Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin. ferideddin attar
Muhannetin kapısı (Öykü)
Önsöz Hayat, bazen bir kapıdan içeri girince başlar… ve o kapı bazen ardına kadar yalnızlığa cefaya açılır. Muhannetin Kapısı, işte tam da böyle bir eşiği anlatıyor: Ardında ne varsa alnına yazılmış ...
5. Bölüm

Suna'nın Aşkı (1955)

70 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Çocuk, mektubu içliğinin* ta içine saklamış, yaydan fırlamış ok gibi bir nefeste yukarı mahalleye varmış ve Celal’lerin kanatlı kapının tokmağından tutup hızlı hızlı kapının üzerindeki levha demire vurdu.

“Celal abiii! Celal abiii!” diye hızlı ve telaşla bağırdı.

Celal’in annesi Halime anne:
“Hayırdır bu saatte, kim ola ki? Siz durun uşaklar, ben bir bahayım. Gece vahdi nedir bu patırdı?” diyerek kapıyı açtı.

Çocuk:
“Celal abi evde mi? Kendisine diyeceklerim var.”

Halime teyze:
“Bana de, ne diyeceksen evlat.”

Çocuk, “Celal abiii!” diyerek başını Halime annenin omzundan uzatıp içerideki odaya doğru bağırdı.

Celal, annesinin peşinden kalkıp dış kapıya doğru yönelmişti bile.

Çocuk, Celal’e kafasıyla işaret ederek geriye doğru beş altı adım atıp avludan dışarı çıktı. Peşinden gelen delikanlıya koynundan Telaşla sağa sola bakarak kimsenin olmadığından emin olduktan sonra, mektubu çıkarıp Celal'e uzattı.
Yarısı yırtık olan defter yaprağına yazılmış mektubu bir çırpıda okudu.

Suna’nın Mektubu

Kağıt, eski bir defterin yaprağından koparılmıştı. Kenarları yırtıktı, köşeleri kararmış, buruşmuştu. Üzerindeki kalem izleri, titreyen bir yüreğin, zamanla yarışan bir elin izlerini taşıyordu. O yıllar kâğıtta çok kıymetliydi, sözcükler ise insanın canından dökülürdü.

Celal; bu akşam beni istemeye dünürcüler geldi.
Abimle babam aklına koymuş; beni bu adamla evlendirecekler.
Yarın söz keseceklermiş.
Ben senden başkasına yar olamam.
Bu gece kaçmazsam kurtuluşum yok.
Seni, saat gece ikiye kadar bekleyeceğim.
Bu mektubu getiren çocukla bana bir haber gönder.

Celal’in telaşı

Kağıt, sanki elinde yanacak gibiydi. Nemliydi, belki terli ellerin iziydi üstündeki. Yazıya göz gezdirdiği anda kalbi sanki bir taş gibi yerinden oynadı. Gözleri satır satır kaydı, her harf boğazına düğümlendi.

“Yarın söz keseceklermiş…”
O cümle, bir tokat gibi indi yüzüne. Gözlerinin önüne Suna geldi — o siyah örgülü saçları, başını önüne eğişi, utanınca yanağının kızarışı...

“Bu gece kaçmazsam kurtuluşum yok.”
Bu satırda yutkundu. Çünkü bilirdi Suna’nın öyle kolay kolay söz söyleyen biri olmadığını. Töreye, aileye, abiye baş kaldırmak kolay mıydı? Hele bu köyde, hele o yıllarda...

Evlerinin kapısını usulca açtı. İçeri girerken etrafına bakındı. Hiçbir şey belli etmemeye çalıştı. Babası sevirem oturmuş sigara sarıyordu. Annesi ocağın başında yeni sağdığı sütü pişiriyoru.
O ise yüreğini tutamıyordu artık, her atışı bir çığlık gibiydi içinde. O gece, karar gecesiydi. Ya Suna’ya gidecekti, ya da sonsuza kadar kaybedecekti.

Mektubu getiren çocuğa dışarda beklemesini söyleyip bir iki satır cevap yazıp; çocuğu, Suna ya bu notu iletmesi gönderdi.

“Bu gece, herkes uyuyunca kapıya gelsin. El feneriyle sinyal verecek. Sakın unutma, kıza böyle söyle.”

Çocuk başıyla onayladı. Gitti. Celal’in içi kaldı. Gecenin çökmesini bekleyecekti artık. Ama bilirdi, bu gece, ömrünün en uzun gecesi olacaktı.

Celal,in kalbi yerinden çılacak gibi atıyordu telaşlandı, kızardı, elleri titredi, rengi kül gibi oldu.
Kimseye bir şey çaktırmamaya çalıştı. Söylese babası ve abisi gil engel olurdu. Büyük dururken küçüğün evlenmesi köylük yerde iyi karşılanmazdı.

Bu yöredeki Türkmen köylerinin bazı kuralları vardı. Erkekleri kolay kolay kız kaçırmaz, kızlar da aileyi yere vurup kaçmazlardı. Her şey rızalıkla, örf, âdet ve töresince yapılırdı.

Ama Suna, buna mecbur olduğunun farkındaydı. Abisi, damat adayı ile anlaşıp kendince hesaplarını çoktan yapmıştı bile. Kızcağıza, Celal'e kaçmaktan başka çare bırakmamışlardı.



Cevaba yazdıklarını tekrar düşündü, çocuğa söylediği sözleri tekrar içinden geçirdi.."Bu gece yarısı, herkes yattıktan sonra Suna’ların kapıya geleceğini, el feneriyle sinyal vereceğini kıza söyle, sakın unutma! "— diye sıkı sıkı tembihlediğini inşallah çocuk unutmaz Suna ya söyler..

Suna, hem korkudan hem heyecandan tir tir titriyordu. Belli etmemek için yer yatağının içinde uyumuş numarası yaparak, evdekilerin iyice uykuya varmalarını takip ediyor; verilen saatte dışarı çıkmak için tetikte bekliyordu.


Kaçış

Celal, babasının av tüfeğini gizlice omzuna taktı, fişekliği de beline kuşandı. Kalbi güm güm atıyordu ama gözlerinde bir kararlılık vardı. Evlerinin damına açılan kapıdan geçip, aynı yaştaki çocukluk arkadaşı İsmail’e koştu. Nefes nefese, “Gel,” dedi. “Yardıma ihtiyacım var.”

İsmail ne olduğunu sormadı. Yalnızca başını sallayıp peşine takıldı. Sessizce yürüdüler, konuşmadan. Köyün ortasından geçip Orta Mahalle’ye, tek nefeste vardılar.

Köy pınarının yanı başında, Şehriban Halayla Suna’nın sıkça gidip geldiği tahta köprünün kenarına gizlendiler. O köprü, çocukluklarının da sessiz şahidiydi.

Celal, cebinden çıkardığı el fenerini birkaç kez yakıp söndürdü. Bu, mektupta kararlaştırılan işaretti. “Geldim,” diyordu fenerin titrek ışığı. “Seni bekliyorum.”

Celal gözünü evin kapısına dikmişti. Suna çıkacak mıydı?

İsmail ise çevreyi kolaçan ediyordu. En çok da mahallenin beklenmedik bir sesle uyanmasından korkuyordu.

Az sonra, avlu kapısı aralandı. Elinde idare lambasıyla Suna göründü. Durdu. Etrafı gözledi. Kalbi, gırtlağına çıkmış gibiydi.

Celal feneri tekrar yaktı. Bu defa daha uzun tuttu ışığı.

Suna, işareti gördü. Ve o an kararının ağırlığı yüreğine çöktü.
“Bu ciddi… Bu gerçek,” diye geçirdi içinden.
“Ya abim görürse? Ya birine yakalanırsak?”

Kendi başına geleceklerden çok, Celal’in başına bir şey gelmesinden korkuyordu artık. Cayarsa, babasının seçtiği o adamla evlenecek, kalbi olmayan bir ömre boyun eğecekti. Kalırsa pişmanlık, kaçarsa belirsizlik…

İdare lambasını usulca söndürdü, olduğu yere bıraktı.
Kanatlı kapıyı sessizce kapattı.
Karanlığa, fener ışığının titrek gölgesine doğru yürümeye başladı.
Adımları sessizdi ama kararı gürül gürül…


Gecenin Karanlığında Bir Sığınak

Celal, kızın elini tutmuş önde giderken, İsmail hem onları hem de geriyi takip ediyordu. Oğlanın da, kızın da kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Gecenin bir yarısı, o saatte Celal’in gizlenmek için aklına, evlerine en yakınındaki Güllü halası geldi. Kimseye gözükmeden evin kapısına; biraz telaş, biraz korkuyla vurarak hala ve enişteyi uyandırdılar.

Celal,
“Bizi gizli bir yere saklar mısın, hala?”

Hala,
“Elbette oğul... Hayırdır?”

Üç büyük odacıkları (gözleri) olan, ambarın ve buğday sepetlerinin bulunduğu, ahır ve samanlıktan sonra, bir duvarı ufak kayaların bulunduğu yardan oluşan kiler damını göstererek,
“Çabuk, içeri geçin,” dedi.

Suna, kendince yanlış yaptığının farkındalığının korku ve heyecanıyla, hem tir tir titriyor hem de dolan gözlerini yere bakarak gizlemeye çalışıyordu. Ama istemsiz akan gözyaşları, utancından kızaran yanaklarından birer inci tanesi gibi süzülüp, dudaklarının yanından geçerek toprak zemine düşüyordu.

Celal, hala ve enişteye olan biteni anlattı.

Mutfaktan, bakır siniyi yemekle donatan hala; yeğeni Celal ve Suna’ya,
“Haydi, önce karınlarınızı doyurun bakalım. Sabah ola, hayır ola oğul. Kız benim yanımda, enişten de seninle burada yatar bu gece,” diyerek toprak zemine; keçi kılından yapılmış kalın çulu serip, üzerine yün döşek ve yorgandan iki yatak hazırladı.

“Biz çıkıyoruz, size iyi uykular,” diyerek kapıdan çekildi.

Suna’ya,
“Hadi kızım, sen benim yanımda yat,” diyerek, onu da odasına götürdü.


Suna’nın babası, eşinin ölümünden sonra alışkanlık haline getirdiği bir davranıştan hiç vazgeçmemişti: Her sabah ahıra gitmeden önce ya da hayvanların yemini verip altlarını süpürdükten sonra çocuklarının odalarını tek tek yoklar, bir iş varsa uyandırır yoksa üzerlerini örter sessizce çıkardı.

O sabah da hayvanların yemini verdikten sonra, ineklerin sığıra gitmeden sağılması gerekiyordu. Kızının odasının kapısına geldi; sağ elinin parmaklarıyla hafifçe tıkırdattı:
“Sunaa... Suna kızım, uyan. İnekler geç kalacak!” diye seslendi.

Her zamanki gibi, babasının sesi duyulmadan önce kalkıp süt bahraçlarını alarak onun peşine düşen kızdan bu sabah çıt çıkmıyordu.

Baba, ikinci kez seslenmeye gerek duymadan, içine bir endişe düştü. “Ya hastaysa, ya uykuda başına bir şey geldiyse?” diye düşündü. O an kalbine çöken korkuyla odanın tahta kapısını öyle bir hızla açtı ki, kapı duvara çarpıp yankılandı. Gürültüye büyük abiyle yenge yerlerinden fırladı, korkuyla yatağından kalkan ikili bir çırpıda babanın yanına koştu.

Yaşlı baba, oğluna ve geline telaşlı telaşlı bakarken nefesi daralıyordu. İçinde fırtınalar kopuyor, kendini sorguluyordu:
“Yoksa… yoksa korktuğum şey mi?”

Bu endişeyle ahırın kapısına doğru ağır adımlarla yöneldi. Oğlu Ahmet’e, geline dönerek söyledi:
— “Bir işi vardır, belki pınara ya da fırın yakmaya gitmiştir. Döner birazdan.”

İnekleri sığıra kattı, ardından avluya çıktı. Avluda geliniyle karşılaştı. Ocaklı oda titizlikle süpürülmüş, çay demlenmiş, sofra kurulmuştu. Babanın gözleri telaşla geline takıldı:
— “Suna geldi mi?”

Gelin, hafif bir çekingenlikle yanıt verdi:
— “Biz de, belki yolda senin hayvanları götürdüğünü görünce, seninle sığıra yardıma gitmiştir diye düşündük, baba.”

Sofraya yeni oturan abi, alaycı bir sesle mırıldandı:
— “Desene bu kız o zırtapoza kaçtı.”

Celal’in son birkaç aydır gösterdiği davranışlar, abinin içindeki şüpheyi büyütmüştü. Artık tarlaya, eskiden gittiği köyün yamacındaki yoldan değil, evin önünden geçiyor, avlunun dış kapısındaki sohu*taşının üstünde dinlenme molaları veriyordu. Arkadaşlarıyla tarladan harmana taşıdığı buğday sapı kağnısını da hep evin önünden götürüyordu. Tüm bu değişiklikler, abinin sezgilerini doğrulamıştı; yanılmıyordu.

(Dipnot Sohu: tahılın kabuğunu (kepeğini) ayırmada kullanılan taştan (nadiren betondan) yapılma eski bir araç türü)

Celal’in, akşam gelen o çocuktan sonra sırra kıdem basması evdekileri telaşlandırsa da, ev halkı buna alışkındı. Böyle sessiz sedasız evden sık sık çıkar, bazen arkadaşı İsmail’in, bazen de diğer ergen akranlarının evinde toplanır, saz çalıp türkü söylerlerdi. Geç vakit olunca, birbirlerinde uyumlarına alışmışlardı.

Köylüler genelde ata dan, nineden birbirlerinin ya akrabası, hısmı ya da iyi komşularıydı. Çoluk çocuklarının arkadaşlarını ve ailelerini çok iyi tanıdıkları için ne genç kavgaları ne tarla sınırı ya da su kavgaları büyürdü. Büyüyecek olsa bile yaşlı köylüler veya muhtar hemen araya girer, aralarını yaparlardı.

Ne Celal’in ne de Suna’nın gözüne uyku girmişti. Birbirlerinden habersiz, ayrı yerlerde sabaha kadar vesveseleri onları uyutmamıştı.

Hâlâ da gençlerden farksız olsa da, bu işin büyük sorumluluğuna hazırlanmış bir kahraman edasıyla;

“Siz kahvaltınızı yapın çocuklar, kimseye gözükmeden beni bekleyin burada,” diyerek kilerin kapısını sıkıca kapamalarını tembihledi.

Enişte Bey’e hayvanları sığıra götürmesini söylerken, eteğine doldurduğu yemleri tavuklara attı ve hemen dört ev yukarıda olan Celal’in baba evine gitti. Kapıyı sessizce vurup, evdeki Celal’in diğer abileri uyanmasın diye kısık bir sesle Halime Yenge’ye ve abisi Sadık Bey’e durumu anlattı.

Sadık Bey ve Halime Anne bağırıp çağırıp itiraz etseler de; Güllü Hala;

“Çocuklar bir birini seviyor, yapmışlar bir hata, kız çıkmış gelmiş bir kere. Geri göndermek bize yakışmaz ağam. Köylük yerde adı kötüye çıkar, bir daha kimse evlenmez. Yazık olur öksüze,” diyerek ikna gücünü zorladı ve karşısındakilere fazla söz söyleme hakkı tanımadı.

Halime Anne;

“Abisi dururken şu Celal’in yaptığına bak!” dedi.

Güllü Hala;

“Olan oldu yenge, Celal’in abisine siz durumu anlatır yatıştırırsınız. Biz şimdi kızın abi babasıyla anlaşmanın bir yoluna bakalım,” diye yanıtladı.

Hala...

“Şimdi gelsinler buraya, sizin elinizi öpsünler önce. Siz kabul edin ki, sonra gidip kızın babasıyla abisine durumu izah edip razı edelim,” dedi ve yanlarından ayrılırken ekledi:

“Hazırlıklı olun, birazdan Celâli kızı alıp geleceğim. Sürat asmak yok, kızmak yok, tamam mı? Bundan sonra sizin gelininizdir,”

Her zaman ki idareci, Cabbar karakteriyle köy halkı tarafından da iyi tanınan Güllü Hala, böyle söylerdi.

Akrabalar arasında oluşan kırgınlıklar kimde olursa olsun, iki ailenin arasını bulan küskünlükleri ortadan kaldırmakta ustaydı. Kimin oğluna kız istenecekse ya da iyi güzel havadisler dünürler arasında nasıl götürülüp getirilecekse, Güllü Hala’ya başvurulurdu.

Kadınca yapılacak bilgelikle yol gösterir, çerpeşik işleri en iyi şekilde hallederdi; tam anlamıyla hala lıktı.

Çarçabuk eve dönen Güllü Hala, Suna’nın heyecan ve endişesini fark etti. Kızın üzerindeki yırtık ve solmuş elbisesinden utandığını görünce, sesini yumuşattı:

“Sana bir elbise uyduralım, böyle çıkma sen. Şimdi yeni gelin sayılırsın,” dedi.

Ve komşu gelinden eğreti olarak, yeni bir elbise, şalvar, çorap tedarik edip kızı bir güzel giydirdi.

Suna’nın başına kendi elleriyle diktiği kırk yamalı bohçasından boncuklu beyaz bir tülbent örttü.

Celâl’e döndü ve ekledi:

“Hele kız tarafıyla bir anlaşalım. Şehre gider, Suna’ya urbalı kumaşlar al. Ben dikerim.”

Celâl, onaylarcasına başını salladı.

Güllü Hala, “Haydi, düşün peşime,” diyerek kızı hazırlamaya devam etti.

Delikanlı önde, kız mahcup ve çekingenliğin hat safhasında arkada...

Sadık baba ve Halime hanımın elini öpüp, evin kapısına vardılar. Hala, kapının demir tokmağını bu sefer sertçe vurarak çaldı. Kapıyı, Celal’in büyük abisi Hasan’ın karısı Gülüzar gelin açtı ve buyur etti.

Önce, yaz odası denilen büyük odadaki ocaklığın başında oturan Sadık babanın eli öpüldü. Ardından, yaz ocağın yanıbaşında gıltıma yayan Halime annenin eline vardılar. Sonra evin büyük oğlu Hasan ve gelinin ellerini öpüp, kendir ipi ve keçi kılından karışık elde dokunmuş kilimin üzerindeki yer minderlerine oturdular.

Kendilerince hayırlı bir iş için kızın baba ve abisiyle konuşup anlaşmanın planını yapsalar da, karşı taraf için durum hiç de hayırlı sayılmıyordu. En azından abi Ahmet ve Ayşe gelin için öyleydi. Bir kere Suna; kaçarak babasını, abilerini köye karşı utandırmış, yüzünü yere bakırtmıştı. İkinci olarak da dünürlere verilen sözü ve anlaşmayı hiçe saymıştı.

Baba ise aslında içten içe, biricik kızının istediği, sevdiği adama gitmesine çok da kızmıyordu. Abisinin kızına zor kullanarak sevmediği biriyle evlendirmesini içine sindirememişti. "Bari öksüzüm mutlu olsun. Halime kadın da has kadındır, kızıma iyi bir ana olur," diyordu kendi kendine.

Celal’in babası Sadık Ağa, anası Halime Ana ve Güllü Hala, anlaşmanın kaçınılmaz olduğunu çok iyi biliyorlardı. Köy halkının dedikodularına maruz kalmadan, pişmiş aşa su katmadan Suna’nın baba evinin kapısını çalmak istiyorlardı. Kuşluk vakti henüz yerini öğlen sıcağına bırakmadan.

Evin önünde beklerken, abisi Celal’in yüzündeki o karışık ifadeyi gördüler. Sabahki tahminleri doğru çıkmıştı: Kız o zırtapozun peşinden kaçmıştı.

Selamlaşıp, ‘hoş geldiniz’ faslını geçtikten sonra Sadık Ağa lafı hemen konuya getirdi. Kızgınlığı her halinden belli olan Celal’e ve üzgün olan babaya bakarak:

— Bah Ali Ağa, çocuklar bir gabahattır işlemişler, sizi üzmüşler anlaşılan, dedi.

Kızın babası, başını onaylarcasına aşağı yukarı hafifçe salladı.

Sadık Ağa, sözünü tamamlamak için:

— Oldu bir kere, dedi. Keşke önceden haberimiz olsaydı. Her şey usulüyle yapılırdı elbet. Abisi vardı önlerinde emme, en azından söz keserdik. Asker dönüşü düğünü yapardık. Gençler acele ettiler, köylünün diline düşmesinler diye. Evlatlar ikimizin... Bağışlayın, gayrı gelip elinizi öpsünler, barışalım.

4.bölüm devamı
Söz Ağızdan Çıkar]

Ahmet, yüzü asık, gözlerinde öfke kıvılcımıyla karşısındaki adamın gözlerine dik dik baktı. Ayşe gelin çoktan dolduruşa getirmişti onu. Eşinin yüzüne bir bakıp, sonra Sadık Ağa’ya dönerek bağırdı:

— “Sadık emmi, Sadık emmi!.. Oğlun bacımın aklını çaldı. Bunu onun yanına bırakacağımı mı sandın?”

Kalabalık bir anda susmuştu. Yürekler ağızlara gelmiş, herkes birbirinin gözünü yoklamıştı. Fakat Halime Ana boş durur muydu? Evlat mevzu olunca bir atmaca gibi dikildi ortaya. Gözleri buğulu, sesi yılların yorgunluğunu taşıyan bir merhametle konuştu:

— “Ahmet oğlum... Rahmetli ananı iyi bilirdim. Hanım kadındı Hastaydı Gencecikti, gitti. Bir ben değil, bütün köy yandı ardından. Belki böyle olmazdı, ama gızın, gönlünün sevdiğiyle kavuşsun isterdi. Ganı ganla değil, oğul, suyla yurlar... Akraba oluruz işte kötümü ?.

Sakinleştirmeye çalışsa da, Ahmet'in içindeki fırtına dinmemişti. Halime Ana devam etti, kızın babasına döndü, sözleri kararlıydı artık:
Ahmet abi..
— “Bu akşam gızın gahvesi içilecekti, söz kesilecekti. Şimdi ne deyim ben o adamlara?”

Derin bir iç çekti, sonra yeniden söze girdi:

— “Bir geçmişleri yok daha, gız istemiyor dersin, olur biter. Gızı kırk kişi ister, bir kişi alır, oğul. Kız sizin, karar babasından çıkar.”

Ali Ağa o sırada, başı önde, düşüncelere dalmıştı. Odanın ortasına çöken sessizliği o bozdu. Gözlerini kaldırdı ve yutkunarak konuştu:

— “Bu söz senden biter, Ali Ağa… Babası sensin. Ne dersen, o olur.”dedi Halime ana..


Söz Ağızdan Çıkar]

Ahmet, yüzü asık, gözlerinde öfke kıvılcımıyla karşısındaki adamın gözlerine dik dik baktı. Ayşe gelin çoktan dolduruşa getirmişti onu. Eşinin yüzüne bir bakıp, sonra Sadık Ağa’ya dönerek bağırdı:

— “Sadık emmi, Sadık emmi!.. Oğlun bacımın aklını çaldı. Bunu onun yanına bırakacağımı mı sandın?”

Kalabalık bir anda susmuştu. Yürekler ağızlara gelmiş, herkes birbirinin gözünü yoklamıştı. Fakat Halime Ana boş durur muydu? Evlat mevzu olunca bir atmaca gibi dikildi ortaya. Gözleri buğulu, sesi yılların yorgunluğunu taşıyan bir merhametle konuştu:

— “Ahmet oğlum... Rahmetli ananı iyi bilirdim. Hanım kadındı Hastaydı Gencecikti, gitti. Bir ben değil, bütün köy yandı ardından. Belki böyle olmazdı, ama gızın, gönlünün sevdiğiyle kavuşsun isterdi. Ganı ganla değil, oğul, suyla yurlar... Akraba oluruz işte kötümü ?.

Sakinleştirmeye çalışsa da, Ahmet'in içindeki fırtına dinmemişti. Halime Ana devam etti, kızın babasına döndü, sözleri kararlıydı artık:
Ahmet abi..
— “Bu akşam gızın gahvesi içilecekti, söz kesilecekti. Şimdi ne deyim ben o adamlara?”

Derin bir iç çekti, sonra yeniden söze girdi:

— “Bir geçmişleri yok daha, gız istemiyor dersin, olur biter. Gızı kırk kişi ister, bir kişi alır, oğul. Kız sizin, karar babasından çıkar.”

Ali Ağa o sırada, başı önde, düşüncelere dalmıştı. Odanın ortasına çöken sessizliği o bozdu. Gözlerini kaldırdı ve yutkunarak konuştu:

— “Bu söz senden biter, Ali Ağa… Babası sensin. Ne dersen, o olur.”dedi Halime ana..

Ali Ağa'nın Kararı

Ali Ağa, yaşlı gözlerle Halime Bacı'ya döndü. Sesi kısık, yüreği doluydu:

"Halime Bacı... Sunam öksüzüm, üç yaşında anasız kaldı. Biri daha beşikte. Bir kız, beş oğlan çocukla nasıl çekip çabaladığımı az çok bilirsin. Evden çıkmış gocaya kaçmış gızı geri almak, yahışmaz bize gayri. Madem istemişler birbirlerini, ben razıyım. Senin iyi bir kaynana olduğunu biliyom. Senin yanında Sunam da rahat eder. Bundan gayrı benim değil, senin gızındır. Mazlumum, sessizdir. Sizin ev kalabalıktır, ezilmesin garibim. Onu koruyup kollamak da sana düşer. Kaynana değil, bir ana ol ona. Bundan gayrı sana emanettir."

Gözlerinden yaşlar peş peşe döküldü. Ağzından çıkan her kelime, kalbinden kopmuş gibiydi.

Abi, oflayıp poflasa da... Baba dediğini demişti bir kere. Oğluna daha fazla söz bırakmadı. Ev halkı suskunlukla kabullendi bu kararı.

Önce hala ayağa kalktı, Ali Ağa’nın eline varıp öptü. Ardından Halime Ana, Sadık Ağa... Yaşıt olduklarından tokalaştılar. Yenge çay getirdi. Ortamın gerginliğinin yerini, yeni akraba olmanın belli belirsiz bir mahcubiyeti aldı.

"Artık galhalım Sadık Ağa, herkesin işi gücü var," dedi Halime Ana.

Sadık Ağa, ev halkıyla vedalaşırken avlu kapısında durdu. Elini cebine attı, mendilini çıkardı. Alnındaki teri ve göz pınarındaki buğuyu sildi. Ardından Halime Ana’ya dönüp, yüreğini ortaya koydu:

"Allah utandırmasın, Halime bacı Ben yüreğimi koydum ortaya. Sunam önce Allah'a sonra size… emanet. Bunca yıl babalık ettim, şimdi anasız yavrumu size ana diye yolluyorum. Gönlü razı, başı eğik gitti,kırılmasın, incinmesin..."
Halime Ana başını usulca salladı. Gözleri dolu doluydu.
Halime ana kendi avlu kapısı kapanırken, içerde yeni bir hayatın başlangıcı, dışarda bir evladın düğünsüz, derneksiz gitmesinin bir baba yüreğinde sessiz bir acının uğultusu kalmıştı.

El Öpmeye Gidiş

Kızın babasıyla abisine dönerek,
“Ahmet, bak evladım, yarın akşam üstü Celal’le Suna’nın yanında, Hasan’la gelini de katarım el öpmeye… Sahın ola ki, babanı ve bizi üzecek işler yapayım deme ha! Bah güveniyom sana. Dost var, düşman vardır oğul… Deli doludur emme, gayri eniştendir Celal, ona göre can!”

Sözünü biraz da latifeyle tamamladı. Celal’in haylazlığına yaptığı vurgu, ortamdaki gerginliği dağıttı. Herkesin yüzünde bıyık altından süzülen gülümsemeler belirdi. O an, söylenmiş ya da söylenecek kırıcı sözlerin hükmü sanki yitip gitti.

Ertesi gün olmuştu. Akşamüstü geldiğinde, Suna ile Celal, Hasan abiyle Gülüzar yengeyi de yanlarına alarak kız evine, el öpmeye gönderildiler.

Eller öpüldü. Kız, babasının boynuna sarıldı; hıçkıra hıçkıra, uzun bir süre ağladı omzunda.

Babasına" kusura bakma bakma telli duvaklı gitmek vardı ama bu gidiş mecburiyetten, çaresizlikten oldu baba." Diyerek elini bir daha öpüp sarıldı..

Babasını üzdüğünün farkındaydı. Birkaç kez başını eğerek özür diledi. Baba ise kızını affettiğini söyledi:
“Bir yastıkta kocayın çocuklar… Kader, kısmet böyleymiş,” dedi.

Suna’nın kaçtığını duyan Şehriban Hala da çok ağlamıştı. İçli içli, “Böyle mi gelin olacaktı garibim… Ah Ahmet ahh! Kıza sormadan, istemediği birine söz verilir mi? Öksüzüme, anasızıma yapılır mı bu hiç?” diyerek, hem içlenmiş hem kızıpgidip geldikçe serzenişte bulunmuştu.

Suna Celâl le birlik te karşı evde oturan Şehriban Halası’nın elini öpmeye gitmiş, halayla gelin gibi değil de, evinden gelin çıkaran bir ana-kız gibi, birbirlerine sarıldılar; uzun uzun, içli içli ağlaştılar.

Şehriban hala, “Olan oldu kızım, bundan sonra evin yuvan orasıdır. Allah sizi bir yastıkta kocatsın, bir ömür mutlu mesut yaşayın,” dedi.

Kızın abisi, diğer dünürcülerden alacağı başlık parasına için için hayıflanmasına engel olamaz, arada babaya, “Kızın bedavaya gitti, bir ömür değersiz görecek bu zırtapoz kızını,” diyerek içerliyordu.

Evleneli iki yıl olmuş, köyden yaşıtlarıyla birlikte Celal’in de askere gitme günü gelip çatmıştı. Komşular ve hısım akrabalar tarafından asker gençleri toplu olarak ev davetlerine çağırılıyordu. Bu, yıllardır süregelen gelenekleriydi bu yörenin köylerinde. Aynı asker olacak gençler gibi; düğün günü gelen kızlar da evlere yemeğe davet edilirdi.

Kocası askerde görevini yaparken, Suna gelin de evde üzerine düşen işleri kayınvalidesinin buyruğu üzere diğer eltisi Gülizar lâ birlikte yerine getiriyordu.

Baba Sadık Ağa’ya gelen asker mektuplarında adı geçmese de, ev halkına, gelin ve yengelere selamlar mektubun sonuna iliştiriliyordu. Yeni gelin de üstüne düşen payı sessiz sedasız alırken, yüzünün Amasya elması gibi kızarmasına engel olamıyordu
Yaz kış demez, köy insanının işi bitmek bilmezdi. Ev halkının her birine, kaynana ve kayınbaba tarafından belirlenen günlük görevler düşerdi. Pancar çapası, arpa ve buğday biçimi, fiğ yolumu, tarla sürme gibi işler genellikle erkeklere aitti.

Suna, karnı burnunda olmasına aldırmadan, horoz ötmeden Halime Ana’yla birlikte kalkar, akşama kadar didinir dururdu.

Celal, vatani görevine giderken Suna'nın karnındaki bebek henüz üç aylıktı. Doğum, köyün ebeleri tarafından gerçekleştirilmişti. Dünyaya gelen ilk kız çocuğuna, babaanneleri Halime Ana tarafından “Zeynep” adı verilmişti.

Celal, baba olduğunu ilkbaharın ilk ayında gelen bir mektupla öğrenmişti. Müjdeyi babası yazmıştı. O an yüreği sevinçle kabarmış, baba olmanın heyecanını içinde tutamamıştı. Asker arkadaşlarıyla sevincini paylaşmış, arkadaşları da onu içten dileklerle tebrik etmişti.

Kendisinin de ailesine vereceği bir müjde vardı aslında. Uzun zamandır bunu yazmayı düşünüyordu ama onların bu habere nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordu.

Çocukluğu oldukça hareketli geçmişti. Hiperaktif bir yapısı vardı. Ergenliğinde ise ipte sapta durmayan, yerinde duramayan bir delikanlı olmuştu. Üstelik kendisinden büyük iki abisinin varlığına güvenerek, evdeki işlerin sorumluluğunu da pek üstlenmemişti. Haylazlıkla geçen yılları, ailesinin gözünde onu güvensiz biri hâline getirmişti.

Babası Sadık Ağa, Celal’in ona yaşattığı o kötü olaydan sonra, oğlunun bir gün evlenip barklanacağına, çocuk çoluk sahibi olup sorumluluk alacağına dair umudunu iyice yitirmişti.

O olay Celal henüz on beş yaşındayken olmuştu.

O gün, öküzleri köyün biraz yukarısındaki yaylaya götürmesi istenmişti. Yayla, dağın eteğine doğru uzanan, ikiye bölünmüş bir vadinin tam ortasında yer alıyordu. Ağız kısmı üç metre genişliğinde, dibe doğru ise bir huni gibi daralan, dağdan gelen selin oluşturduğu iki derin yar arasında uzanıyordu.

Sadık Ağa, özellikle bu bölgeyi tehlikeli bulduğundan, Celal’e öküzleri oradan uzak tutmasını, daha yukarılarda otlatmasını sıkı sıkıya tembihlemişti.

Ama Celal, köyden en yakın arkadaşı İsmail, amcaoğlu Hüseyin ve “Kıro” lakabıyla bilinen İbrahim’e de seslenerek, hep birlikte öküzleri önlerine katıp “Dehh! Ohaaa!” nidalarıyla şakalaşarak yaylaya varmışlardı.

Üç kafadar, bir süre sonra öküzleri otlakta bırakıp, yayla çeşmesinin başında çelik çomak oynamaya koyuldular. Oyunun heyecanına kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, hayvanların yavaş yavaş o tehlikeli derenin bulunduğu yamaca doğru kaydığını fark edemediler. Hatta, zamanla öküzleri tamamen unutmuşlar, saatlerce oyunun başından kalkmamışlardı.

Kaybolan Güven

Diğerlerinin öküzleri, tehlikeyi belki fark ederek, belki de tesadüfen dere kenarında otlamaya yönelmişti. Ancak Celal’in öküzlerinden biri, neredeyse sekiz-on metre yükseklikteki, dibi dar mı dar olan dereye yuvarlandı. Boynu kırıldı. Ne çıkabiliyor, ne de sağından soluna dönebiliyordu. Oracıkta can verdi.

Hüseyin, köye kadar koşup yardım getirse de ne öküzün ölüsünü ne de dirisini dereden çıkarabildiler. Celal, başına gelenin korkusuyla, özellikle de babasının ve abilerinin dövmesinden çekinerek, on kilometre uzaklıktaki ilçeye kaçtı. Orada bir tanıdığın aracılığıyla, zengin bir köylünün mandırasında azap, yani uşak olarak çalışmaya başladı.

Ana yüreği bu duruma dayanamadı. Halime Ana, dünya malı için oğluna kıyamazdı, yalnızca evladının geri dönmesini isteyerek kocasını ikna etti:

> “Ne olur, bul getir Celal’imi. Cana gelen mala gelsin. Sana, çocuklara bir şey olmasın. Mal mülk yine yerine gelir,” dedi.
Diğer büyük oğullarına da açık açık seslendi:

> “Celal geldiğinde, kim el kaldırırsa, ona sütümü helal etmem!”
Bu sözler üzerine baba da razı oldu, kardeşler de.

Celal sonunda eve döndü dönmesine ama, o günden sonra babasının ve abilerinin gözünde yıkılan bir güven vardı artık. Onlara göre Celal, sorumluluk almayan, en ufak işte bile kaçmayı alışkanlık edinmiş, haylazlığın kitabını yazmış bir kardeşti. Ne yapsa da o iz silinmedi, güven bir kere gidince bir daha kolay kolay geri dönmedi.

Bu müjdeli haber, Celal için bir dönüm noktasıydı.
Geçmişte yapmış olduğu hatalar ve sorumsuz davranışlarından dolayı kaybettiği güveni geri kazanmak ve ailesine iyi bir evlat olduğunu kanıtlamak içgüdüsüyle, alacağı tepki ve kabul görmesi onun için çok önemliydi. Son birkaç aydır içinde saklamış olduğu "Yazayım mı, yazmayayım mı?" çelişkisiyle, eli kağıda kaleme gitmiş gelmişti. Artık son kararını vermişti: "Bugün mutlaka yazmalıyım," demişti.

Askerî görev eğitiminden döner dönmez, bu seferki mektubu mutlaka yazmalıydı. Hemen bir kâğıt kalem alıp ranzasına çıktı ve yazmaya başladı.

Celal’in Mektubu

Canım Babacığım,

İlk önce selamlarımı iletir, ellerinden öperim.
Nasılsın, iyi misin? Anam nasıl, baş ağrıları yine devam ediyor mu?
Abilerim, yengemler nasıllar?

Baba, benim de sizlere bir müjdem var.
Sizlere danışmadan bir karar verdim.
Belki karşı çıkarsınız, köyden ayrılıp başka bir şehre gitmeme izin vermezsiniz diye...
Kusurum varsa beni affedin. Ama kendi geleceğimi de düşünmek zorundaydım.

Siz de biliyorsunuz ki bizim arazimiz çok az;
olanı da sizlere zor yetiyor.
Gün be gün nüfusumuz çoğalıyor, ailemiz genişliyor.
Hem senin de dediğin gibi:
“Reçberliğe elim yatkın değil.”
Çift sürüp ekin biçmeyi oldum olası sevemedim.
Anlayacağın, köy işleri bana göre değildi.

Askeriyenin, okuma yazma bilenlere açtığı uzman çavuş sınavına girdim — kazandım.
Vatani görevimin tamamı dışında, altı ay daha burada kalıp uzmanlık eğitimi alacağım.
Sonrasında, askeriye beni memleketin herhangi bir il ya da ilçesinde bir karakola atayacakmış.
Görev emrini aldıktan sonra köye geleceğim; şimdiden haberiniz olsun istedim.

Devlet kapısında bir işim olmasına,
benim kadar sizin de sevineceğinizden eminim.

Burada mektubuma son verirken,
anama ve abilerime selam eder, ellerinizden öperim.
Diğer ev halkına da çokça selamlar.
Ben iyiyim, beni düşünmeyin; siz sağlığınıza dikkat edin.

Ha baba, az daha unutuyordum!
İlk göreve başlar başlamaz anamı doktora götüreceğimi söyle.
Bundan böyle, benim üzerimden Emekli Sandığı sağlık sigortasından
annemle sen de yararlanabileceksiniz.

Selamlar...
Tekrar ellerinizden öperim.
Oğlunuz,
Celal

Sadık Ağa ve büyük oğlu Hasan, şeker pancarı tarlasını sulamaya geceden gitmiş, güneş kızdırmadan kuşluk vakti sırıl sıklam olmuş vaziyette eve dönmüşlerdi.

Hayattaki kuyudan su çekip el leğeniyle irbiği bir koşu yetiştiren büyük gelin, kocası Hasan'a,
“Muhtar emmi, Celal ağamdan mektup getirdi. Kasabaya varınca postaneye uğramış da,” dedi.

Hasan,
“Ne diyo Celal? Tezkere ne zamanaymış? Harmana yetişebilse keşke,” diye karşılık verdi.

Gülüzar gelin, hem kocasının eline su döküyor hem de,
“Okumaduh. Mektup babamın adına, biz de açmaduh,” diyerek peşkiri omzuna atıp, el leğenindeki kirli suyu dış kapının önündeki asmanın dibine dökmek için hayat kapısından dışarı çıktı.

Hasan arkasından seslendi:
“Getür bahayım, ne yazıyo bizim deli oğlan? Ne vahıt geliyormuş? Anamla ağama, geline de seslen, hepsi gelsin, öyle açalım.”

Karısı bir koşu çağırdı. Halime Ana, ocakta pişen etli bulgur pilavını indirmiş, hayata bakan ahır kapısından Suna’ya seslendi:
“Gelin! İnekleri sağmayı bırahta gel, hadi. Celal’in mektubunu okuyacah Hasan ağan.”

Köşedeki yer minderinde diz üstü çöken evin hanımları, yırtmadan zarfından çıkarmaya çalışan Hasan’ın eline dikilmiş gözleriyle pür dikkat kesilmişlerdi. Ağrı sızı içindeki ayaklarını karşısındaki iskemleye bırakan Sadık Ağa:

— Hadi ohu, dedi.

Selamlar, hal hatır faslından sonra Celal'in müjdeli haberine sıra geldiğinde, önce içinden okuyarak sustu biraz Hasan. Sonra:

— Olacağı buydu, dedi.

Babasıyla kadınlara bakarak ekledi:

— Tarla tapan işinden kaçmaya can atıyordu zaten.

Halime Ana:

— Hayırdır, ne olmuş oğul? dedi, şaşkın gözlerle etrafa bakınırken.

Hasan:

— Askerde, okuma yazma bilenlere uzman çavuşluk sınavı yapmışlar. Celal de kazananlar içindeymiş, bunu müjdelemiş.

Sadık Ağa:

— Ne var bunda oğul? O bari gurtarsın gendünü...

Tam cümlesini tamamlayamadan Hasan’ın sinirden kızaran gözleriyle karşılaştı.


Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL