ettiler.
Sabahın İlk Işıkları
Kamp ateşi henüz sönmemişti, ormanın derinliklerinden kuşların
cıvıltısı yükseliyordu. Yusuf, bir ağacın gölgesinde oturmuş, harita
da rotayı yeniden gözden geçiriyordu. Zepür, Leyla ve Rauf yavaşça
yanına yaklaştılar. Her biri, gecenin soğukluğunda birbirlerinin varlı
ğından güç alıyordu.
“Bugün biraz daha ilerleyelim. Sarp yamaçlardan sonra vadiler
başlıyor,” dedi Yusuf. “Ama dikkatli olmalıyız. Geçmişin gölgeleri
hala peşimizde.”
127
Sessiz Sofra
Rauf derin nefes aldı, “Dikilitaş Köyü’nde gördüğümüz ihanet, bu
yolun sadece başlangıcı. Osman Ağa’nın ve Reşat Bey’in toprakları,
sadece arazi değil; hafızamızın, kimliğimizin parçası.”
Leyla omuzlarına koyduğu sırt çantasını sıkıca kavrayarak, “Her
adımda hem acı hem de umut taşıyoruz. Siranuş’un Dersim tohumu
gibi, köklerimizi bu topraklara bırakmalıyız.”
Zepür mavi boncuğunu parmakları arasında döndürürken, “Ve bu
yol, yalnızca geçmişin hesabını sormak değil, geleceği inşa etmek için.”
Dağ Geçidinde Zorluk
Yolculuk gittikçe zorlaşıyordu. Kayalık ve engebeli patikalar,
yorgunluk ve açlıkla birleşince dört kişiyi de zorladı. Bir ara, Leyla
ayağı kaydı ve neredeyse uçurumdan aşağı düşüyordu. Rauf hemen
arkasından tutup çekti.
“Dikkat et!” diye uyardı sertçe.
Leyla gülümsedi, “Bu yolda düşmek de var. Ama kalkmak daha
önemli.”
Zepür, “Her yara bir hikaye, her engel bir ders,” diyerek ona el
verdi.
Yusuf ise çevresine bakındı. “Buralarda yalnız değiliz. İyi ki var
sınız.”
Bir Köyün Sıcaklığı
Akşam olduğunda, yorgun ve bitap dörtlü, küçük bir köye ulaştı.
Köylüler, dışarıdan gelenlere temkinli yaklaşsa da, Leyla’nın Azeri
olması ve Rauf’un sakin tavırları sayesinde sıcaklıkla karşılandılar.
Köyün yaşlıları, yıllar önce yaşanan trajedileri anlatırken gözleri
doldu. “Bu topraklarda kardeşlik var. Ama unutmak mümkün değil,”
dedi bir kadın.
128
Sessiz Sofra
Yusuf, “Unutmak değil, öğrenmek ve birlikte yaşamak,” dedi ka
rarlı bir sesle.
Gece Konuşmaları
Gece kamp ateşi etrafında, duygular daha da açıldı. Zepür, “Bu
yolculukta ilk kez kendimi tam anlamıyla ait hissettim,” dedi.
Leyla, “Sizle birlikte olmak, geçmişin yükünü hafifletti. Her ne
feste biraz daha özgür hissediyorum.”
Rauf, “Azerbaycan’dan buraya, acılarımız farklı olsa da, aynı
gökyüzünün altında ağladık.”
Yusuf, “Ve artık sadece geçmişin değil, geleceğin de koruyucuları
olacağız.”
Yeni Bir Karşılaşma
Ertesi sabah, yolun kıyısında beklenmedik birini gördüler. Orta
yaşlarda, uzun boylu, gri saçlı bir adam yaklaşırken, “Ben Rıza,”
dedi. “Bu toprakların hikayesini bilirim. Size yardım etmek istiyo
rum.”
Rauf, “Güçlü bir dost, karanlıkta ışık olur.”
Leyla, “Ne kadar fazla arkadaş o kadar güçlü bağ.”
Yusuf, “Hoş geldin Rıza. Birlikte yürümeye devam edeceğiz.”
Yusuf, Zepür, Leyla ve Rauf’la birlikte gece kampında ateşin et
rafına oturmuştu. Ateşin alevleri yüzlerini titrek ve sıcak bir ışıkla
aydınlatırken, her biri birbirinin gözlerinde hem yorgunluk hem de
kararlılık görüyordu. Geçmişin acı yüküyle bugünün belirsiz yolunu
aynı anda taşıyorlardı.
“Buraya kadar geldik,” dedi Yusuf, “ama daha çok yol var önü
müzde. Dikilitaş’taki o eski defter, sadece başlangıçtı. Osman Ağa’nın
ihaneti, bizim topraklarımızdaki daha derin yaralara işaret ediyor.”
129
Sessiz Sofra
Zepür mavi boncuğunu parmakları arasında oynatırken, “Her
adımda Siranuş’un ve Kemal’in hikayesiyle yüzleşiyoruz. Ama bu
toprakların bir başka dili daha var; cesaret ve direniş dili.”
Leyla gözlerini gökyüzüne dikti. “Biz sadece bir yolculuk yapmı
yoruz. Bu, kaybolanları bulmak, unutulanları hatırlatmak, kırılanları
onarmak.”
Rauf ise kampa getirdiği sıcak çaydan bir yudum aldı ve “Azer
baycan’da da benzer acılar yaşandı. Bizi birleştiren sadece tarih de
ğil, aynı zamanda umut. O yüzden bu yolculukta yanınızda olmaktan
gurur duyuyorum.”
1. Dağ Yollarında Mücadele
Ertesi gün, yolculuk ağırlaştı. Sarp dağ yolları ve keskin rüzgarlar,
dört kişiyi de sınadı. Özellikle Leyla’nın ayağı ince bir taşın üstüne
takılınca bir an için dengeyi kaybetti. Rauf hemen onu yakaladı, göz
göze geldiler. “Burada düşmek yok,” dedi yumuşak bir sesle.
Leyla hafifçe gülümsedi, “Biliyorum. Kalkmayı da öğrendim.”
Zepür yanlarından geçerken, “Güç, yalnızca beden değil; yürek
ister,” diye fısıldadı.
Yusuf, haritadaki bir işareti işaret etti: “Şu vadiye indiğimizde,
karşımıza çok önemli bir yer çıkacak. Burada toprakla, geçmişle ye
niden yüzleşeceğiz.”
Köyde Sıcak Karşılama
Gün batımına yakın, yorgun dörtlü küçük, unutulmuş bir köye
ulaştı. İlk başta köylüler kapılarını kapalı tutsa da, Leyla’nın Azeri
olması ve Rauf’un sakin duruşu sayesinde aralarındaki buzlar erime
ye başladı.
130
Sessiz Sofra
Yaşlı bir kadın, yüzünde derin çizgilerle geldi yanlarına. “Sizler,
uzun zamandır buraya gelmeyenler... Ama buralar kardeşliğin yur
du,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle.
Yusuf karşılık verdi, “Biz sadece geçmişin acısını değil, geleceğin
umudunu taşıyoruz.”
Kamp Ateşi Etrafında Gece Sohbetleri
Ateşin karşısında toplanan dörtlü, içini dökmeye başladı. Zepür,
“Uzun zamandır kendimi ilk kez böyle evimde gibi hissettim.”
Leyla gözlerini ateşe dikti, “Bu yol, bize ne kadar acı verirse ver
sin, içimizde büyüyen bağlar da o kadar kuvvetli.”
Rauf, “Azerbaycan’dan buraya uzanan hikayemiz, aslında bir ve
aynı. Farklı dillerde, farklı topraklarda yaşansa da kalplerimiz aynı
ateşi taşıyor.”
Yusuf sessizce dinledi, sonra “Birlikteyiz. Artık yalnız değiliz.”
Rıza’nın Ortaya Çıkışı
Sabahın erken saatlerinde, yol kenarında beklenmedik bir figür
belirdi. Gri saçları ve güçlü duruşuyla Rıza, “Bu toprakların sırlarını
taşıyorum. Size yardım edebilirim,” dedi.
Leyla ve Rauf birbirlerine baktılar, “Yeni bir dost,” dedi Leyla.
Yusuf elini uzattı, “Hoş geldin Rıza. Birlikte yol alacağız.”
Ertesi sabah, kamp sessizce uyanırken, uzaklardan gelen adım
sesleri dikkat çekti. Gözler yolun kıyısında beliren gri saçlı, derin
çizgilerle dolu yüzü ve bilge bakışlarıyla yaşlı bir adamı aradı. Rı
za’ydı o.
Yaklaştığında, yüzündeki yılların yorgunluğuyla karışık, kararlı
bir ifade vardı. Elindeki eski deri çantadan çıkardığı küçük bir sandık,
yol boyunca taşıdığı deneyimin simgesiydi adeta.
131
Sessiz Sofra
“Kardeşler,” dedi, sesi yorgun ama güçlü, “Bu toprakların hikaye
lerini, sırlarını, acılarını ve umutlarını uzun yıllardır biliyorum. Size
yardım etmek istiyorum.”
Leyla, gözlerinde tereddüt ve merakla, “Kimdir bu adam? Ne ka
dar güvenebiliriz?”
Rauf, Leyla’ya hafifçe dokunarak, “Bakışları geçmişin derinlikle
rini saklıyor. Bizim gibi yoldaş olabilir,” dedi.
Yusuf ayağa kalktı, elini uzattı: “Hoş geldin, Rıza. Yolumuzda güç
olacaksın.”
Rıza, elini sıkarken gözlerindeki sıcaklık ortaya çıktı. “Adım
Rıza. Doğma büyüme bu topraklarda değilim ama bu toprakların
acısını kalbimde taşıyorum. Dedem, yaşadığı topraklarda kaybolan
bir hikâyenin son tanığıydı. Beni buraya getiren de o hikâyeler.”
“Ne tür hikayeler?” diye sordu Zepür, merakla.
“Göçlerin, ihanetin, sevginin ve direnişin hikayeleri,” diye yanıt
ladı Rıza. “Bu topraklarda sadece tohumlar değil, sırlar da gömülü.
Ben o sırları bulup ortaya çıkarmak, unutulanları hatırlatmak için bu
radayım.”
Leyla, cesaretle konuştu: “Yolumuz uzun, düşmanlarımız çok.
Ama biz birbirimize kenetlendik. Bu senin bilginle, tecrübenle güç
lenecek.”
Rıza hafifçe gülümsedi: “Bir zamanlar ben de yalnızdım. Ama
şimdi sizinle birlikte, o yalnızlık sona eriyor. Size bir şey göstermek
isterim.”
Grup merakla takip etti Rıza’yı. Kampın yakınındaki yaşlı bir
ağacın altında, yıllar önce kazılmış ama unutulmuş bir haritaya
ulaştılar. Haritada, eski sınırlar, saklı geçitler ve eski yerleşimlerin
işaretleri vardı. Rıza, “Bu harita, dedemin bıraktığı miras. Bizi doğru
yola götürecek.”
132
Sessiz Sofra
Yusuf, gözlerinde yeni bir umut ışığıyla: “Artık yalnız değiliz. Bu
topraklar, artık bizim de evimiz.”
Rıza’nın gelişi, sadece yeni bir dostun katılması değildi. O, geç
mişin bilgeliği, bilginin gücüydü. Ve bu güç, onları bekleyen karanlık
ve aydınlıkta yol gösterici olacaktı.
Kampın etrafını saran soğuk gece havası, yıldızların parlaklığıyla
hafifçe dengeleniyordu. Yusuf, Zepür, Leyla ve Rauf, ateşin etrafına
dizilmişlerdi. Kampın sessizliğinde sadece ateşin çıtırtısı ve ara ara
çıkan rüzgar sesi duyuluyordu.
Tam o anda kampın kenarında, sakin ama kararlı adımlarla iler
leyen yaşlı bir adam göründü. Gri saçları gece ışığında gümüş gibi
parlıyordu. Bilge bakışları, yılların deneyimini taşıyor gibiydi.
Leyla yavaşça ayağa kalktı, hafifçe elini kaldırdı. “Selamlar, kim
dir bu?” diye sordu Yusuf’a bakarak.
Yusuf, gülümseyerek adama doğru uzandı: “Hoş geldiniz. Ben Yu
suf. Bizimle misiniz?” Yaşlı adam, hafifçe başını sallayarak: “Adım
Rıza. Bu toprakların dilini bilenlerdenim. Yardım etmek isterim.”
Rauf yanına yaklaştı, ellerini ovuşturarak: “Yolumuzda yeni bir güç
demek bu. Hoş geldin, Rıza.”
Zepür, boynundaki mavi boncuğa dokunarak hafifçe gülümsedi.
“Yolculuğumuz artık daha anlamlı olacak.”
Rıza’nın sessizliği, ateşin sıcaklığıyla birlikte ekibin ruhuna işliyor
du. Onun varlığı, uzun zamandır aradıkları bilgeliğin simgesiydi.
Leyla: “Bu yol zor olacak. Biliyorum, tecrübene ihtiyacımız var.
Ama bil bakalım, gençlik heyecanımızı söndürmek için gelmedin de
ğil mi?”
Rıza: (Gözlerini ateşin alevlerine diker) “Gençlik, ateş gibidir.
Eğer doğru yönlendirilmezse her şeyi yakar. Ama kontrollü bir ateş,
karanlığı aydınlatır.»
133
Sessiz Sofra
Rıza, bu topraklarda doğup büyümüştü. Dedesi, köyün en bilge
adamlarından biriydi. Gençliğinde ailesi, toprak anlaşmazlıkları yü
zünden parçalanmış; babasını kaybetmişti. O günden sonra Rıza, top
rağın sadece üzerinde yürünmesi gereken bir yer olmadığını, ruhların
ve tarihlerin saklandığı kutsal bir alan olduğunu öğrenmişti. Bu bilge
lik onu yıllar içinde yalnız ama güçlü bir adam yapmıştı.
2. Yol Üzerinde İlk Engeller ve Karakterlerin Sınanması
Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf ve yeni katılan Rıza, gündüzün kavu
rucu sıcağı altında uzun bir patikada yürüyordu. Etraflarında sadece
kurak toprak ve uzaklarda hafifçe yükselen dağlar vardı. Sıcaklık,
terin alnından süzülmesine neden olurken, yol boyunca birbirlerine
bakışları da bazen tereddütle doluydu.
Leyla, yürürken yanına yaklaşan Rıza’ya hafifçe fısıldadı: “Yol
ne kadar zorlu olursa olsun, senin bilgine güveniyoruz. Ama herkes
aynı yolda yürüyemez. Daha önce bu kadar zorlukla karşılaştın mı?”
Rıza, gözlerini uzaklara dikti, yavaş ve ağır bir sesle: “Bu toprak
ların hafızası acı dolu. Ben de gençken hem doğayla hem de insanla
savaşmak zorunda kaldım. Her darbede güçlendim. Ama bil ki, bu yol
sadece fiziksel değil, ruhun da sınavı.”
Rauf, hafifçe omuz silkerek: “Fiziksel sınavları geçeriz, önemli
olan içimizdeki yükü taşıyabilmek’’
Yusuf araya girdi: “Doğru söylüyorsunuz. Ben de dedemin mira
sıyla başa çıkıyorum. Her adımda bir sorumluluk, bir yük daha his
sediyorum.”
İlk Engel: Kayalık Geçit
Bir süre sonra yol, keskin kayalarla dolu dar bir geçide dönüş
tü. Burada ilerlemek zordu. Rauf önde ilerleyip güvenli yolları işaret
ederken, Zepür küçük taşların üzerinde dikkatle yürüyordu.
134
Sessiz Sofra
Zepür: “Burada dikkat etmeliyiz. Tek bir yanlış adım bizi aşağı
yuvarlayabilir.”
Rıza, tecrübeyle eliyle işaret ederek: “Öncelik, sakin kalmak. Ace
le etmemek. Bu geçitler hem bedenimizi hem de sabrımızı test eder.”
Sınanma Anı
Geçitten geçerken küçük bir taş yuvarlandı ve Leyla’nın ayağı
kaydı. Hemen Yusuf elini uzattı, onu tuttu. Göz göze geldiler; arala
rındaki bağ, kelimelere gerek kalmadan güçlendi.
Leyla (nefes nefese): “Teşekkür ederim... Bazen korkmak insanı
zayıf yapar, ama sen yanımdayken güç buluyorum.”
Yusuf (gülümseyerek): “Birlikte güçlüyüz. Her engel bizi daha da
birleştiriyor.”
Rıza’nın Değeri
Geçidi geçtikten sonra Rıza, durup ekibe dönerek: “Bu topraklar
da kaybolmadan ilerlemek için sadece güçlü olmak yetmez. Kökleri
mizi, tarihimizin izlerini bilmek gerekir. Ben size sadece yol gösterici
değil, aynı zamanda geçmişin kapılarını açan bir anahtar olacağım.”
Rıza’nın Gençliği
Geçmişe kısa bir yolculuk:
Genç Rıza, dedesinin yanında otururken ona eski toprak harita
larını gösteriyordu. Dedesi, haritanın üzerinde işaretlediği yerleri
anlatırken, “Her bir taş, her bir yol, atalarımızın hikayelerini taşır,”
demişti. O an Rıza, sadece haritalara değil, geçmişe ve köklerine bağ
lılığın önemini anlamıştı.
135
Sessiz Sofra
3. Leyla ve Rauf’un Kayıp Topraklar Yolculuğu
Kamp ateşinin titrek ışığı, gecenin karanlığında dans ederken,
Leyla ve Rauf, Yusuf ve Zepür’ün yanına yaklaştılar. Toprak kokusu,
hafifçe rüzgarla taşınan eski anıları ve yorgun bedenleri sarıyordu.
Leyla, elindeki not defterini yavaşça açtı, eski haritalara bakıyor
du. Gözleri zaman zaman donuklaşıyor, sonra birden kararlılıkla par
lıyordu.
Leyla (sessizce kendi kendine): “Her taş, her toprak parçası bir
hikaye saklıyor. Ben bu hikayeyi bulmak için geldim. Köklerimi an
lamadan geleceğimi inşa edemem.”
Rauf, ateşin karşısına oturdu, ellerini ısıtmak için ovuşturuyordu. Yü
zünde derin çizgiler vardı; savaşın ve hayatın izleri.
Rauf: “Burada olmak, bana savaşın sadece çatışmadan ibaret ol
madığını hatırlatıyor. Asıl savaş, ruhumuzun içinde veriliyor. Her
adımda acılarımızla yüzleşiyoruz.”
Yusuf (Rauf’a dönerek): “Bu topraklarda hayat bulan acılar ve
umutlar bizi birbirimize bağlıyor. Senin deneyimlerin, bize yol gös
terici olacak.”
Zepür, mavi boncuğunu parmakları arasında döndürüyordu, yü
zünde karışık duygular vardı.
Zepür: “Bu yol, sadece tarihimizin karanlığını aydınlatmakla kal
mayacak. Aynı zamanda kendi içimizdeki karanlığı da temizleyecek.”
Bir süre sessizlik oldu. Rüzgar, kampın etrafındaki kuru dalları
hışırdattı. Leyla yavaşça defterini kapattı ve diğerlerine baktı.
Leyla: “Her biri kendi acısıyla, kendi hikayesiyle buraya geldik.
Ama burada, birbirimize tutunmak zorundayız. Bu yolculuk, paylaş
tığımız bir kader.”
136
Sessiz Sofra
Rauf, ateşe küçük bir dal attı, alevler büyüdü.
Rauf: “Bu yolculukta yan yana olmak, sadece fiziksel değil, ru
hani bir bağ da kurmamızı gerektiriyor. Zor zamanlarda birbirimizi
anlamalı, desteklemeliyiz.”
Yusuf, derin bir nefes aldı ve devam etti:
Yusuf: “Benim için bu yolculuk, dedemle yüzleşmek kadar, ken
dimle de barışmak demek. Bu yüzden her birinizin varlığı çok değer
li.”
Leyla, hafifçe gülümsedi:
Leyla: “Beraber güçlüyüz. Acılarımız, anılarımız birleştiğinde bir
köprü kuruyor. O köprü, bizi umuda götürecek.”
Gece ilerledikçe, sohbet derinleşti. Herkes kendi hikayesin
den küçük parçalar paylaştı; eski anılar, kaybedilenler, umutlar ve
korkular…
4. Geçmişin Gölgelerinde
Sabahın ilk ışıkları yavaşça kampın üzerine doğuyordu. Soğuk
ve nemli havada, ağaçların yaprakları hafifçe hışırtı yapıyor, kamp
ateşinden yükselen duman yavaşça gökyüzüne karışıyordu. Yusuf,
Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza, genişçe açtıkları eski haritanın etrafında
oturmuş, sessizce düşüncelere dalmışlardı.
Rıza, haritaya gözlerini dikti, ardından bir an gözlerini kapattı.
Nefesini derinleştirdi, sözlerine başladı:
Rıza: “Bu topraklar... Benim için sıradan bir yer değil. Çocuklu
ğumun anıları, dedemin öyküleriyle dolu. Dedem anlatırdı, Osman
Ağa ile Reşat Bey’in topraklarını nasıl paylaştıklarını, ama gerçekler
her zaman yüzeye çıkmazdı.”
137
Sessiz Sofra
Leyla hafifçe yana eğildi, meraklı bir sesle sordu:
Leyla: “Dedemin anlattıkları hep masallar gibiydi. Senin dedenle
Osman Ağa arasında ne yaşandı?”
Rıza’nın yüzündeki çizgiler derinleşti.
Rıza: “Dedem çok gençti o zamanlar. Ailelerimiz aynı köydeydi,
birlikte çalışırlardı. Ama 1915’in gölgesi her şeyi değiştirdi. Osman
Ağa’nın ailesi topraklarını genişletmek için bazı karanlık anlaşmala
ra girdi. Dedem, o karanlıkta kalan bir tanıktı. Babam büyürken hep
öğüt verdi: ‘Doğruyu ara, ama geçmişin yükünü de taşıyacaksın.’”
Yusuf, haritanın üzerine parmağını koydu:
Yusuf: “Bu harita, 1915’ten kalan bir hatıra. Emine’nin sandığın
dan çıkan o eski parça. Her adımı takip edersek, gerçekler açığa çı
kacak.”
Rauf, hafifçe gülümseyerek söz aldı:
Rauf: “Adalet, bazen yüzyıllar sonra gelir. Ama asıl mücadele,
içinde taşıdığın yükü kabul etmektir. Bu yolculukta yalnızca toprak
değil, geçmişimizle de yüzleşiyoruz.”
Zepür, mavi boncuğunu avucunda hafifçe döndürürken, sessizce
ekledi:
Zepür: “Geçmiş, bazen en büyük düşmanımız olur. Ama aynı za
manda en büyük öğretmendir.”
Leyla, gözleri parıldayarak:
Leyla: “Ve biz, bu topraklarda yeni bir sayfa açıyoruz. Kardeşlik,
acının ve ihanetin üzerine yazdığımız bir kelime olacak.”
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Rıza, hafifçe ayağa kalktı ve anlat
maya devam etti:
Rıza: “Çocukluğumda, dedem beni ormanlarda gezdirirdi. Bize
toprakla nasıl dost olunur, bitkilerle nasıl konuşulur öğretirdi. O za
manlar anlamazdım ama şimdi görüyorum ki, o bilgi bize bu yolcu
138
Sessiz Sofra
lukta kılavuz olacak. Hem doğa, hem insan... İkisi de karmaşık ve
kırılgan.”
Yusuf gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı:
Yusuf: “Dersim tohumu… Siranuş’un bize bıraktığı umut… Bu
topraklarda filizlenmeli. Belki de bizler, sadece mirasın değil, barışın
da taşıyıcılarıyız.”
Rauf, tebessümle:
Rauf: “Bir tohum, büyür ve meyve verir. Ama önce toprağın de
rinliklerinde kök salmalı. Biz de bu yolculukta köklerimizi sağlam
laştırıyoruz.”
Zepür hafifçe gülümseyerek:
Zepür: “Zor zamanlarda, birbirimize tutunmalıyız. Geçmiş ne ka
dar karanlık olursa olsun, birlikte yürürsek aydınlık yol buluruz.”
Leyla, gözlerindeki kararlılıkla:
Leyla: “Evet, farklı geçmişlerimiz var ama aynı geleceğe yürüyü
yoruz. Bu, bizi güçlü kılıyor.”
Rıza’nın Çocukluk Anısı
O akşam kamp ateşinin etrafında otururken, Rıza anılarını pay
laştı:
“Dedemle ormanda yürüyorduk. Bana bir gün, ‘Toprak, senin
en eski dostundur’ demişti. ‘Ona saygı duy, çünkü içinde geçmişin
sırlarını saklar.’ Bir keresinde, ormanın derinliklerinde kaybolduk.
Korkmuştum ama dedem sakin ve bilgeydi. O an anladım ki, hem
toprak hem de insanlar, zorluklarla karşılaştıklarında sakin kalabilen
leri ödüllendirir.”
Leyla ve Rauf bu anıya hayranlıkla baktılar. Yusuf ve Zepür ise
birbirlerine anlam dolu bakışlar attılar. Ekip, sadece bir yolculuk de
ğil, aynı zamanda içsel bir keşif sürecindeydi.
139
Sessiz Sofra
Leyla ile Rauf Arasındaki Farklılıklar
Leyla, zengin bir şehir ailesinden gelmiş, eğitimli ve idealist bir
kadın. Rauf ise kırsal kökenli, pratik, hayata doğrudan bakan biri.
İkisi zaman zaman görüş ayrılıkları yaşar.
• Leyla: “Bu yolculukta sadece fiziksel değil, zihinsel sınavlar
dan da geçeceğiz. Geçmişi anlama ve anlatma konusunda daha hassas
olmalıyız. Tarih sadece toprakta değil, kalplerde de yazılı.”
• Rauf: “Leyla, tarih önemlidir ama pratik olmak gerek. Bizim
işimiz ayaklarımızın altındaki toprağı kazanmak, mücadele etmek.
Çok fazla düşünürsek, ayağımız takılır.”
Bu tartışma, Yusuf’un araya girmesiyle yumuşar:
• Yusuf: “İkinizin de haklı olduğu yerler var. Zorluklarla müca
dele ederken birbirimizi dinlemek zorundayız.”
Gece boyunca kamp ateşi çevresinde, Rıza, eski bir dostundan
bahseder:
• “Uzun zaman önce, en yakın arkadaşım Ahmet bu topraklarda
haksızlığa uğradı. Beraber büyüdük ama o zamandan beri
görüşemedik. Eğer bu yolculuk bittiğinde onu bulursam, ona hesabını
soracağım.”
Leyla merak eder:
• “Ahmet kimdi, ne yaşandı?”
Rıza, gözlerini uzaklara diker:
• “Bir zamanlar birlikte çalıştığımız bir çiftçiydi. Ama toprak
kavgasında ihanet gördü. O günlerden beri dostluklar kolay kurulmaz
bu topraklarda.”
3. Zepür ve Leyla Arasında
Zepür, Leyla’ya mavi boncuğun anlamını anlatır:
140
Sessiz Sofra
• Zepür: “Bu boncuk, sadece bir süs değil. Bize geçmişimizin
acılarını, umudunu ve sevgisini hatırlatıyor. Senin gibi biriyle bunu
paylaşmak, yolculuğu daha anlamlı kılıyor.”
Leyla hafifçe gülümser:
• “Bu yolculukta bir aile gibi olduk. İyi günde kötü günde yan
yanayız.”
5. Sınır Taşı: Kayıp Belgelerin Gölgesinde
MEKÂN: Türkiye–Suriye sınırına yakın, terk edilmiş bir karakol
kalıntısı. Gecenin ortası. Yağmur çiseliyor, ay bulutların ardından zar
zor görünüyor.
Yolun En Tehlikeli Noktası
Kafile, gece vakti, sınırın kıyısında, haritaya işaretlenmemiş eski
bir geçitten geçmek zorundadır. Zepür önde, Yusuf yanında. Rauf gö
zünü dağlara dikmiş, Leyla içindeki huzursuzluğu bastırmaya çalışır.
Rıza ise sessiz, geçmişte kalmış bir hatırayı kurcalamaktadır.
Yusuf (sessizce): “İşte burası. Siranuş’un günlüğünde ‘siyah taşın
oradaki geçit’ diye bahsettiği yer.”
Rauf: “Bu bölge, bir zamanlar kaçakçılar için kullanılırdı. Şimdi
bile tehlikeli. Ama başka yol yok.”
Leyla: “Tehlike hep vardı. Bizi buraya getiren inançsa, döndüre
cek olan da yine o olacak.”
Rıza (fısıltıyla): “Ben burayı tanıyorum... Yıllar önce kardeşimle
birlikte kaçmaya çalıştık. Ama o... sınırı geçemedi.”
Zepür Rıza’ya yaklaşır.
Zepür: “Sadece sen geçtin mi?”
Rıza (gözleri dolarak): “O kurşun sesini duymadan hemen önce
elimi tutuyordu. O elin sıcaklığı hâlâ avucumda yanıyor.”
141
Sessiz Sofra
Yıkılmış Karakolda Bulunan Gizem
Geçidin ötesinde terk edilmiş bir karakol binasına sığınırlar. Bi
nanın bodrum katında, su altında kalmış metal bir sandık bulurlar.
Rauf ve Yusuf birlikte çıkarırlar. Zorlanarak açıldığında içinden şun
lar çıkar:
• 1915 tarihli Osmanlıca belgeler: Yerel toprak satış anlaşmaları.
• Reşat Bey’in imzası olan bir belge: “Siranuş’a ait mülklerin
temlik devri.”
• Ve en önemlisi: Siranuş’un Halep’e götürülürken yazdığı, ama
günlüğünde yer almayan ek bir mektup.
Leyla (titreyerek mektubu okur): “...Bu mektup eline geçerse, bil
ki seni hiç unutmadım Kemal. Eğer biri beni bulursa, bizim adına
dikilecek bir çınar isterim. Yalnızca sevda için değil, adalet için kök
salsın.”
Zepür: “Bu belge... bizi bekleyen davada her şeyi değiştirebilir.”
Güven Krizi ve Dostluk Sınavı
Rauf, belgeleri saklamak ister. “Gerekirse kullanırız,” der. Ama
Leyla buna karşı çıkar. Ekip arasında gerilim artar.
Leyla: “Bu bir sır değil artık. Bu adaletin kendisi.”
Rauf (öfkeyle): “Ve adaletin nasıl işlediğini iyi biliyorsun. Bu bel
geler açıklanırsa bazı yerel aileler bize düşman kesilir!”
Rıza (sakin ama sert): “Gerçek, kimseye ait değildir. Ne saklar
sanız o sizi saklar. Ama eğer ortaya çıkarırsanız, toprağın hafızası
uyanır.”
Yusuf araya girer ve belgelerin bir kopyasının çıkarılması, oriji
nallerin saklanması konusunda ekibi uzlaştırır.
142
Sessiz Sofra
Gecenin Sonu: Ateş Etrafında
Dışarıda yağmur dindiğinde küçük bir ateş yakarlar. Herkes bir şey
söylemeden oturur. Ateşin çıtırtısı arasında Leyla sessizce konuşur:
Leyla: “Bu topraklar... sadece sınır değil. Ruhlarımızın da geçmesi
gereken eşikler varmış.”
Zepür Yusuf’un omzuna yaslanır. Rauf, elindeki bıçağı toprağa
saplar. Rıza gözlerini gökyüzüne kaldırır.
Rıza: “Bu gök kubbe altında yalan olmaz. Biz doğrularla yürüyo
ruz. Yürüyelim... nereye kadar gidecekse.”
6. Sahne – Köklerin Peşinde, Kendine Doğru
Rauf’un rehberliğinde, ekibin yolu Mezopotamya’nın uçsuz bu
caksız kırsalına uzanıyordu. Eski bir kervan yolunu takip ederek iler
lerken, Leyla’nın gözleri her taşta bir hatıra arar gibiydi. Uzaklarda
görünen bir meşe ağacının gölgesinde mola verdiklerinde, Rıza ce
binden bir mendile sarılı küçük bir defter çıkardı. Defter, annesinden
kalan, unutulmaya yüz tutmuş toprak bilgileriyle doluydu.
“Bu toprak... hem acı hem umut saklar,” dedi Rıza. Yusuf ona yak
laştı, gözlerinde saygı vardı. “Sen bu bilginin bekçisisin,” dedi. Rıza
gülümsedi, ama gözleri hüzünlüydü. “Ben bir bekçiyim, evet. Ama
geçmişimin gölgeleriyle birlikte.”
O sırada Leyla, ağacın gövdesine yaslanmışken bir çocukluk anı
sıyla sarsıldı. Küçükken, annesinin ağladığını görmüştü bir sabah.
Annesi ellerinde eski bir mektubu tutuyordu. Mektubun ucunda şu
satırlar vardı: “Sakın kimseye söyleme. Bizden biri değiller.” Leyla iç
çekti. Şimdi o mektubun anlamını ilk kez bu kadar net hissediyordu.
Rauf, Yusuf’un yanına geldi. “Bu yol... beni anneme daha çok
yaklaştırıyor. Eskiden utanırdım onun geçmişinden. Ama şimdi, onun
suskunluğu bile bana bir tarih gibi geliyor.”
143
Sessiz Sofra
Yol yeniden başladığında, iç yolculuk daha ağırdı. Adımlar ilerli
yor, ama kalpler geçmişin izleriyle derinleşiyordu.
7. Sahne – Kayıp Harita: Gömülü Tarihin Peşinde
Sabah güneşi, sisle kaplı vadinin üzerinden yükselirken, ekibin göz
leri önünde yeni bir gün belirdi. Islak toprak çamura dönüşmüş, gece
boyunca yağan yağmur rotayı belirsiz kılmıştı. Ancak Rıza’nın elinde
ki el yapımı ahşap kutu, sanki geçmişten gelen bir çağrıyı taşıyordu.
Kutu, Rıza’nın babasından kalmaydı. İçinde, Osmanlı dönemi
ne ait, elle çizilmiş bir haritanın parçaları vardı. Bu harita, Rıza’nın
çocukluğundan beri koruduğu, ama anlamlandıramadığı bir mirastı.
Şimdi, Yusuf’un pusulası ve Siranuş’un günlüğündeki ipuçlarıyla
birleşince; gözler önüne gizlenmiş bir güzergâh çıkıyordu: Unutulmuş
bir Ermeni mezrası – “Aranavank”.
Zepür haritayı incelerken, “Bu ad, annemin anlattığı efsanelerde
geçiyordu,” dedi. “Kaybolan bir kadınlar köyü... orada yaşayan her
kesin iz bırakmadan yok olduğu söylenirdi.”
Rauf, haritadaki sembolleri yorumlamaya çalıştı. “Buradaki
işaret... yedi kollu bir nar ağacını gösteriyor. Bu simge, Ermeni di
renişinin bir işaretiydi. Muhtemelen o köyde bir arşiv ya da kutsal
nesne saklanıyor.”
Yusuf gözlerini kıstı. “Ve biri bunu ortadan kaldırmak istemiş ola
bilir.”
Rıza başını eğdi. “Babam bu haritayı çizerken bir şey söylemişti.
‘Bu topraklar, toprağa emanet edilmiş hikâyelerle dolu.’ Şimdi anlı
yorum.”
Bu yeni hedef, ekip için hem umut hem de tehlike anlamına ge
liyordu. Haritada işaretli geçidin, modern haritalarda yer almaması
işleri daha da zorlaştırdı. Yol, terk edilmiş tarlalardan, definecilerin
yağmaladığı alanlardan ve askerî kontrol noktalarından geçiyordu.
144
Sessiz Sofra
Öğleden sonra, ufukta yakılmış bir köyün silueti belirdi. Yanmış
evlerin iskeletleri arasında sadece bir yapı ayakta kalmıştı: taş duvar
lı, minyatür bir manastır.
Manastırın içine girdiklerinde taş duvarlara kazınmış yüzlerce
isim gördüler. Kadın isimleri. Her birinin altına bir tarih, çoğunlukla
1915 ya da 1916 kazınmıştı.
Leyla gözyaşlarını tutamadı. “Bu... bir kayıt defteri. Bu köyde ka
dınlar ölüme değil, hatırlanmaya hazırlanmış.”
Manastırın iç kısmında, kapalı bir taş kapak buldular. Rauf ve Yu
suf onu kaldırdığında, altından küçük bir tünel açıldı. Rıza el fenerini
yakarak öne geçti. Tünel nemliydi, taş duvarları yosunla kaplıydı ama
sonunda bir odaya açılıyordu: Arşiv odası.
Tozlu raflarda sayısız defter, el yazması ve mühürlü mektup vardı.
Zepür dikkatle bir kutuyu açtı. İçinden çıkan zarfın üzerinde annesi
nin adı yazıyordu: “Meline Zartaryan.”
Mektupta şöyle yazıyordu:
“Kızım Zepür, bu satırları hiç okuyamayabilirsin. Ama bir gün bu
toprağın bir çocuğu olur da seni bulursa, bil ki seni sakladım. Bu köy
de sadece kadınlar değil, umudun da hatırası kaldı. Bir gün özgürlük
uğruna yola çıkan herkes buraya dönecek.”
Zepür mektubu okuduktan sonra uzun süre konuşamadı. Yusuf el
lerini onun ellerine koydu. “Artık geçmiş sadece yük değil. Yol gös
terici.”
Ekip, arşivin önemli parçalarını yanlarına aldı. Çıkarken Mariam,
taş duvara bir şey kazımaya başladı: küçük bir kuş figürü ve yanına
tek bir kelime: “Hayat.”
8. Sahne – Aranavank’taki Sessiz Çan: Kadim Bir Tanıklık
Sisli dağ yollarını geçerek, günün en serin saatlerinde, Arana
145
Sessiz Sofra
vank’ın kalıntılarına ulaştılar. Mevsimlerin unuttuğu bu vadi, derin
bir sessizlikle karşıladı onları. Ağaçlar yosun tutmuş, taşlar zamanla
şekil değiştirmişti. Fakat yer yer korunmuş sütunlar, harabe hâline
gelmiş taş yapılar ve üst üste yığılmış mezar taşları; buranın bir za
manlar yaşamla dolu olduğunu fısıldıyordu.
Rıza yere çömeldi, elini toprağa koydu. “Burası... burada bir
zamanlar ses vardı. Ezgiler yükselirdi. Kadınların elleriyle işlediği
umutlar vardı.”
Zepür taş sütunlara yaklaşarak, birine parmak uçlarıyla dokundu.
Üzerinde, Ermenice harflerle işlenmiş bir dua duruyordu. “Söz uçsa
da taş kalır,” dedi fısıltıyla. “Siranuş’un halkı burada bir zamanlar
hayal kurmuş.”
Yusuf, merkeze yakın bir taş kulenin kalıntılarına yöneldi. İçeride,
devrilmiş bir çan, sessizce yatıyordu. Rauf, çanın yanına geldiğinde
dudağını ısırdı. “Bu çan, bir zamanlar bayramı, ölümü ve kurtuluşu
aynı anda haber veriyordu.”
Leyla içeri girdi, kulenin çatısına göz attı. “Hâlâ ayakta kalan bu
kubbe... tanık olmuş olmalı her şeye.”
O sırada Mariam, taş yığını arasında yuvarlak, taş bir kapağın ke
narını fark etti. Hep birlikte kapağı kaldırdıklarında, aşağıya inen bir
merdiven ortaya çıktı. Yusuf öne atıldı. “Bir sığınak... ya da bir arşiv.”
Aşağıya indiklerinde, mum ışığında parlayan duvar yazıları göz
lerine çarptı. İçerideki hava nemli ve ağırdı. Taş nişlerin içinde üst
üste yerleştirilmiş elyazmaları, defterler ve mühürlü sandıklar vardı.
Leyla, titreyen elleriyle bir defteri açtı. Gözleri büyüdü.
“Bu... Aranavank’ın anneler arşivi! Kadınların doğum, ölüm, dü
ğün kayıtları... gelenekleri... ve tehcir günlerinde yazdıkları!” dedi.
“Bu, sadece tarih değil. Yaşanmışlık.”
Zepür gözyaşlarını tutamadı. “Biz sadece torunlar değiliz. Biz bu
sözlerin devamıyız.”
146
Sessiz Sofra
Tam o anda, dışarıdan bir gürültü yükseldi. At sesleri, hızlı adım
lar. Yusuf hızla yukarı çıktı. Vadinin girişinde, ellerinde silah taşıyan
iki adam görünüyordu. Yabancıydılar ama yüzlerinde tanıdık bir kin
vardı. Rauf sessizce Yusuf’un yanına geldi.
“Yine birileri bu sessizliği bastırmak istiyor,” dedi.
Yusuf başını salladı. “Ama artık sessiz kalmayacağız.”
9. Sahne – Anne Taşı: Mezarlar Ve Miraslar
Aranavank’taki çan sesiyle uzaklaştırılan tehlike, vadide bir hu
zur bıraktıysa da yüreklerdeki dalga hâlâ çalkalanıyordu. Sabahın ilk
ışıkları taş duvarlardan süzülüp çatlak zeminlere düşerken, ekip ken
dilerini yeni bir yol ayrımının eşiğinde buldu.
Yusuf, Siranuş’un günlüğünde bahsettiği “anne taşı”nın izini sür
mek üzere pusulasını çıkarıp haritayı açtı. “Buradan sadece bir gün
lük yürüyüş uzaklıkta,” dedi. “Ama bu yürüyüş bizi yüz yılın gerisine
taşıyacak.”
Leyla sessizce omuz çantasını sırtına geçirdi. “Anne taşı... annesiz
kalmış toprakların mezar taşı belki de.”
Rauf, Zepür’e dönerek gülümsedi. “Hazır mısın? Bu sefer yol
belki acıtacak ama iyileştirecek de.”
Zepür başını salladı. “Yol acıtmıyorsa, doğru yolda değilizdir.”
Rıza, bastonunu yere vurdu. “Bu yol yalnızca ayaklarla değil, yü
rekle geçilir.”
Yolda, yaşlı ağaçlar ve söğütlerin arasında ilerlerken, çamurun
altında taşlarla örülmüş eski bir köprüye geldiler. Köprünün taş
larına işlenmiş Ermenice yazılar silinmişti ama bazı harfler hâlâ
okunabiliyordu. Rıza eğilip yazıya parmaklarıyla dokundu:
“‘Mayrigin Darguti’... Anne’nin Duası,” dedi. “Burası sadece bir
köprü değil. Yas tutanların geçtiği yer.”
147
Sessiz Sofra
Yürüyüşlerinin sonunda ulaştıkları küçük bir düzlükte, yalnız bir
taş duruyordu. Taşın üstü yosunla kaplıydı, çevresinde hiçbir yapı ya
da mezar yoktu. Ama taşın kendisi, başlı başına bir anıttı. Siranuş’un
bahsettiği “anne taşı” oydu.
Zepür taşın önüne diz çöktü. Parmağıyla yosunları temizlediğin
de, eski bir yazı belirdi:
“Mayrig Siranuş – Sevda sürgünü, toprak annesi.”
Bir sessizlik oldu. Ardından Mariam sessizce yanlarına geldi.
Elinde, önceki gece avuçlarında sakladığı küçük nardesin fidesi vardı.
“Bunu buraya dikelim,” dedi.
Yusuf kazma işini üstlendi. Zepür ve Leyla toprağı açarken, Rıza
taşı onardı. Rauf taşın çevresine yaban mersini dalları dizdi. Bir ritü
eldi bu, ama içinde nesillerin yasını ve duasını barındıran bir ritüel.
Zepür, nardesini toprağa ekerken fısıldadı:
“Senin kökün burada kaldı, biz dallarını başka topraklara taşıya
cağız.”
Yusuf, taşı okşayarak ekledi: “Artık bu taş, sadece senin değil.
Bizi de taşıyacak.”
Kökler ve Aynalar
Toprak, nardesin çiçeğini sessizce kabul ederken gökyüzünde be
liren ince bir sis tabakası tüm vadiyi yavaşça sarıyordu. Zepür, dizle
rinin üzerine çökmüş, nardesin etrafına serpilmiş toprakla oynuyor
du. Parmağının ucunda kalan nem, gözpınarlarına sızan yaşla aynı
dokudaydı. Yusuf, başında durdu; konuşmadı, sadece oradaydı. Onun
varlığı, kelimelere ihtiyaç bırakmayan bir sükûnet taşıyordu.
Rauf biraz geride durmuş, taşı çevreleyen eski taşlara göz gezdi
riyordu. “Bu bölge... sadece bir mezar değil. Bakın,” dedi, taşın biraz
ilerisini işaret ederek. “Burada başka taşlar da var. Üzerleri düzleşti
rilmiş, ama zamanla gömülmüşler.”
148
Sessiz Sofra
Leyla, çantasından küçük bir fırça çıkardı. Hemen eğildi, taşın
üzerini nazikçe süpürmeye başladı. Rıza yanına geldi. “Saklı bir me
zarlık olabilir. Toprak burada konuşmak istiyor.”
Yavaş yavaş ortaya çıkan taşlar, eski bir Ermeni kadınlar mezar
lığını işaret ediyordu. Her taşta kısa dualar, bazen sadece isimler, ba
zen bir el izi vardı. Rıza, yılların yorgunluğunu taşıyan ses tonuyla
konuştu:
“Bu taşların altında yatanlar... belki de kendi ailemizin izleri. Be
nim büyükannem, 1915’te Halep’e götürüldüğünde yanında bir kız
çocuğu varmış. Küçük kız iz bırakmadan kaybolmuştu. Bazen... Ma
riam’ın gözlerinde o çocuğun yansımasını görüyorum.”
Mariam birkaç adım ötede taşlardan birine sarılmıştı. Gözleri ka
palıydı. Sanki taşın ruhuyla konuşuyordu.
Zepür, taşı okşarken fısıldadı: “Bir gün, torunlarımız da bu taşları
okurken bizim izimizi sürecek. Biz sadece geçmişin değil, geleceğin
de anlatıcılarıyız.”
Yusuf’un cebinden Siranuş’un günlüğü düştü. Tam eğilip alacakken,
günlüğün arasından küçük bir fotoğraf kaydı yere. Sararmış, kenarları
yıpranmış karede genç bir kadın bir tarlada durmuştu. Arkasında,
Yusuf’un daha önce görmediği bir not vardı:
“Bu toprakta gömdüğüm her kelime, bir gün yankı bulacak. Beni
arayanlar, beni sesimde değil; toprağın çığlığında bulacak.”
Yusuf notu okurken elleri titredi. “Bu... sadece annemin değil. He
pimizin geçmişi buraya gömülmüş.”
Rauf hafifçe başını eğdi. “Ve artık biz, bu gömülü gerçeğin kazı
cılarıyız.”
**
Tam o sırada, uzaklardan yükselen bir motor sesi duyuldu. Ekip
sessizleşti. Vadinin kenarında, toz bulutlarıyla birlikte yaklaşıp duran
149
Sessiz Sofra
siyah bir cipten silahlı üç adam indi. Üzerlerinde üniforma yoktu ama
gözlerinde iktidarın soğukluğu vardı.
Leyla, hemen çantasını kapatıp Mariam’ı arkasına aldı. Yusuf ileri
çıktı.
En öndeki adam, çatık kaşlarla Yusuf’a seslendi:
“Burada ne işiniz var? Bu bölge yasaklı. Kazı yapmak yasaktır.”
Yusuf sakin ama net konuştu. “Kazı değil. Dua ettik. Atalarımızı
andık.”
Adamların lideri, bir an için etrafa baktı. Sonra gözleri nardesin
çiçeğine ilişti. Toprağa yeni dikilmiş, narin ama dirençli. Küçük bir
gülümsemeyle başını eğdi.
“Dualar... bazen en büyük kazıdır.”
Sürpriz şekilde aralarından çekildiler ve geldikleri gibi gittiler.
Belki nardesin çiçeği, belki de bu toprağın eski ağırlığı onları sindir
mişti.
Gün biterken grup tekrar yürüyüşe hazırlandı. Ama bu kez sadece
bedenleri değil, taşıdıkları hafıza da ağırlaşmıştı.
Rauf sırt çantasını yüklenirken kendi kendine mırıldandı: “Yü
rüdükçe taşırız geçmişi. Ama her adım, onun ağırlığını biraz daha
anlamlı kılar.”
Ve grup, bir mezarın başında dikilen nardesinin sessiz tanıklığın
da, yola yeniden koyuldu.
İç Hesaplaşmalar ve Gölgedeki̇ Gerçekle
Nardesin çiçeği, akşamın serinliğinde hafifçe eğilmişti. Çiçek san
ki konuşur gibiydi: “Her yaşam bir iz, her kayıp bir yankıdır.” Grup,
taşın etrafından yavaşça uzaklaşırken kimse ilk sözü söylemeye ce
saret edemedi.
150
Sessiz Sofra
Zepür, başını öne eğmiş, Yusuf’un birkaç adım gerisinden yürü
yordu. Gözleri kızarmıştı ama ağlamıyordu. Sessizliği, yalnızca içten
içe bastırdığı bir sitemden kaynaklanıyordu. Nihayet, durdu ve Yu
suf’a seslendi:
“Sence biz gerçekten Siranuş’un izinden mi gidiyoruz… yoksa
sadece kendi vicdanımızı temize çekmek için mi bu yoldayız?”
Yusuf irkildi. O soruda, yalnızca bir düşünce değil; Zepür’ün ken
disine ve geçmişine dair köklenen bir huzursuzluk vardı.
“Bilmiyorum,” dedi Yusuf yavaşça. “Ama şunu biliyorum… eğer
biz yürümezsek, bu toprak bir daha kimseye konuşmayacak.”
Zepür gözlerini yere dikti. “Toprak hep konuşur Yusuf. Asıl
mesele... dinleyen olup olmamamız.”
Rauf, bu diyaloğu duyunca geride kalan Rıza’nın yanına geçti.
Fısıldadı:
“İşte bu yüzden korkuyorum. Bu yolculuk, bizi bir araya getirdi
ama aynı hızla da birbirimizden uzaklaştırabilir.”
Rıza hafifçe gülümsedi. “Rauf… senin içinde çok fazla geçmiş var.
Ama bil ki insanlar geçmişiyle değil, onunla ne yaptığıyla tanınır.”
Bu sırada Leyla, Mariam’a göz kulak olmaya çalışıyordu. Fakat
Mariam, daha birkaç saat önce tanık olduğu askeri araç ve adamların
bıraktığı gerilimi üzerinden atamamıştı. Annesinin kaybı, köyünün
bombalanması, sonra buradaki taşların arasından yükselen kimlik kı
rıntıları…
“Bazen,” dedi Mariam usulca, “hiç kimse olmak istiyorum. Ne
birinin kızı, ne bir halkın temsilcisi. Sadece... kaybolup gitmek isti
yorum rüzgârla.”
Leyla, dizlerinin üzerine çöktü, Mariam’ın göz hizasına indi.
“Ama sen kaybolamazsın. Çünkü senin gözlerinde annenden kalan
bir iz var. Sen, sadece kendin için değil... bizim için de yürüyorsun.”
151
Sessiz Sofra
Yusuf, grup biraz ilerledikten sonra ansızın durdu. Gömleğinin
cebinden Siranuş’un mektubunu çıkardı. Okudukça mektubun satır
aralarına sinmiş suçluluk duygusu içini ezdi. Sanki her kelime, dede
sinin suskunluğunu tokat gibi yüzüne vuruyordu.
“Ben Kemal’in torunuyum... ama bu bana adaleti savunma hakkı
verir mi, yoksa onu susturma sorumluluğu mu yükler?” diye düşündü.
Rauf, yanına gelip elini Yusuf’un omzuna koydu.
“Senin deden Siranuş’a ihanet etmiş olabilir... ama sen her adımda
onu savunuyorsun. Bunu yapabilen bir torun, geçmişin kefaretidir.”
Gece, vadinin üstüne çökerken karanlık sadece gökyüzünü de
ğil, içlerindeki karmaşayı da örttü. Ama her biri, kendi yalnızlığı
na rağmen diğerinin yanında yürümeye devam etti. Ve bu, sessizce
büyüyen bir bağlılıktı.
Aynı anda uzaklardan bir baykuş sesi yükseldi. Rıza, başını kal
dırdı:
“Geceye yol gösteren sesler vardır. Onlar, doğru zamanda doğru
yola çeker insanı. Biz de onlardan biriyiz. Geceye karışsak bile... se
simiz yankılanacak.”
10. SAHNE – KAYIP DEFTER, KAZANILAN GERÇEKLER
Zepür, eski bir taş yapının içinde bulduğu kırık tahtanın altına eğil
di. Parmakları bir bezle sarılmış eski bir deftere dokunduğunda gözleri
doldu. Yusuf hemen yanına geldi. “Ne buldun?”
“Bu... büyükannemin defteri olabilir. Sayfaları hala kokusunu ta
şıyor,” dedi Zepür. Defterin ilk sayfasında şu yazıyordu:
“Eğer bu satırları bir torunum okuyorsa, bil ki suskunluk bir suç
değildir ama uzun süren suskunluk adaletsizliktir. Beni dinle.”
Leyla yaklaştı. “Defterin sesi, bizim suskunluğumuzun yerini ala
cak.”
152
Sessiz Sofra
Rıza duvardaki taşlara dokunarak bir işaret aradı. “Burası bir zikir
yeriydi. Belki dualar değil ama geçmişin çığlığı bu taşlara işlemiştir.”
Rauf, gözleri dolu bir halde dışarı çıktı. Uzakta görünen eski bir
kuyuya yürüdü. “Annemin son sözü burasıydı. ‘Bir gün kuyunun sesi
sana geçmişi anlatır,’ demişti.”
Kuyunun başında beklerken, birden rüzgâr döndü. Kuyunun için
den yankılanan bir uğultu geldi. Yusuf, Zepür’e döndü. “Geçmiş bize
susmuyor. Bize bakıyor.”
11. SAHNE – ANIT GÖLGESİNDE TANIKLAR VE TANI(K)
LIKLAR
Gün, turuncu ve kızıl tonlara bürünürken, gökyüzü dağların arka
sında ağır ağır devriliyor, gölgeler yere düşerken göğüslerdeki sırlar
da birer birer çözülmeye başlıyordu. Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf, Rıza
ve Mariam; taş döşeli bir patikadan yürüyerek yükselen bir tepeye
doğru ilerliyordu. Tepenin tam ucunda, yosun tutmuş bir Ermeni haçı
ile Arapça ve Türkçe yazıtların bir arada bulunduğu eski bir anıt yük
seliyordu. Çatlamış mermerin üzerinde üç isim kazınmıştı: “Siranuş – Kemal – Bilinmeyenlerin Hatırasına.”
Sessizlik içinde çevresine dizildiler. Mariam bir taşın üstüne çıkıp
çantasından kırmızı bir kumaş çıkardı. El işçiliğiyle dikilmiş, anne
sinden yadigâr bir ‘barış bağı’. Kumaşı haçın etrafına doladı. “Bu,
tüm kaybolanlara,” dedi fısıltıyla.
Rauf cebinden eski bir sigara kutusu çıkardı. İçinden, annesinin
yıllar önce gizlice yazdığı bir notu ve küçük bir halhal parçası aldı.
“Annem, annesinin bir Ermeni olduğunu son nefesinde söylemişti.
Ama ben utandım. Şimdi utanmak değil, sahip çıkma zamanı,” dedi.
Sesi titriyordu.
Leyla, elindeki günlüğü havaya kaldırdı. “Bu yazılar, sadece geç
mişin değil, bugünümüzün de aynası. Siranuş’un sesi bizde yaşıyor
153
Sessiz Sofra
artık.” Ardından Yusuf’a döndü. “Seninle başladık bu yola, Yusuf.
Şimdi bir karar ver. Bu anıtın gölgesinde ne bırakıyoruz?”
Yusuf, elini ceketinin iç cebine uzattı. Siranuş’un Halep’ten yaz
dığı son mektubu çıkardı. Önce gözleriyle mektubu süzdü, sonra yük
sek sesle okumaya başladı:
“Eğer biri beni bulursa, bizim adımıza dikilecek bir çınar isterim.
Yalnızca sevda için değil, adalet için kök salsın.”
Mektubu haçın kaidesine yerleştirdi. “İşte o çınar şimdi burada
büyüyor,” dedi.
Rıza bir adım öne çıktı. “Ben, kardeşimi sınırda kaybettim. Ama
burada kazandığım kardeşliğe minnettarım.” Gözleri doluydu. “Top
rak, ancak üzerine dökülen gözyaşıyla yeşerir.”
Bu sırada tepenin eteklerinden birkaç kişi yaklaştı. Genç bir adam
ve yanında yaşlı bir kadın. Yaşlı kadın bastonuna dayanarak zorla yü
rüyordu. Yusuf başını kaldırdı, bir anda tanıdı. “Elmas Nine?!”
Kadın gözlerini kısıp baktı. “Sen... Osman’ın torunusun. Ben
onun komşusuydum. Her şeyi biliyorum evlat.”
Oturduğu taşın üstünde sırtını dikleştirdi. “1915’te Siranuş’u bir
gece samanlıkta sakladık. Ama Osman, ertesi gün jandarmaya haber
verdi. Ama sonra... onun da vicdanı kanadı. Sana anlatmadıkları mek
tuplar var. Dedenin son yazdıkları.”
Rauf bir anda irkildi. “Ne? Osman Ağa... pişman mı olmuş?”
Elmas Nine çantasından sararmış birkaç sayfa çıkardı. “Bunlar,
bana yıllar önce teslim ettiği mektuplar. ‘Bir gün hak yerini bulursa,
bu satırları okut,’ dedi.”
Leyla mektuplardan birini açıp okudu:
“Ben Osman. Toprağımı kurtarmak için bir canı feda ettim. Ama
ne toprak kaldı elimde ne huzur. Siranuş’un sesi rüyalarımdan çık
madı. Eğer bir gün torunum bu mektubu okursa, bilsin: Asıl kayıp,
vicdanla yaşanan hayattır.”
154
Sessiz Sofra
Zepür gözyaşlarını tutamadı. Yusuf’a sarıldı. “O çınar artık
sensin.”
Güneş tam tepeye ulaştığında, anıtın gölgesi Yusuf’un ayaklarına
düşmüştü. Herkes tek tek öne çıkıp ellerindeki sembolik eşyaları ha
çın kaidesine bıraktı: bir çiçek, bir halhal, bir kalem, bir günce... Her
biri geçmişten gelen bir hesap, geleceğe bırakılan bir umut gibiydi.
Ve o anda, rüzgârla birlikte uzaklardan gelen bir ezan sesiyle ki
lise çanı aynı anda çaldı. Zıtların değil, yankıların buluştuğu o ânın
kutsallığında, Yusuf konuştu:
“Bu artık bizim anıtımız değil. Bu, geçmişle yüzleşebilen herke
sin anıtı.”
Ve o gün, tarihle, toprakla, insanlıkla bir barış daha sağlandı.
12. Sahne – Toprağa Yürüyüş / Köklerin Dikildiği Gün
Sabahın ilk ışıkları, dağların eteklerinden süzülerek yolun kıyısın
daki taşlara vurduğunda, Yusuf çantasını omzuna astı. Geceden kalan
anıtın sessizliği hâlâ zihinlerinde yankılanıyordu. Zepür, Rauf, Leyla,
Rıza ve Mariam ile birlikte bir kez daha yürümeye koyuldular. Fakat
bu defa ayaklarının altındaki toprak daha yumuşaktı. Her biri sanki
bir yükten kurtulmuş gibiydi. Ama içten içe, yeni bir sorumluluğun
da farkındaydılar: Siranuş’un toprağına tohumu dikmek.
Yol boyunca konuşmalar azdı. Yusuf’un cebinde, kurumuş narde
sin çiçeği, annesinden kalan broşla yan yana duruyordu. Zepür bir ara
durdu, Leyla’ya döndü:
“Bu tohumlar, sadece bitki değil. Bizim hikâyemiz. Ektiğimizde
yalnızca çiçek değil, hafıza da büyüyecek.”
Rıza, yürürken çevredeki dağları ve rüzgârın yönünü inceliyordu.
“En uygun yer kuzeydoğudaki düzlük. Toprak derin, suya yakın. Ama
orası... eski bir maden sahasıydı.”
155
Sessiz Sofra
Rauf kaşlarını çattı. “Orada kimse kalmadı mı?”
“İşte mesele bu,” dedi Rıza. “Orada sadece toprak değil, terk edil
miş öyküler var. İnsanların kaçmak zorunda kaldığı, gömülü belge
lerin olduğu bir yer. Kazarsak, sadece tohum değil, gerçeği de çıka
rırız.”
Bu sırada Mariam cebinden, kendi halkının sürgün yıllarına ait
küçük bir taş çıkardı. Üzerine Ermenice bir kelime oyulmuştu: “Ver
çin” — Sonuncu.
“Bu taşı dikeceğimiz yere bırakmak istiyorum,” dedi. “Sonuncu
acının orada bitmesini diliyorum.”
Yusuf başını salladı. “O zaman oraya gideceğiz. Ve sadece ekip
değil, anılar da bizimle gelecek.”
Ancak bu sırada, eski bir cipin toz kaldırarak yaklaştığı görüldü.
Araçtan inen adam koyu kıyafetli, sert yüzlüydü. Yanında iki kişi
daha vardı. Rıza adamı tanır tanımaz öne çıktı.
“Bu, Mahir... eski maden sahasını yıllardır elinde tutan toprak
ağası. Zamanında köyü terk edenleri tehdit etmişti.”
Mahir, tütün lekeli sesiyle konuştu: “Bu topraklar benim. Ne to
hum dikeceksiniz, ne taş bırakacaksınız. Geçmişin acısıyla geleceği
kuramazsınız!”
Zepür öne çıktı, boncuğu göğsünde ışıldıyordu. “Geçmişi unuta
rak hiçbir gelecek inşa edilemez. Bu toprak, acının da hakkını isti
yor.”
Gerilim yükselirken, Rauf sessizce Yusuf’a yaklaştı. “Barışla çö
zemezsek... başka yollar arayacaklar. Ama biz bu çukuru silahlarla
değil, tohumla kazanacağız.”
Yusuf derin bir nefes aldı. “Öyleyse direnişimizi büyüterek yapa
rız. Gölgeyi değil, kökü büyütürüz.”
Ve o gece, ekip maden sahasına sessizce ulaştı. Rıza, eski toprak
156
Sessiz Sofra
haritalarına bakarak en verimli alanı işaret etti. Mariam, taşı toprağa
yerleştirdi. Zepür elindeki tohumu açtı. Yusuf, dualarla birlikte topra
ğı ekti. Leyla ve Rauf, fenerlerle alanı aydınlattı.
Toprak sanki ilk kez bir acıyı değil, bir umudu içine alıyordu.
Cipten inen Mahir, tozların arasından yürüyerek grubun karşısına
dikildi. Siyah montunun cebinden eski bir tespih çıkardı, parmakla
rında döndürürken gözlerini Yusuf’a dikti.
Mahir: “Buralar, yıllardır benim korumamda. Devlet çekildi, halk
kaçtı. Sizi kim gönderdi? Kimi temsilen geldiniz?”
Rauf, gözlerini kısmış, ellerini yumruk yapmıştı. Fakat Yusuf ara
ya girdi.
Yusuf (sakin ama kararlı): “Kimse adına değil. Vicdanımız adına
buradayız. Bu topraklarda sürülenlerin sesini, bu defa gömmeye de
ğil, diriltmeye geldik.”
Mahir alayla güldü. “Diriltmek mi? Burada sadece taş var, çürü
müş anılar var. Siz şehirden gelmiş romantiklersiniz!”
Rıza (ileriye adım atarak): “Ben bu toprakların çocuğuyum. Ba
bam bu madenin taşlarını taşıdı, ama asla sahibine ait olmadı. Siz,
boşalan köylerin üzerine korku diktiniz. Biz umut dikmeye geldik.”
Mahir (sertleşerek): “Bakın... Benim babam, bu madenin başın
dayken burası ayaktaydı. O zaman da ‘barış’ dediler, geldiler. Ama
topraklarını geri isteyenler yüzünden biz de can verdik. Siranuş mu?
Kemal mi? Onların bedelini biz ödedik!”
Zepür (öfkeyle): “Siz bedel ödemediniz. Siz, başkalarının bedeli
üzerine servet kurdunuz! Bizim köklerimizi sattınız!”
Gerginlik büyürken Mahir’in yanında duran adamlardan biri başı
nı eğdi. 60’larında, elleri nasırlı, yüzü kırış kırıştı. Derin bir iç çekişin
ardından konuştu:
157
Sessiz Sofra
Yaşlı Adam: “Ben Mahir’in amcasıyım. Babam da bu madende
çalıştı. Ama… bir şey söylemeliyim.”
Mahir döndü, “Ne diyorsun sen, Hakkı?”
Hakkı: “Anlatmam gereken bir şey var.” Cebinden sararmış bir
kâğıt çıkardı. “Bu, büyükbabamın hatırası. O zamanlar Siranuş’un
kaçışı sırasında, bizim evde saklanmış birkaç gece. Sonra Osman
Ağa’nın jandarmaya haber verdiğini söyledi. Ama biz... biz yardım
edemedik. Korktuk.”
Yusuf kâğıdı eline aldı. Eski, kurşun kalemle yazılmış satırlar:
“Eğer bu satırlar bir gün okunursa, bilin ki sessiz kalanlar da suç
ortağıdır. Siranuş’u taşıyamadık. Şimdi torunlarımız barışı taşısın.”
Mahir (sessiz, şaşkın): “Bu... bu bizim dedenin yazısı mı?”
Hakkı başını salladı. “Sen yıllardır bu toprakları savunuyorsun
ama aslında hep ondan saklandın.”
Mahir yere çömeldi, elleri toprağa dokundu. “Ben... ben sadece
kaybetmemek için direndim.”
Leyla (yumuşak bir sesle): “Artık kaybetmeyeceğin şey, vicdanın
dır. Bu toprağa tohum ekerken hepimizin kökü birleşecek.”
O an çevreden başka figürler belirdi. Yaşlı kadınlar, çocuklar, göz
leri merakla parlayan gençler. Köyden ayrılmayanlar ve yakın çevre
de yaşayanlar… Toprakla yüzleşmek isteyen sessiz tanıklar.
Mariam: “Biz bu tohumları hep beraber ekeceğiz. Bu artık sadece
bizim değil, herkesin hatırası.”
Zepür, Mariam’ın elinden taşı aldı, toprağa yerleştirdi. Yusuf ce
binden nardesini çıkardı ve Rauf’la birlikte ilk çukuru kazdı. Rıza ise
madenin eski taşlarını sökerek bir anı duvarı örmeye başladı. Her taş,
bir ismin hatırasını taşıyacaktı.
Mahir (ayağa kalkarak): “Eğer siz bu işi ciddiye alıyorsanız... ben
de engel olmayacağım. Ama bir şartla... Buraya dikilecek her şeyde
bizim de geçmişimiz yer alacak.”
158
Sessiz Sofra
Yusuf: “Barış, sadece bir tarafın sesiyle kurulmaz. Bu toprak, her
hikâyeyi taşırsa anlamlı olur.”
Ve o gün, sadece tohumlar değil, yüzyıllık sırlar da toprağa karıştı.
Gözyaşları, ter, utanç ve umut aynı kökten sulandı.
Hafıza Duvarı ve Rauf’un Yarası
Kalabalık, barış töreninin ağırlığı altında yavaşça susarken, taş
ların arasında güçlükle yürüyen yaşlı bir kadın, bastonuna tutunarak
öne çıktı. Üzerinde solgun işlemeli bir önlük, gözlerinde yılların yü
küyle süzülmüş bir bilgelik vardı.
Kadın: “Ben Şemsê. Zamanında bu köyde doğum yaptırdım, me
zar kazdırdım. Siranuş’un bağırışını duyanlardan biriyim. O gece sa
manlıkta doğurmaya çalışıyordu. Ama çok geç kalınmıştı. Çocuğu
yaşamadı.”
Zepür’ün gözleri irileşti. “Siranuş’un... bir bebeği mi olmuş?”
Şemsê başını eğdi. “Bunu kimse bilmez. Ertesi gün, sessizce top
rağa verdik. Ama ağacı hiç çıkmadı. Belki şimdi çıkar…”
Rauf yana eğildi, derin bir nefes aldı. “Annemin anlattığı bazı şey
ler vardı. Ama sustu hep. Çocukken sorduğumda ‘Bir gün toprağın
anlattığını ben söyleyemem’ derdi.”
Leyla: “Toprak şimdi konuşuyor, Rauf.”
Rauf cebinden eski bir fotoğraf çıkardı. Kadrajda genç bir kadın,
başında beyaz bir tülbent ve kucağında bir çocuk. “Annem bu fotoğ
rafı hep sakladı. Arkasında sadece şu yazıyordu: ‘Yaslı Güller, Gizli
Kökler…’”
Şemsê öne uzandı. “O çocuk sensin. Annenin annesi... bir Erme
ni’ydi.”
Sessizlik, adeta bir kaya gibi herkesin üzerine çöktü. Rauf dizlerinin
üzerine çöktü, ellerini toprağa gömdü. “Demek ki biz hep buradaymışız.”
159
Sessiz Sofra
Yusuf (yumuşakça): “Kök salan yalnızca tohum değil, hatıradır da.”
O sırada, çocuklardan biri — Mahir’in küçük kuzeni — elinde bir
çekiçle geldi.
Çocuk: “Bu taşları düzgün yerleştirirsek yazı da kazırız değil mi?”
Rıza (gülerek): “Elbette. Gel, birlikte başlıyoruz.”
Taşlardan bir duvar örülmeye başlandı. Her gelen, geçmişinden bir
eşya, bir hikâye ya da sadece bir isim bıraktı. Bir kadın, büyükannesi
nin gümüş iğnesini; bir çocuk, evlerinin önünden kopardığı incir yap
rağını; bir genç, dayısının paslı kol düğmesini yerleştirdi.
Zepür: “Bu artık bizim duvarımız. Korkunun değil, yüzleşmenin
duvarı.”
Duvarın ortasına, vitray camla işlenmiş bir cümle yerleştirildi:
“Bizi ayıranlar sessizlikti. Şimdi bizi birleştiren, hatıralar.”
Törenin sonunda Yusuf, eline kazmayı aldı. Siranuş’un armağan
ettiği nardesin tohumu, tam anıtın önüne dikildi. Toprağı birlikte ört
tüler.
Mahir: “Bu toprakta artık bizim hikâyemiz de var. Sadece bizim
sandıklarımız değil.”
Rauf, gözleri yaşlı, Yusuf’a döndü. “Annem görseydi... ama belki
de şimdi görüyordur.”
Zepür: “Artık hiçbir anne, köksüz bir çocuk doğurmasın diye di
kiyoruz bu ağacı.”
Ve o an, rüzgârda çan sesi yine duyuldu. Kimse çalmamıştı. Rüz
gârın taşıdığı yankıydı belki. Ama herkesin kalbine dokundu.
13. Dara Taşında Yüzleşme
Taş anıt gözlerinde büyür birden yoldaşların. Artık üstünde diller
karışmıştır: Türkçe, Ermenice, Arapça... Sessizce birleşen dualar.
160
Sessiz Sofra
Yusuf, Zepür, Rauf, Leyla ve Rıza ciplerine geri dönerken Ma
riam, bir süre daha anıta bakar. Elinde günlüğü, rüzgârın çevirdiği
sayfalardan biri açılır. Siranuş’un defterinden bir not:
“Beni gömenler susturamadı. Çünkü gövdem değil, gölgem ko
nuştu.”
Mariam o sayfayı yırtmaz, katlayıp cebine koyar.
Yusuf motora kontağı çevirirken, arka planda Mariam’ın sesi:
Mariam (iç ses): “Bitti sanılan şeyler, aslında yeni bir yolun başlangı
cıdır. Şimdi bir başka istikamet: Mezopotamya’nın kalbi…”
Mezopotamya’nın yorgun rüzgârı, Dara Antik Kenti’nin taş du
varları arasından geçerek geçmişin yankılarını bugüne taşıyordu. Yu
suf, Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza, gün doğumuyla birlikte yola koyul
muş, Güneydoğu’nun bu kadim toprağına ulaşmışlardı. Bu kez onlara
eşlik eden başka bir sessizlik vardı: Yüzleşme sessizliği.
Antik kentin taş basamaklarında ilerlediklerinde, her adımda top
rağın altından fısıldayan tarihle karşılaştılar. M.Ö. Roma askerlerinin
ayak izleriyle, 1915’te darağacına sürülen hayatların gölgeleri üst
üste binmiş gibiydi. Göz alabildiğine uzanan taş kemerlerin altından
geçerken, Yusuf başını kaldırdı ve “Zaman burada taş olmuş,” dedi
usulca.
Zepür’ün eli Yusuf’un koluna hafifçe dokundu. “Ve biz o taşta
yankılanan hikâyeyiz artık.”
Rauf gözlerini uzaklara dikti. “Burada her şey susmuş gibi ama
aslında hepsi konuşuyor. Duyabiliyor musunuz? Toprağın altından
gelen fısıltıyı?”
Rıza, toprak bir duvarın dibine oturdu. Yanında taşıdığı eski hari
talardan birini çıkardı. “Bu topraklar hep birilerine mezar, birilerine
sır olmuş. Ama şimdi, geçmişi sadece hatırlamak değil, ondan bir yol
yapmak için buradayız.”
161
Sessiz Sofra
O sırada, antik kentin batı ucundaki çökük mahzenlerden biri ön
lerinde belirdi. Mahzenin taş kapısı yıllardır açılmamış gibi görünü
yordu. Ancak üstüne kazınmış simgeler Yusuf’un dikkatini çekti: bir
nar, bir hilal ve bir haç...
Leyla öne çıktı. “Burası bir zamanlar sığınakmış. Sadece Ermeni
ler değil, Süryaniler, Kürtler, Araplar da burada saklanmış. Yani hepi
miz... aynı taşa tutunduk bir zaman.”
Zepür duvara yaslanıp gözlerini kapattı. “Ve şimdi biz, o taşın göl
gesinde hakikati arıyoruz.”
Mariam hafifçe öne eğildi. “Töreni burada yapabiliriz. Geçmişin
göbeğinde. Tanıklarla.”
Yusuf, mahzenin girişine adım attı. İçerisi serin ve nemliydi. Küf
kokusu, yüzyılların ağırlığı gibi üzerine çöktü. Bir köşede, kırık taşlar
arasında bir tomar kumaş dikkatini çekti. Eğilip açtığında, içinden
solmuş bir mektup düştü. Üzerinde sadece tek bir kelime yazılıydı:
“Bağışla.”
Sahnenin bu noktası Yusuf’u derinden sarstı. Geçmişin yalnızca
suçla değil, pişmanlık ve bağışlamayla da örülebileceğini hissetti. Bu
duyguyla geri döndü ve gözleri ekip arkadaşlarının gözlerinde durdu.
“Burada bir tören yapalım,” dedi. “Bu taşın altında yatan herkes
için. Bu defa unutmak için değil, hatırlamak için.”
Zepür başını salladı. “Ve bağışlayabilmek için.”
14. Sahne – Mezopotamya’nın Kalbinde Yolculuk
Gökyüzü yavaş yavaş geceye teslim olurken, grup Mezopotam
ya’nın kadim topraklarına doğru ilerliyordu. Geniş ovalar, antik kent
lerin kalıntıları ve nehirlerin kıvrımları arasında yükselen tarih, adeta
soluklarını hissettiriyordu. Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf, Rıza ve Mari
am’ın yanında bu yolculuğa katılan yeni dostlar da vardı; kimi tarihçi,
kimi arkeolog, kimi ise o toprakların diliyle konuşan yaşlı bir köylü.
162
Sessiz Sofra
Yol boyunca, her adımda toprakla, geçmişle ve birbirleriyle bağla
rı derinleşiyordu. Kimi zaman sıcak güneşin altında susuzlukla, kimi
zaman gecenin soğuğuyla mücadele ederken; içlerinde dayanışma,
umut ve bazen de korku yeşeriyordu.
Grup, eski bir kervansarayın kalıntılarına ulaştığında, Yusuf göz
lerini ufka dikti:
“Burası, atalarımızın yüzlerce yıl önce yollarını birleştirdiği yer.
Burada, aynı toprakların çocukları olarak, yeni bir başlangıç yazaca
ğız.”
Leyla, hafifçe tebessüm ederek, “Her zorlukta bir araya gelmek,
geçmişin yaralarını sarmak için ilk adımdır,” dedi.
Rauf, elindeki haritaya baktı, “Ama yol uzun, engeller çok. Bu
topraklar sadece tarih değil, aynı zamanda sınavlarla dolu.”
O anda, uzaktan gelen atlı bir grup göründü. Yaklaştıkça yüzleri
tanıdık oldu; bölgenin yerel rehberleri ve koruyucuları, eski bilgileri
ve sırları taşıyan kişilerdi.
Rıza, onlara doğru yürürken, “Bu toprakların gerçek sahipleriyle
buluşmak için geldik,” dedi.
Gece kampında, ateşin etrafında toplanan grup, geçmişten gelen hi
kayeler, efsaneler ve acılarla birbirine daha sıkı bağlandı. Aralarındaki
sohbetler, kişisel itiraflarla, geçmişin yükleriyle yüzleşmelerle doldu.
Mariam, gözlerini ateşe dikerken fısıldadı, “Belki de en büyük
cesaret, geçmişle barışmaktır.”
Ve böylece, Mezopotamya’nın kalbinde başlayan bu yolculuk, her
birinin ruhunda yeni kapılar aralıyordu.
Akşamın son ışıkları Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız toprak
larını altın ve kızıla boyarken, grup eski kervansarayın kalıntıları
önünde durdu. Taş döşemeler, yıkık kemerler, tarih boyunca yüzyıllar
süren yolculukların sessiz tanıklarıydı.
163
Sessiz Sofra
Yusuf
Yusuf, derin nefes aldı. Burnuna eski toprakların kokusu dolar
ken, çocukluğunda dedesinden dinlediği masallar aklına geldi. Os
man Ağa’nın köydeki karanlık sırrı, Siranuş’un saklandığı samanlık,
yıllardır bastırdığı suçluluk duygusu… “Bu yolculuk sadece toprak
için değil, içimdeki huzursuzluğu, ataların yükünü de taşımak için.
Siranuş’un sesi, torun olarak benim sırtımda ağır bir yük.”
Leyla
Leyla, kamp ateşinin kıvılcımlarına bakarken, çocukluğunda an
nesinin evde okuduğu Ermeni destanlarını hatırladı. “Bizi bölen sı
nırlar, aslında yüreklerimizdeydi,” demişti annesi. “Bir araya gelmek
kolay değil, geçmişin acısı derin. Ama Siranuş’un cesareti, benim de
cesaretim olmalı.”
Rauf
Rauf, haritada işaret ettiği eski köyün hikayesini hatırladı. Annesi
nin anlattığı o geceyi; babasının savaştan dönerken yorgun, gözlerin
de korku; annesinin sessizce gözyaşı dökmesi... “Toprağın kanla su
landığı anılarla büyüdüm. Ama şimdi burada, yeni bir hayat yazmak
zorundayım. Korku değil, umutla.”
Mariam
Mariam ateşe baktı, sessizce düşündü. Gözlerindeki derin hüzün,
kaybedilenleri anlatıyordu. Kendi geçmişinde yaşadığı göçler, yiti
rilen aile bağları... “Bizim hikayemiz, sadece bu toprakların değil,
tüm kayıpların hikayesi. Birlikte iyileşebiliriz, ama önce birbirimizi
dinlemeliyiz.”
164
Sessiz Sofra
Rıza
O sırada, kampın kenarında beliren yaşlı adamın bakışları Yu
suf’un dikkatini çekti. “Seninle konuşmam gerek,” dedi adam. “Rıza,
geçmişin sırlarını taşıyor,” diye düşündü Yusuf.
Yaşlı adamın anlattığı, Rıza’nın gençlik yıllarında tanıdığı bir
dostunun hikayesiydi. “Bu topraklar kolay teslim olmaz, ama insa
nın yüreği kadar direnir,” dedi adam. Rıza gözlerini kapattı, geçmişte
kaybettiği kardeşini düşündü. O kardeşin anısı, bugünlere kadar onu
ayakta tutan gizli bir güçtü.
Yaşlı köylüler, atalarının efsanelerini anlattıkça, grubun arasın
daki bağ güçlendi. Her hikâye, bir başka yaranın iyileşmesi için bir
adım oldu.
Yusuf’un Konuşması:
“Bu topraklar bizden çok şey aldı, ama biz de onlara bir şey ver
meliyiz: Barış, umut ve hatıra,” dedi. Grup, ateşin etrafında bir halka
ya dönüşürken, her birinin gözünde kararlılık parıldıyordu.
Yeni Bir Dönemin Eşiğinde
Gece çökmeye başlarken, grup kamp ateşi etrafında bir araya gel
di. Tarihin yükü omuzlarında, içlerinde tarifsiz bir umutla. Her birinin
gözlerinde geçmişin acısı ve geleceğin sorumluluğu vardı.
Yusuf, sessizce gökyüzüne baktı, yıldızlar gibi karanlıkta parlayan
hayalleri düşündü. “Bu yolculuk sadece toprak için değil,” dedi kendi
kendine, “kaybolanları anmak, unutulmayanları yaşatmak için.”
Leyla, yanına eğildi: “Birlikte, geçmişle barışacağız. Kardeşlik bu
topraklarda yeniden filizlenecek.”
Rauf ve Mariam, birbirlerine baktılar; yılların getirdiği sessiz güç
le, hayatlarının anlamını yeniden bulmuşlardı.
165
Sessiz Sofra
Rıza, derin bir nefes aldı; gözleri dolarken şöyle dedi: “Bu yolcu
luk bizi daha da birleştirdi. Artık hiçbirimiz tek değiliz.”
Gece, mezopotamya rüzgârının hafif esintisiyle sarılırken, grup
yeni bir günü ve yeni bir sayfayı bekliyordu. Bu topraklarda yazıla
cak daha çok hikâye, anlatılacak daha çok gerçek vardı.
Ertesi sabah, doğunun sıcak güneşiyle birlikte grup, Mezopotam
ya’nın kalbine, Dara Taşı’nın gölgesine doğru yola çıktı. Burada,
geçmişle yüzleşmelerin ve yeni başlangıçların hikâyesi onları bek
liyordu.
15. Sahne – Dinlenen Toprak, Büyüyen Gerçek
Gecenin serinliğinde kamp ateşi sönmek üzereydi. Herkes sus
muş, sadece çıtırdayan kıvılcımlar konuşuyordu. Zepür, Rauf’un ya
nına oturdu. “Bugün olanlar... hâlâ kalbimde bir sızı.”
Rauf başını salladı. “Ben hâlâ annemin bana söyleyemediklerini
duyuyorum. Şimdi anlam buluyorlar.”
Rıza, kampın kenarından bir avuç toprak alıp ateşe doğru yürüdü.
“Bu toprak, bizim kanımızla değil, cesaretimizle yeşerecek.”
Leyla başını ateşe çevirdi. “Ve sessizliğimizle değil, anlatabildi
ğimiz hikâyelerle.”
O anda Mahir ortaya çıktı. Yüzünde yorgunluk, gözlerinde yılla
rın yükü vardı. “Ben, hatalarımın peşinden geldim,” dedi.
Yusuf ayağa kalktı. “Geçmişle yüzleşmek cesaret ister. Hoş gel
din.”
Mahir gözlerini Zepür’e dikti. “Bir zamanlar sustum. Şimdi ko
nuşmaya geldim. Eğer izin verirseniz, anlatacaklarım var.”
Gece, bir kez daha derinleşti. Ama bu kez sessizlik, artık bir korku
değil; beklenen bir tanıklığın ön sözüydü.
166
Sessiz Sofra
16. Sahne – Dara Taşı’nın Gölgesinde Yeni Yolculuk
Güneş, Mezopotamya’nın kavurucu sıcaklığı altında ufuktan
yükselirken, Yusuf, Zepür, Leyla, Rauf ve Rıza ağır adımlarla Dara
Taşı’na doğru ilerliyordu. Karanlık ve derin yarıklar, tarih boyunca
yaşanmış acıların sessiz tanıkları gibi çevrelerini sarmıştı.
Dara Taşı, sadece bir kaya değil; binlerce yılın sırlarını taşıyan,
unutulmuş medeniyetlerin, savaşların ve barışların tanığıydı. Taşın
üzerinde hala silikleşmiş kabartmalar, eski dillerin izlerini taşıyor,
orada yaşayan halkların kadim hikâyelerini fısıldıyordu.
Yusuf’un içinden derin bir hüzün yükseliyordu. Her adımda, de
desinin ve Siranuş’un gölgesi daha da ağırlaşıyor, toprağın bağrında
saklanan gerçekler ona haykırıyordu. Yanındaki Zepür, omzuna hafif
çe dokunmuştu.
“Biz buradayız, Yusuf. Geçmişin yüküyle değil, geleceğin umu
duyla.”
Rauf ve Leyla, taşın etrafını dikkatle incelerken, Rıza sessizce
eski haritalara ve belgelerine göz atıyordu. Rıza’nın gözlerinde, hem
bilgeliğin hem de geçmişin acılarını taşıyan derin bir ifade vardı.
O sırada, uzaklardan bir ses duyuldu; yorgun ama kararlı bir adam
yaklaşıyordu. Mahir, Dara Taşı’na gelmiş, yeni sırların ve eski hesap
ların başlangıcında, kaderin içinde yerini almaya hazırdı.
Dara Taşı’nın Gölgesinde Yeni Yolculuk
Mezopotamya’nın kavurucu güneşi, Dara Taşı’nın üzerinde sert
gölgeler bırakıyordu. Taşın kabartmalarındaki eski figürler, yüzyıllar
dır sessizce hikâyelerini anlatıyordu adeta. Yusuf, ağır adımlarla iler
lerken, her taşın altındaki sırlar gibi kendi içinde bir savaş veriyordu.
“Burası sadece tarih değil, atalarımızın acısı... O acıların izini
sürmek kolay değil,” diye düşündü Yusuf. O andan itibaren içinde
büyüyen sorumluluk, sadece geçmişin yükü değil, geleceğin umudu
da olmuştu. Yanında duran Zepür’ün sessizliği, onun bu yükü paylaş
maya hazır olduğunu hissettiriyordu.
167
Sessiz Sofra
Zepür, Yusuf’a hafifçe dokundu ve gözlerinde hem korku hem de
kararlılık vardı. “Yusuf, ne olursa olsun, birlikteyiz. Bu toprakların
bizden sakladığı her gerçeği ortaya çıkaracağız.” Onun bu sözleri,
Yusuf’un içine serin bir su gibi işledi.
Leyla ve Rauf, biraz ileride Dara Taşı’nın kabartmalarını inceler
ken, aralarındaki konuşma sessiz ama anlamlıydı.
“Rauf, burası sadece taş değil. Binlerce hayat, umut, kayıp... Her
bir çizgi bir hikaye anlatıyor,” dedi Leyla.
Rauf, “Evet Leyla, ve biz o hikayelerin tanıklarıyız artık. Bu yükü
hafifletmek için birbirimize ihtiyacımız var,” diye yanıtladı.
Rıza ise elindeki eski haritalara bakarken, geçmişin bilgeliği ve
bugünün gerçekleri arasında bir köprü kurmaya çalışıyordu. O, top
rakla kurduğu derin bağ sayesinde ekibin manevi destek noktasıydı.
İşte o sırada, yorgun ama kararlı bir figür ortaya çıktı; Mahir.
Yusuf, Mahir’i gördüğünde kalbinde tuhaf bir sarsıntı hissetti.
Mahir, geçmişin sırlarını bilen, ancak yıllardır uzak durmuş biriydi.
Onun varlığı, ekibin dinamiklerinde dengeleri değiştirecek yeni bir
sayfa açtı.
Mahir yaklaşırken, gözlerindeki kararlılık ile geçmişte yaşanmış
kırgınlıklar bir arada okunuyordu.
Mahir içinden geçiriyordu: “Bunca zaman kendimden kaçtım.
Ama gerçeklerle yüzleşmeden huzur bulamam.” Ekibin yanına gel
diğinde, sessiz bir selamla onları selamladı.
Rauf, Mahir’in gelişiyle hafifçe gerildi. Aralarında geçmişten ka
lan çözülmemiş bir mesele vardı.
“Hoş geldin Mahir. Bu yolculukta şimdiye kadar eksik olan bir
parçasın,” dedi Yusuf, dostane ama tedbirli.
Leyla gözleriyle Mahir’i tartarken, “Artık kaçış yok. Her şey orta
ya çıkacak,” diye fısıldadı kendi kendine.
168
Sessiz Sofra
Böylece Dara Taşı’nın gölgesinde, yalnızca geçmişle değil, iç
lerindeki korku, umut ve hesaplaşmalarla da yüzleşecekleri yeni bir
yolculuk başlamıştı.
Mezopotamya’nın kavurucu sıcağı
Güneş, Mezopotamya’nın kavurucu sıcağında artık daha da yük
selmişti. Dara Taşı’nın üzerindeki kabartmalar, tarih kadar ağır bir
sessizliğe bürünmüştü. Yusuf, taşın üzerinde duran eski yazıtları iz
lerken, gözleri istemsizce uzaklara dalıyordu.
“Baba, neden bu kadar çok acı vardı? Neden herkes kayboldu?
Neden herkes sustu?” diye düşündü Yusuf. İçinde bir fırtına kopu
yordu, geçmişin gölgeleriyle şimdi arasında sıkışmıştı. O an aniden
çocukluğuna döndü; babasının anlattığı yarım kalmış hikayeler, de
desinin suskun bakışları... Hepsi zihninde film şeridi gibi akıyordu.
Zepür yanına yaklaştı, sessizliği bozan onun yumuşak sesi oldu:
“Yusuf, içindeki o sızı... Biliyorum. Ben de taşıyorum aynı yükü.
Ama berabersek, bu yük hafifler.” Yusuf başını hafifçe salladı, gözle
rinde minnet ve acının iç içe geçtiği bir ifade vardı.
O sırada Leyla ve Rauf, taşın gölgesinde konuşuyordu. Leyla, el
lerinde tuttuğu eski bir fotoğraf albümüne bakarken içinden sessizce
söyleniyordu: “Annemin gözlerindeki o hüzün, bu toprakların kana
yan yarası. Bize bırakılan yük, sadece toprak değil, insanlık da.”
Rauf ise alnındaki teri silerken, Leyla’ya dönüp dedi ki: “Bu yol
culuk sadece geçmişle yüzleşmek değil, kendimizi bulmak. Anlatıl
mamış hikayeleri gün yüzüne çıkaracağız. Ama biliyorum, bu kolay
olmayacak.” Leyla hafifçe gülümsedi: “Zorluklar bizi korkutmamalı.
Çünkü sonunda hakikat var.”
O sırada, Rıza elindeki eski haritayı masaya koydu ve ekibe ba
karak ağır ağır konuşmaya başladı: “Bu harita sadece yolları değil,
kaybedilen hayatları da gösteriyor. Dedem bana anlatırdı… Bu top
raklarda yaşanan acılar, unutulmaya yüz tutmuş sırlar... Onları hatır
169
Sessiz Sofra
lamak ve anlatmak bizim görevimiz.” Rauf kaşlarını çattı: “Peki ya
dedelerin bize bıraktığı bu sırlar arasında kendimize yer var mı? Ya
ailemizden öğrendiğimiz gerçekler bizi paramparça ederse?”
Rıza derin bir nefes aldı, gözleri uzakta bir noktaya takılı kaldı.
“Geçmişi unutmamalıyız ama geçmişin esiri de olmamalıyız. Burada,
bu taşların gölgesinde bir adım daha atacağız. Hem birbirimize hem
de kendimize karşı dürüst olmalıyız.”
Mahir bu sırada sessizce yaklaştı, sesi hafif ama etkileyiciydi:
“Bunca yıl kaçtım. Hem kendimden hem de bu toprakların acısından.
Ama artık kaçış yok. Bugün burada, bu gölgelerin altında, gerçeklerle
yüzleşeceğiz.” Rauf ona döndü, sert bir ifadeyle: “Mahir, kaçtığını
biliyorum. Ama bu yolculukta herkesin hesaplaşması var. Korkuları
mızla, pişmanlıklarımızla. Biz de seni bekliyoruz.”
Mahir gözlerini kaçırdı, içten bir sesle fısıldadı: “Biliyorum... Ve
hazır olmaya çalışıyorum.”
Yusuf, etrafına bakarak sessizliği bozdu: “Bizim birliğimiz, bu
yolculuğun en büyük gücü olacak. Her birimiz bu toprakların ve geç
mişimizin bir parçasıyız. Korku, öfke, sevgi, pişmanlık... Hepsi bizi
biz yapan duygular.”
Zepür hafifçe gülümseyerek ekledi: “Ve bu duyguları paylaşarak
büyüyeceğiz. Biliyorum ki sonunda birlikte ayağa kalkacağız.”
Yusuf, gözlerini Dara Taşı’ndan ayırmadan, derin bir nefes aldı
ve içinden söyleniyordu: “İşte şimdi başlıyor gerçek yolculuk. Hem
tarihin hem de kalbimin derinliklerine...”
Kalbin Derinliklerinde Yüzleşme
Yusuf’un gözleri Dara Taşı’nın üzerindeki kabartmalarda gezini
yordu, ama zihni çok daha derinlere inmişti. Aklında Rauf’un annesi,
Zeynep Hanım’ın gizemli geçmişi vardı. Eski aile mektupları arasın
da, yıllar önce kaybolan Zeynep’in sırlarla dolu hikayesi…
170
Sessiz Sofra
Rauf’un Annesi: Zeynep Hanım’ın Sırları (Flashback)
Yıllar önce, küçük bir köy evinde, genç Zeynep ve Osman Ağa’nın
hesaplaşması yaşanmıştı. Zeynep, Ermeni kökenlerini gizleyerek Os
man Ağa’nın güvenini kazanmış, ama yüreğinde hep vicdan azabı ta
şıyordu. Bir gece, köyde çıkan bir yangında hayatını riske atarak Er
meni ailelerin saklanmasına yardım etmişti. Bu fedakârlık, köyde sır
olarak kalmış, ancak Rauf’un ailesinde derin çatlaklar açmıştı. Rauf,
annesinin gölgesinde büyürken, bu yükü hissetmiş ama gerçekleri öğ
renmeye cesaret edememişti.
Yusuf derin bir nefes aldı ve iç sesiyle mırıldandı: “Zeynep’in ses
siz kahramanlığı… Belki de bizim yolumuzun temel taşı.”
Leyla’nın Çocukluğu: Kayıp Anılar (İç Monolog)
Leyla, gözlerini kapattı. Geriye dönen anılarla çocukluk evinin
bahçesine indi. Babasının sert ama adil bakışları, annesinin gözyaşla
rı, mahallede geçen o buruk günler…
Bir keresinde, komşu çocukların kendisine Ermeni olduğunu bil
diklerini fısıldadığını hatırladı. O an, küçük Leyla’nın içinde başlayan
utanç ve dışlanma duygusu, bugünkü mücadelelerinin tohumuydu.
“Belki de buradayım çünkü kırık bir geçmişin onarılmaya ihtiyacı
var,” diye düşündü.
Mahir’in Kaçışı: Yüksek Gerilim ve Pişmanlık (Kısa Anlatım)
Mahir, yıllar boyunca kaçtı. Hem kendinden, hem geçmişte yap
tığı hatalardan… Bir zamanlar arkadaşlarına ihanet etmiş, en zor an
larda onları terk etmişti. Şimdi, Dara Taşı’nın gölgesinde dururken,
yüzleşmenin ağır yükünü omuzlarında hissediyordu.
İçinden geçiyordu: “Affedilecek miyim? Ya da kendimi affedebi
lecek miyim?”
171
Sessiz Sofra
Yusuf arkasını döndü, ekibin yüzlerinde karışık duygular vardı.
Bazıları umut dolu, bazıları korku ve tereddütle dolu. Rauf, Leyla,
Mahir ve Rıza birbirlerine baktılar; suskunlukta anladılar ki, bu yol
culuk sadece toprak ve tarih değil, içsel bir dönüşüm yoluydu.
Leyla: “Biliyorum, geçmişimiz çok acı dolu. Ama bu acı bizi de
ğil, zincirleri kıran güç yapmalı.”
Rauf: “Bazen en büyük savaş, kendi içimizde olanlardır. Annemin
hikayesi bana bunu öğretti.”
Mahir: “Ben de bugün buradayım, çünkü kaçmaktan yoruldum.
Yüzleşmek, en zor ama tek yol.”
Rıza: “Toprağın dili kadar, kalbin dili de önemli. Burada, Dara’nın
gölgesinde, gerçek barışın tohumlarını ekeceğiz.”
Yusuf hafifçe gülümsedi, ekibi sarmalayan bir kararlılık vardı.
“Öyleyse başlıyoruz. Sadece dışımızdaki değil, içimizdeki karanlıkla
da yüzleşeceğiz.”
Kayıp Mektup, Çocukluk Gölgesi ve Yüzleşmeler
Dara Taşı’nın gölgesinde sessizlik vardı. Ancak bu sessizlik, için
de fırtınalar barındırıyordu.
Rauf’un Kayıp Mektubu
Yusuf, sırt çantasından eski, sararmış bir zarf çıkardı. Üzerinde,
titrek el yazısıyla “Zeynep Hanım’dan Leyla’ya” yazıyordu. Zarfı aç
tığında herkesin gözü ona çevrildi.
Mektubu Leyla aldı, derin bir nefesle okumaya başladı:
“Sevgili Leyla, Bu satırları sana yazmak benim için kolay değil.
Biliyor musun, annem Zeynep’in kalbinde taşıdığı acılar, bizim de
kaderimizi çizdi. O gece, köyün yangınında sadece evler değil, umut
larımız da yandı. Annem gizlice Ermeni dostlarımızı sakladı, ama bu
172
Sessiz Sofra
sır herkese mal oldu. Babam Osman Ağa’nın ihaneti bizi parçaladı.
Senin çocukluğunda yaşadığın dışlanma, onun yarattığı derin yara
ların yankısıdır. Ama bil ki, sevgi ve barış bu yaraları iyileştirebilir.
Bu mektup, geçmişin gölgesinde büyüyen tüm çocuklara... ve sana.”
Leyla gözlerini kapattı, mektubun satırlarında kendi kırık çocuk
luğuna, mahallenin sokaklarında duyduğu fısıltılara döndü. Küçük
bir kızken, arkadaşlarının aniden arkasını dönüp gitmesi, gizli fısıltı
lar… Hepsi şimdi anlam kazanıyordu.
Leyla’nın Çocukluk Anısı
Küçük Leyla, bahçede oynarken yanına yaklaşan bir çocuk, fısıl
damıştı ona: “Ermeni misin sen?” O an kalbi sıkışmış, ama kimseye
açamamıştı bu acıyı. Ailesi de susmuş, geçmişlerini gizlemişti.
Şimdi o çocukluk acısı, mektuptaki satırlarla birlikte ağır bir yük
olmaktan çıkıp, bağışlamaya ve birlikte olmaya açılan bir kapıya dö
nüşüyordu.
Mahir’in Yüzleşmesi ve Rıza’nın Rolü
Mahir ise sessizce dinliyordu. Kendi hatalarının yükü omuzların
daydı. Yıllar önce, zor bir anda arkadaşlarını terk etmiş, kaçmıştı. Bu
ihanetin gölgesi hala peşindeydi.
Rıza yanına yaklaştı, derin bakışlarıyla:
“Biliyorum, kaçmak kolaydı. Ama asıl cesaret, burada durup yola
devam etmektir. Toprağın bağrında büyüyen bizler, ne korkudan ne
de pişmanlıktan kaçamayız. Gel, bu yükü paylaşalım.”
Mahir başını kaldırdı, gözlerinde ilk kez gerçek bir teslimiyet vardı.
“Senin bilgin, sabrın ve gücün olmadan bu yolu tamamlayamam.”
173
Sessiz Sofra
Rıza’nın Katkısı ve Çatışmaları
Rıza, sadece bilgeliğiyle değil, geçmişin acılarını taşıyan biri ola
rak ekibin içinde ayrı bir güçtü. Ama onun da farklı bir yöntemi vardı;
bazen sert, bazen yumuşak.
Yusuf ile zaman zaman fikir ayrılıkları yaşadılar. Yusuf daha çok
duygularla hareket ederken, Rıza gerçeklerin sertliğini savunuyordu.
Bir akşam kamp ateşi başında tartıştılar:
Yusuf: “Geçmişi affetmeden geleceğe nasıl yürürüz?”
Rıza: “Affetmek, kolay değil. Ama önce gerçekleri kabul etmek
zorundasın. Yoksa toprak gibi, altındaki sırlar seni boğar.”
Bu tartışma, ekibin dinamiğini derinleştirirken, herkesin kendi iç
hesaplaşmasını daha da büyüttü.
Leyla, Rauf ve Mahir arasında da gerilimler yükseliyordu. Ley
la’nın geçmişe dair acılarıyla, Rauf’un ailesine duyduğu bağlılık ve
Mahir’in suçlulukları, zaman zaman çatışmalar yaratıyordu. Ancak
hepsi aynı amaç için savaşıyordu: gerçeği bulmak ve geleceği inşa
etmek.
Leyla (içinden): “Bazen geçmişin yükü, en çok bizim üzerimize
çöker. Ama umudun ışığı, karanlığı deler.”
Rauf (içinden): “Annemin sırları, benim hayatımın ipuçları. Onu
anlamak, kendimi anlamak demek.”
Mahir (içinden): “Kaçmak kolaydı. Şimdi ise kalıp mücadele et
mek gerekiyor. Affedilmeyi hak edecek miyim?”
Kayıp Mektup, Çocukluk Gölgesi ve Yüzleşmeler
Dara Taşı’nın gölgesinde akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş
düşerken, kampın etrafındaki sessizlik yumuşak bir rüzgarla bozu
luyordu. Yusuf, elleri titreyerek eski zarfı açtı. Leyla, içinde bulduğu
174
Sessiz Sofra
mektubu büyük bir dikkatle okumaya başladı. Çevresindekilerse ke
limelerin ağırlığını yavaş yavaş omuzlarında hissediyordu.
Sevgili Leyla
“Sevgili Leyla,
Bu satırları sana yazmak zorundayım. Annem Zeynep’in acıları,
bizim hayatlarımızda bir zincir gibi dolaşıyor. O gece… köyün ateş
ler içinde kaldığı o korkunç gecede, sakladığımız Ermeni dostlarımızı
korumak için büyük bedeller ödedik. Babam Osman Ağa’nın ihaneti
tüm köyü paramparça etti. Senin çocukluğunda hissettiğin yalnızlık,
onun gölgesinden doğdu. Ama artık bu karanlık zinciri kırmak senin
elinde.
Geçmişin gölgesinden sıyrılarak yeni bir gelecek kurmanı diliyo
rum. Sevgiyle, annem.”
Leyla’nın sesindeki titreme duyguları ortaya seriyordu. Gözleri
mektupta, yüzü geçmişin yüküyle dolup taşıyordu.
Leyla’nın zihninde canlanan çocukluk anıları bir film şeridi gibi
aktı: Mahallede oyun oynarken, diğer çocukların birden ona dönüp
“Ermeni kızı” diye fısıldadıkları, annesinin onu teselli ettiği ama ken
disinin cevap veremediği o sessiz anlar… O zaman anlam veremedi
ği, şimdi ise geçmişin acı gerçeğiyle açıklanan bu dışlanmanın izleri.
Leyla ve Rauf
Leyla mektubu kapattı, derin bir nefes aldı ve Rauf’a baktı.
Leyla: “Annenin hikayesi… Bizi sadece bağlamıyor, aynı zaman
da bir köprü kuruyor. Bu acılar bizden önceydi, ama bizi birleştire
bilir.”
175
Sessiz Sofra
Rauf (gözleri dolu): “Evet… Annem hep sessizdi, ama şimdi an
lıyorum ki sessizliğiyle koruyordu bizi. Onun yaşadığı acılar, benim
yüküm oldu. Ama artık bu yükü birlikte hafifletebiliriz.”
Mahir sessizce ateşin kenarına çekildi. Kendiyle mücadele edi
yordu. Yıllar önce, çaresiz kaldığı bir anda ekibi terk etmişti. O gece
yi hatırladı: Arkadaşlarının yardıma ihtiyacı vardı, ama korkusu onu
geri çekmişti.
Rıza yanına oturdu, derin ve bilge bakışlarıyla:
Rıza: “Kaçtığın o geceyi biliyorum Mahir. Ama bilmelisin ki ger
çek güç, hata yapmamak değil; hata yaptıktan sonra kalkıp devam
etmektir.”
Mahir: “Bana nasıl güvenebilirler? Beni affederler mi?”
Rıza: “Toprak bile çatladığında yeniden filiz verir. Bizim de bir
şansımız var, ama bu şans, birbirimizi anlamaktan geçiyor.”
Yusuf, Rıza’nın soğukkanlı yaklaşımını bazen anlayamazdı.
Yusuf: “Geçmişi olduğu gibi kabul etmek zorunda değiliz. Biz,
umutla geleceğe bakmalıyız.”
Rıza: “Umut güzel. Ama gerçeklerin üstünü örterek yürünmez
yola. Eğer toprakta bir yara varsa, önce temizlemeliyiz. Yoksa hep
kanar.”
Bu sözler ekibin diğer üyeleri arasında sessiz bir tartışmanın fiti
lini ateşledi.
Bir gece, Leyla küçükken yaşadığı mahallede, okuldan dönerken
arkadaşı Aysel’in ağladığını görmüştü. Aysel, ailesinin geçmişte ya
şadığı bir trajediyi anlattığında, Leyla o zamana kadar anlam vereme
diği önyargıların ve korkuların nasıl şekillendiğini hissetmişti. O an,
Leyla’nın içinde sevgi ve empati tohumu ekilmişti.
176
Sessiz Sofra
Rauf’un Annesi
Rauf, annesinin eski defterinden aldığı bir sayfayı sessizce açtı.
Üzerinde toprakla ilgili eski bir Azeri atasözü yazıyordu:
“Toprak kanla sulanırsa, meyvesi özgür olur.”
Bu söz, yolculuklarının anlamını bir kez daha hatırlattı onlara.
Leyla “Geçmişimle barışmak, kendimi kabul etmek demek. Bu
mektup bana bunu öğretiyor.”
Rauf “Annemin hikayesi sadece bir aile sırrı değil, bu toprakların
acısı.”
Mahir “Kaçtım ama şimdi dönmenin zamanı. Güçlü olmak
zorundayım.»
“Geçmişi anlamadan geleceğe nasıl yürürüz? Ama affetmek de
gerek…”
Rıza “Toprak kadar sabırlı olmalıyız. Kökler derinse, fırtına da
şiddetlidir.”
17. Mezopotamya Yolunda: Kayıp Köy ve Gölge Oyunları
Akşam güneşi Mezopotamya’nın kızıl topraklarına düşerken, Yu
suf, Zepür, Rauf, Leyla, Mahir ve Rıza, eski haritalarda kayıp olarak
işaretlenmiş bir köyün kalıntılarına yaklaşıyorlardı. Rüzgâr hafifçe
esiyor, savrulan tozlar arasında bir zamanlar yaşamışların sessiz hikâ
yeleri fısıldanıyordu.
Her adımda geçmişin ağır gölgeleri üzerlerine çökerken, ekip
üyelerinin iç dünyalarında yeni fırtınalar kopmaya başladı. Leyla’nın
yüzünde kararsız bir ifade, Rauf’un ise sıkıca tuttuğu eski tespihinde
titreyen eller vardı.
Yusuf sessizce baktı etrafa: “Burası… kayıp köy. Tarihin unuttu
ğu, ama acıların asla silinmediği bir yer.”
177
Sessiz Sofra
Zepür gözlerini kapattı, geçmişten gelen çığlıkların sesi gibi: “Bu
rada çok şey yaşandı. Biz, o acıları duymak ve taşımak zorundayız.”
Rıza, yılların getirdiği bilgelikle: “Toprak, hafızasını kolay kolay
unutmaz. Her taş, her köşe bir sır saklar.”
Akşamın kızıllığı Mezopotamya’nın çıplak topraklarını altın ve
kızıl tonlara boyarken, Yusuf ve beraberindekiler eski haritalarda ka
yıp olarak işaretlenmiş köyün harabelerine ulaştı. Çorak toprakların
arasında, hayalet gibi duran yıkıntılar, bir zamanlar yaşayanların anı
larını saklıyordu.
Toprak, üzerindeki ağır yükünü hissettiriyordu.
Yusuf: (Boğuk ve yorgun sesiyle) “Her adımda sanki geçmişin
acı fısıltılarını duyuyorum... Bu topraklarda yaşananlar kolay unu
tulmaz.”
Zepür (etrafı dikkatle tarayarak): “Burası sadece bir köy değil.
Kaybedilmiş hayallerin, kırılmış umutların mezarlığı. Bu sessizlik,
binlerce hikayeyi saklıyor.”
Rauf (ellerini ovuşturarak, biraz sinirli): “Ve biz, o hikayeleri ye
niden ortaya çıkarırken, bazı gerçeklerin insanları nasıl yıprattığını
göreceğiz.”
Leyla (gözlerini yere dikerek, sessizce): “Benim annem de… bu
toprakların hikayesinde kaybolmuştu. Kayboluşu, burada yaşananla
rın gölgesindeydi.” (Kısa bir an için gözleri doluyor, hafifçe nefes
alıyor)
Mahir (sessizce, sanki geçmişle hesaplaşıyormuş gibi): “Bazen yap
tığım hataların gölgesinde yürürken, bu topraklar bile bana yük oluyor.”
Rıza (gözlerini ufka dikerek, bilge bir tonla): “Toprak, sadece yeri
değil. Kimi zaman taşır sırlarını; kimi zaman ise insanın vicdanına
ayna tutar.”
Yusuf, elindeki haritaya bakarak Rauf’a döndü: “Rauf, senin an
178
Sessiz Sofra
nenin mektubu… Bu köyle bağlantısı var mı? O mektupta bahsettiği
gizli şeyler burada mı saklı?”
Rauf: “Evet. Anlatılanlar… ailemin sustuğu, benimse korktuğum
gerçekler burada gömülü. Ama herkesin bilmesini istemiyorum.” (Bi
raz gerilir, gözleri karışık duygularla dolar)
Leyla: “Bilmeli. Çünkü geçmişin sessizliği, bugünün yıkımına ze
min hazırlar.”
Rauf: “Sen, dışarıdan biri olarak bunu söylüyorsun. Ama benim
yüküm çok daha ağır.”
Zepür araya girer: “Biz birlikteyiz, Rauf. Yalnız değiliz. Ama yüz
leşmek zorundayız.”
Leyla’nın zihninde annesiyle birlikte küçük bir taş evde geçen bir
sahne canlanır. Annesi eski bir sandığı açarken, “Bu mektuplar ve
fotoğraflar bizim geçmişimizin aynası, kızım. Saklamamalıyız.” der.
Leyla ise korku ve utanç arasında gidip gelir.
Mahir’in gözünde bir an canlanan görüntü; gençken yaptığı bir
hata sonucu, bir arkadaşını kaybedişi. O anın yüzündeki suçluluk ve
acı, onun iç hesaplaşmasının kaynağıdır.
Rıza, toprağı avuçlayarak: “Beni bu topraklar büyüttü, ama bir o
kadar da yıprattı. Bir zamanlar toprak için savaşırken, insanlığı unu
tanlar gördüm. Şimdi, bu ekibin içinde, bu tarihî yükü taşıyanlarla
yan yana durmak zorundayım. Ama bazen çatışmalar kaçınılmaz.”
Rauf ve Rıza arasında gerilim yükselir: Rauf (sertçe): “Siz dışarı
dan gelenler, bu toprakların acısını nasıl bilebilirsiniz ki?” Rıza (so
ğukkanlı, ama tavizsiz): “Acıyı bilirim, ama bilmek yetmez. Sorum
luluk almak gerek. Bu da bazen zor kararlar demek.”
Yusuf araya girer: “Hepimizin yükü farklı ama amaç aynı: Gerçe
ği ortaya çıkarmak ve bu acıya son vermek.”
179
Sessiz Sofra
Son
Gece çökerken, ekip yıkıntılar arasında küçük bir kamp kurar. Her
biri, kendi iç hesaplaşmalarının gölgesinde uykuya dalar. Kiminin rü
yasında geçmişin hayaletleri, kiminin geleceğin umutları belirir.
33. BÖLÜM
KIRILMA ÇİZGİSİ: GEÇMİŞ, GÖLGE VE IŞIK
Sabahın ilk ışıkları Mezopotamya topraklarını şefkatle sıvarken,
Dara Taşı’nın eteklerinde kurulan kamp alanında çıt çıkmazdı. İçi
yananlar için dışarıdan gelen sessizlik bir merhamet perdesi gibiydi.
Rauf, sabah namazından dönüşte annesinin ona küçük yaşta anlattığı
bir sözü hatırladı: “Toprak ne kadar susarsa, o kadar çok şey anlatır.”
Yusuf, Zepür ve Leyla’nın yüzlerinden gecenin izleri silinmemiş
ti. Kamp ateşinin başında Mahir, suskunluğuyla oturuyor, Rıza ise
eski bir pusulaya bakıyordu. Herkes, içten gelen bir yüzleşme duygu
suyla sarmalanmıştı.
Bu sözsüzlüğü Rauf bozan ilk kişi oldu. “Annemin mezarını göre
medim ama onun şarkısı bu topraklarda yaşıyor. O şarkıyı duyduğum
180
Sessiz Sofra
her an, bir parçam eksik değil artık.” Leyla başıyla onayladı. “Benim
annem de gizli gizli Ermenice dualar ederdi. Anlamazdım. Şimdi keli
melerin ardından kalbin ne konuştuğunu duyuyorum.”
Rıza yavaşça cebinden eski, kahverengi bir tahta kutu çıkardı.
İçinde, annesinden kalma toprak numuneleri, ipek mendile sarılmış
bir not ve çocukluğunda çizdiği haritalar vardı. “Benim annem de bir
toprak kadınıydı. Her bir avuç toprağa bir isim verirdi. ‘Bu toprak
suskun, bu toprak yorgun, bu toprak umutlu,’ derdi. Şimdi anlıyorum
ki, suskun toprak bizim yüzleşmediğimiz tarihtir.”
Zepür, kamp ateşinin külünden bir avuç alıp avucuna büktü. “Ben
o defteri bulduğumda, ilk hissettiğim şey korku oldu. Ama sonra...
Siranuş’un sesi, yüzlerce yıllık bir gecikmeyle bile olsa kalbime do
kundu.”
Mahir, nihayet konuştu. “Ben de bir zamanlar sessiz kaldım. Ama
gördüm ki sessizlik, en çok bağıran şeymiş. Bugün burada bulun
mam, sadece gerçekleri konuşmak için değil; affedilme hakkını talep
etmek için.”
O an bir hareketlilik oldu. Kampın doğu ucundan gelen bir figür
yaklaştı. Genç, esmer bir delikanlı, elinde eski bir kemanla ortaya
çıktı. Rauf onu tanıdı. “Ali! Dayımın torunu... Benim unuttuğum şar
kıyı o hatırlayacak.”
Ali, kemanını akort etti ve yavaşça eski bir Mezopotamya ezgisi
çalmaya başladı. Melodi, havada asılı kalırken, herkes sessizce kendi
geçmişine bir perde araladı.
O anda Rıza, kutudan çıkardığı toprağı Yusuf’un avcuna döktü.
“Bu, senin dedenle benim babamın birlikte ekiğtiği yerden. Toprak,
kin tutmaz. Ama hatıraları unutturmaz.”
Gök yavaşça açılıyor, güneş bir kez daha bu hikâyeyi aydınlatma
ya başlıyordu.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL