Önsöz
“Koynumdaki Sır”a Dair
Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor.
“Dilb...
Gönül, nereye akarsa aksın, töreyle çarpışmadan menzile varmaz bu topraklarda. Rıfat da bunu bilirdi. Ama yüreğinin sesi, her kuraldan daha yüksek çıkıyordu artık. Bir gece… Bir plan… Bir ihtimaldi Dilber’e uzanan yol. Ve bazen bir adamın kaderi, sadece bir geceye sığarmı belli olmazdı.
Urfa’da ise işler değişmiyordu. Rıfat, anne ve babasına yalvarıp, son kez Dilber’i görüp ona kendi ağzıyla olanı biteni anlatmasını, gerekirse ilerde onunla evleneceğini bile aklına yerleştirmesini istiyordu. Berdel olan kız, dünya meleği dahi olsa Rıfat için Dilber, olmazsa olmazıydı. Bunu kendi söyleyecekti.
Bunu canı pahasına aklına koymuştu. Eski yöntemle kaçmayacaktı bu sefer; gece, bir başka şehre dağ yolundan gidip oradan otobüse binecekti.
Akranı olan eş, dost ve akraba gençlerini ikna için araya koyan babasına gitgide kinlenen Rıfat’ın artık sabrı taşmış, aklına koyduğu planı o gece uygulamaya karar vermişti.
Bir taraftan, Dudav Aşireti’nin reisi Yagup Ağa’nın evinde çifte düğün için kız ve oğlan çeyizleri hazırlanıyor, gelecek gelinin odası yengeler tarafından özenle düzenleniyor, en pahalı ipekli kumaşlar alınıyor; arada Canan da anasıyla çağırılıp alışverişe götürülüyordu. Düğün için çeşit çeşit yöresel ev ve giyilecek kıyafetler diktiriliyordu.
Yine tanıdık bayan terzisine ölçüler için gidiyorlardı. Her iki evde de telaş devam ederken Rıfat’ın kafasındaki planlar ışık hızıyla değişiyor, ne yapsa da Dilber’ine bir gidebilse, ya da en azından bir haber ulaştırabilse diye düşünüp duruyordu.
Beyin fırtınasına yenik düşüp, o gece uykuya teslim oldu.
Dilber’i, iki kolunu iki yana açmış, karakolun bahçesinde kendine doğru koşarken gördü. “Seni çok özledim Rıfat! Gözlerim yolda kaldı!” diye sesleniyordu.
Tam, “Buradayım... Bir yere gitmedim Dilber’im, buradayım,” diyerek karşılık verecekken, Ali Çavuş’un sesi yankılandı:
“Urfalı! Urfalı! Nedir bu iş? Bu kızın ne işi var karakolda!?”
Rıfat, ter içinde kalarak sıçradı. Gözlerini ovuştururken kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu, göğüs kafesine acı acı vuruyordu.
“Aman Allah’ım,” dedi. “Bu nasıl bir rüyadır? Dilber zor durumda, mutlaka benden bir haber bekliyor... Üzdüm onu, çok üzdüm. Zorda bıraktım kızı.”
Sabah oldu.
Ama ne güneşi doğmuştu bu sabahın, ne de serçeler ötmüştü pervazda. Toprak bile soğuk görünüyordu gözüne Rıfat’ın. İçindeki boşluk, geceden bile karanlıktı.
Anasının tandırda pişirdiği çörek kokusu yayıldı eve. Fakat Rıfat’ın midesi hiçbir lokmayı almaz olmuştu dünden beri. Elini yüzünü yıkarken aynaya bakmadı. Görmek istemedi kendini; yorgun, umutsuz, gözleri çukurda... Artık bir gölge gibi hissediyordu.
Gitmeye hâlâ niyetliydi. Ama içi içini kemiriyordu.
“Dilber’i üzmemek için gideceğim,” diyordu bir yanı.
Öteki yanı ise, “Bırak, Dilber bilmesin. Belki bir yol bulunur...” diyordu.
Bu bir kördüğümdü artık. Ve vicdanı, boğuyordu.
Ayakkabılarını giyecekti ki, anası odanın kapısı önünde bekliyordu. Başında yazması, elinde mendili…
“Gidiyorsun demek, ha Rıfat’ım?” dedi usulca. “Yine de son sözüm şudur oğul: Düşün taşın. Reyhan’a kıyman kolay değil, Dilber’e kıyman hiç kolay değil. Töre var ama Allah da var. Her şeyi gören, bilen bir Kudret...”
Rıfat başını eğdi. “Bilirim ana... Bilirim. Lakin ben töreyle Allah’ı aynı yere koyamam artık. Biri beni boğuyor, biri beni affeder gibi...”
Meryem Ana, oğlunun ellerini tuttu. Soğuktu elleri. “Rıfat’ım... Anan kaldı ortada. Sana ne diyeceğim, töreye ne diyeceğiz... İnan boğuluyorum, yosun gözlü kuzum…”
Rıfat başını kaldırmadan yürüdü. Evin kapısından çıkarken, arkasından tek kelime etti: “Ben kendimi kaybettim ana. Dilber’e sadece bunu bildireceğim.”
Ve indi tahta merdivenlerden, atların bulunduğu ahıra… Dilber’inin yoluna. Her adımı bir pişmanlık, her nefesi bir balyoz gibi ağırdı.
Kolundaki saate baktı. Saat 4.30’du. " ezanı okunmadan, kimse namaza kalkmadan yola düşmeliyim," dedi içinden.
Ahırdan en yiğit atın ağzına birkaç şeker verdi. Akşamdan hazırlamış olduğu yem torbasını da atyı atın semerine Atın yelesine dokundu usulca. Sanki Dilber’in saçlarına dokunur gibi… “Beni affet,” dedi fısıltıyla, “seni sevdiğimi hiç söyleyemedim ya… Belki de en büyük günahım bu…”
Gökyüzü ağır bir battaniye gibi çökmüştü üstlerine. Yıldızlar bile saklanmıştı. Avlunun taşları soğuktu, ama Rıfat’ın yüreği daha soğuktu.
Etraf sessizdi. Ne bir horoz sesi, ne de bir köpek havlaması... Sadece kalbinin sesi vardı kulaklarında. Gitme, diyordu. Gidersen bir daha geri dönemezsin Rıfat…
Ama gidecekti.
Atına usulca bindi. Eyerin gıcırtısı bile sanki anasının yüreğinden kopup gelen bir sızıydı. Son bir kez daha döndü. Meryem Ana hâlâ kapı eşiğindeydi. Dimdik duruyordu. Ağlamıyordu. Ama o mendil… O mendil bir ömrün sabrını tutuyordu. Gözü yaşlı anasının kendisini sessizce izlediğini gördü. “Hoşça kal ana… Beni merak etme. Sen yat, uyu anacığım,” dedi.
Abisi Rıza’nın evi olan demir bahçe kapısından ses etmeden çıktı. Önce kendi arazilerinden, oradan dağ yoluna çıktı.
“Az daha uyuya kalıyordum… Nasıl çıkardım buraları… İşçiler gelir birazdan. Önden zaten çıkamıyorum, Yagup Ağa’nın bekçi köpekleri yedi yirmi dört saat nöbet tutuyorlar. Canım güzel Diber’im, yine sen uyandırdın beni, biliyorum... Beni bekliyorsun, ahh…” dedi, kendi konuşup kendi dinliyordu at üstünde hızla yol alırken.
Bu sefer ilçeye değil, direkt Urfa’ya gidecekti. Önce, Viranşehir’de berber dükkânı olan arkadaşı Ali’ye uğrayıp atı bırakacak, Ali’nin tanıdığı ve akrabası olan, giyim mağazası işleten Duran’ın eski jeep’iyle Urfa’ya geçeceklerdi. Oradan da acil, Samsun aktarmalı Sivas otobüsüne binecekti.
Evde ise çoktan fark edilmişti Rıfat’ın kaçtığı. Rıfat’ın peşinden abdest almaya uyanan Meryem Ana, odanın kapısını aralık görünce kafasını uzatıp oğluna bakmak istemiş, ama yokluğunu anlamıştı. Yine de "WC’ye gitmiştir" deyip aşağı indiğinde, helanın boş olduğunu görmüş; ahıra baktığında ise Doru atı da yerinde göremeyince kalbi kanaat getirmişti: Rıfat kaçmıştı, sevdiği kıza gitmişti.
Meryem Ana, telaş ve korku içinde Cemo Ağa’ya koştu.
“Cemo! Cemo! Rıfat yatağında yohdur, ağam!”
“Ne yohtur? Kim yohtur? Ne deyin sen avrat, nedeyin?” diye eli ayağına dolaştı Cemo Ağa’nın.
“Hele giy üzerini de elimizi çabuk tutalım. Aşirete, gardaşınlara, çocuhlara haber sal. Çabuk al gel. Yakalarız belki... Yagup Ağa duymadan bulalım oğlanı, ağam. Duyarsalar vururlar bu sefer Rıfat’ımı, ağam... Çabuh ol, ağam...”
Ağlayarak, yalvarır gibi sızlandı kocasına…
Cemo Ağa...
“Sus avrat, ses etme şimdi... Kapıdalar! Dudav Aşireti’nin itleri. Boşa değil, şüphelenmiş olmalı bizim oğlandan ki dikti gapıya adamlarını. Anlaşıldı şimdi... Haksız değil hani. Yagup Ağa yaptı yapacağını yine! Bizim zırtapoz oğlan...”
Cemo Ağa, evin arka kapısından kendi aşiret gençlerini topladı. Başlarında, gözü en kara olan ortanca kardeşi Kemal’i –Kemo’yu– koydu. Ortak ahırlardaki en iyi atları seçip aynı dağ yolundan, nefes nefese kamçılayıp coşturdular atları. Dört nala sürdüler, yarım saati az geçti ki vardılar Viranşehir’deki Berber Ali’nin dükkanına.
Bilirlerdi ki Rıfat’ın en iyi arkadaşı Ali idi.
Ali’yi her bir köşeden sorguya çektiler. En sonunda Rıfat’ın canı söz konusu olunca, Ali dayanamadı, anlattı olan biteni.
Arabayla gidilmişti Urfa merkeze.
“Neredeyse otobüse binmiştir Rıfat,” dedi Ali.
Urfa’da büyük ablalarının oğlu Zihni, adliyede çaycı idi. Rıfat’a kendileri yetişemezdi ama yeğenleri bir çare bulurdu elbet.
Ali’nin dükkan komşusunda telefon vardı.
Kemo Ağa, “Hadi lo!” dedi Ali’ye. “Gideh de telefon edek şu bizim yeğene... Eli kolu uzundur, tanıdığı çohtur onun. Biz gidene kadar bulup tutsun Rıfo’yu orda.”
Komşu dükkânda çırak çocuk vardı. Hiçbir şey demeden ahizeyi kaldırıp yandaki kolu çevirdi, numaraları girdi...
Urfa Adliyesi’nin çay ocağının, bardakların bulunduğu dolabın yanındaki tahta masanın üzerindeki telefon telaşla çalıyordu.
Elindeki çay tepsisiyle yeni girmişti içeri. Yanındaki çaycı çırağına seslendi:
“Bak lan şu telefona! Kim?”
“Alo?” dedi çırak...
Karşıdan kalın ve yüksek volümlü biri vardı. Ses tonu çocuğu ürküttü. Yine de:
“Alo?” dedi tekrar.
“Oğlum, sen de kimsin? Duran yok mu orada? Onu ver bana!” dedi siniri sinirli Kemo Ağa.
Çırak, “Abi seni soruyor bir adam,” dedi.
“Tamam, gel şu bardakları yıka sen.”
“Alo?”
“Benim, Duran. Kemal dayın lo!”
“Buyur dayı... Sesin telaşlı geliyor. Kötü bir şey mi vardır aşirette ağam?” diye sordu.
Yoh sayılır ama bunu yapmazsah kötü bir şey olacak yeğen. Anlatıkklarımı iyi dinler lo.”
“Tamamdır ağam, anlat ne oldu?”
“Uzatmayacam lafı. Sen şu berdel işini biliyon zaten, olayların yarıya içindeydiniz zatın.”
“He ağam, bilirim. Rıfo da gelmiştir. Göz aydına gelemedim artık düğüne dedim, bilirsin devlet işini ağam, izinleri belirli gündedir.”
“Bah şimdi, Rıfo Urfa’ya gelmiştir. Kaçıyor, sevdiği bir gız varmış. Askerdeyken sevmiş, ‘onunla evlenecem’ deyi başka şey demiyi. Sen bilirsin buradaki aşiret törelerini; berdele söz verip cayanın başına neler gelir. Neyse, bunu sonra gonuşuruh yeğen. Sen şimdi biz oraya gelene kadar Rıfo’yu otogardan al, binip gitmesin. Sivas’a giden arabalara binecekmiş, aktarmalı gidecekmiş Samsun’a. Elini çabuk tut, gerekırse zor kullan…”
“Tamam ağam, ben hemen arayacam arkadaşları. Zorbalıktan iyi anlayan dostlarım da vardır. Ağam, sen oğlanın canını da kendini de bana emanet ettin. Siz çabuk gelin, yeter.”
“Gözüğün yağını yıyem yeğen! Sen halledersin bu işi. Karşı aşiret duymadan Rıfo’yu eve alah da, gerisi bizde gayrı...” deyip telefonu kapattı Kemo Ağa.
Telefonun ahizesini bırakmadan başka bir numara daha çevirdi Duran. Karşısına çıkan kişiye olayı anlatıp yanına birkaç kişi alarak otogara gitmelerini söyledi. Ardından ahizeyi yerine bırakıp çırağa seslendi:
“Ben birkaç saat yokum, burayı idare et. Yokluğumu belli etme ha!”
Ceketini sırtına geçirip, adliyeye yürüme mesafesindeki Urfa Otogarı’na doğru adımladı.
Sabah aydınlanır aydınlanmaz insan telaşı sarmıştı otogar sokaklarını. İşlerine koşturan insanların uyku mahmurluğunu, ilkbaharın ilk yağmur çiseleri kendine getiriyordu. Yağmur damlalarının cama bıraktığı hüzmeler ardından bakınıyordu Rıfat. Tam karşısına düşen, Sivas otobüsünün kalkacağı peronu süzüyordu.
Otobüs gelmişti ama on beş dakika kahvaltı ve tuvalet molası vermişti kaptan. Muavin, yolcuların eşyalarını otobüsün bagajına yerleştiriyor, ardından yolculara otobüste kaptanın gelmesini beklemelerini söylüyordu.
Rıfat, yazıhaneden çıkmış; otobüsteki yerine oturmadan, pusu kurmuş avcıdan tedirgin olan serçe kadar ürkek bir tavırla bakınarak geçmişti 21 numaralı koltuğa. Tam oturmuştu ki...
Hala oğlu Duran ve Duran’ın, adliyenin çay ocağının telefonundan aradığı arkadaşıyla iki adam daha yanında bittiler, Rıfo’nun...
Rıfat çok şaşırmış, gözlerini hâlâ oğluna dikmiş, gözleriyle neler oluyor anlamaya çalışıyor, soru sormadan...
Duran, ses tonunu yumuşatarak, iyi niyetini gözlerinden okunurcasına bakarak kuzeni Rıfat’a:
“Rıfo, bak oğlum, inmeliyiz çabuk. Seninle konuşacaklarımız var,” der.
Rıfat her şeyin farkına varmıştır, evdekilerin kendi yokluğunun çoktan farkına varıp peşine düştüklerini düşünür. Duran’ın, başından beri hiç içinde olmadığı bu olaydan nasıl haberdar olup karşısına dikmişlerdir, tam otobüs kalkacakken yetişmiştir diye içinden geçirirken:
“Üstüme gelmeyin abi, gidip geri geleceğim, söz. Ama önce bir gidip konuşmalıyım, görmeliyim kıza. Söz verdim, gitmezsem olmaz. Olan biteni bilmeli, en azından benden umudunu kesmeli. Bunu da ben yüzüne söylemeliyim, söz verdim ona. Anamı babamı alıp geleceğim, isteyeceğim dedim, yalancı çıktım abi, anla beni.”
Kuzen Duran da karısını çok sevmişti; ana babası vermemişti, kaçırmıştı. Sonra da başlık parasını denk edememiş, büyük dayı olan Rıfat’ın babası Cemo Ağa, aşiretini toplayıp Duran’ın kayınbabasına yüklü bir başlık parasını ödemişti de kız tarafı razı olmuştu. Rıfo o zaman ergen delikanlı olmasına rağmen olayları biliyordu.
“Rıfo oğlum, sen bu Dudav aşiretini tanımazsın, ne şirret, belalıdır, bilmezsin. Yasatmazlar seni de abin Rıza’yı da. Yokluğunu fark etmeden dönelim eve, Rıfom,” dedi.
Rıfat ayak diriyordu, inmemek için. Konuşmaların, ikazların faydası olmuyordu.
“Abi, sen de sevdin yengemi. Neler yaşadın, aklım eriyordu. Hepsini hatırlıyorum, hatta gizli gizli ağlardın. Abimle benim odama gelip. İnsan sevdiği kızla evlenip onunla bir ömrü geçiremezse zaten ölmüştür. Duran abi, en iyi sen anlamalısın beni. Yapma, zorda koyma beni,” dedi.
“Anlıyorum, Rıfo. Madem haber edeceksin, sadece gel gidelim. Postaneye iadeli taahhütlü mektup atalım ya da tanıdığım komutan vardır karakolda. Senin karakolda tanıdığın alt tertibin, asker arkadaşların varsa bir telgraf ya da telefon edelim kıza. Haber vermek kolaydır lo. Hele bir şu düğün olsun, Yagup Ağa’nın güvenini kazan da, sonra söz seni elimle bindirecem o kıza. Söz, Rıfo, inan ki söz sana lo,” derken Duran.
Koltuklarına çoktan oturmuş otobüsün kaptanı, “Hey arkadaşlar, yerlerinize oturun, hareket edeceğiz,” diyerek Rıfat’ın başına dikilmiş üç adamı uyardı.
Baktı Rıfat’ı razı edemiyor, yanındaki adama göz işareti yapıp geri çekildi.
Adamlar, Rıfat’ı kolundan tuttukları gibi yaka paça otobüsten indirdiler.
Duran, “Bu senin ve aşiretin iyiliği içindir Rıfo! Hadi, alın gidelim,” diyerek adamlara talimat verirken, “Telefon edeceğiz o kıza, haber vereceğiz. Rifo, bir haber için onca yolu gitmeye gerek yok oğlum,” dedi.
Adamlar Rıfat’ın kolundan sımsıkı tutmuş, Duran önde, Rıfo adamların arasında yürüyerek Adliye’nin çay ocağı odasına girdiler.
“Çay da var, simit de. Telefonda dedi Rıfo’ya bakarken, askerlik yaptığın karakol numaranı biliyorsan, gönder haberini oğlum. İşi zora sürmenin anlamı yok, ucunda ölüm var, diyor sana ağaların,” dedi.
Belki de bu durumda haklı olabilirlerdi. Olanlar olmuştu, sözler verilmiş, gıyaben kesilmiş, biçilmiş kaderin elbisesi giydirilmiş üstüne...
Ne yapsa kaçış yoktu bu durumdan diye düşündü. Başını yerden kaldırmıyordu. Oturduğu tahta sandalyenin hemen yanındaydı telefon başı. Silah dayanmıştı yine ona. Telefon ettirirler de göndermezlerdi.
Dilber’inin yanına asla kaç kez denemiş ama çıkamamıştı Urfa’dan bir türlü...
Aklına Ali Çavuş geldi, ancak o kolayca haber verebilirdi. Nede olsa çakmıştı Dilber olan aşkını, yüzüne vurmasa da. Bir de tanımadığı, bilmediği alt tertipleri görsün istemezdi güzel Dilber’ini. Kıskançlığı da birden depreşmişti.
Bir telefona baktı. Bir kuzen, Duran’a ayağa kalktı ve ahizeyi kaldırıp çevirdi. Yandaki kolunu, telefonun ezberindeki numaraları çok kez çevirmişti; hepsini de sevinç ve neşeyle, isteyerek çevirmişti. Şimdi bir eli gitse, diğeri gitmiyordu. Ali Çavuş’tan da çok utanıyordu bu durumu; ancak anlayabilir, izah edebilirdi. Gözlerine biriken yaşları saklamak için döndü arkasını adamlara ve kuzen Duran Abi’ye, ve “Alo” dedi titrek bir ses tonuyla.
Telefon direkt Ali Çavuş’un odasındaki masadaydı. Telefonu kaldıran Ali Çavuş’tu, sabahın çok erken saatleriydi ve oda yeni gelmişti karakol odasına.
“Alo, buyurun ben Ali Çavuş,” dedi.
“Selam komutanım, ben Urfalı Rıfat.”
“Ooo Urfalı, sen misin? Nasılsın Rıfat? Anan bana nasıldır? İyisindir inşallah?” derken içinden; terhis alan hiçbir er dönüp bir daha aramazdı karakolu. Belki geride bıraktıkları arkadaşlarını arardı ama komutanlarını arayan pek olmuyordu.
“İyiler komutanım, her şey çok iyiler,” dedi Rıfat.
“Hayırdır Urfalı, buyur,” dedi Çavuş.
Hal hatır edildi, Sultan yengesini, küçük kızları Nurgül’le Narini sordu Ali Çavuş’a.
Konuşacakları bir keş yumağı oturmuştu boğazına. Nasıl söylerdi bunu? Karşısında iki laf edemeyen, sürekli saygıyla selamladığı komutanının, hem de ev sahibinin kızıydı. Bunu onlara nasıl yapmıştı?
Ali komutanın evinin taşındığı gün, Dilber’e aşık olduğunu; çavuşunun evine her hizmete gittiğinde gizli gizli arka bahçeden Dilber’le buluştuğunu; kıza olan aşkını bu seviyeye nasıl taşıdığını; üstelik askerlik yaptığı bu şehirden bir gün memleketine gideceğini bile bile böyle bir şeye nasıl kalkışmış olurdu?
Bir anda geçse de bu düşünceler beyninden… Olsundu, Çavuş anlardı; gönül adamıydı, o da genç olmuştu, aşık olmuştu bir zamanlar. O da sevdiği kızı, Sultan Yenge’yi kaçırmamış mıydı? Dilber anlatmıştı bunları Rıfat’a, gizli buluştukları çalılıkların arasında.
Anlardı komutanım beni, dedi ve boğazının kuruluğunu ıslatırcasına nefesini tutarak: “Hayırdır komutanım, inşallah hayır olur,” dedi. “Hadi de oğlum, ne diyeceksen dinliyorum,” dedi Çavuş.
“Komutanım, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Sizden de çok ama çok utanıyorum. Ama gönül bu işte söz dinletemedim.” Derken yanında dikilen hala oğlu Duran, yanı başında dinliyordu Rıfat’ı.
“Komutanım, ben Mustafa Ağa’nın kızı Dilber’e aşık oldum, ayıptır söylemesi ama komutanım, çok sevdim onu, çok! Ben teskere aldığımda memleketten anamı babamı alıp istemeye gelecektim, söz vermiştim Dilber’e. Geleli iki ay oldu, Dilber’e verdiğim sözü tutamadım,” dedi utana sıkıla.
Çavuş, telefonun diğer ucunda heyecanla ne diyeceğini çok merak etmişti. Sözünü kesmek istemese de bir çırpıda duymak istese de, Rıfat’ın ağzından çıkanların sonucunun nereye varacağını bildiği halde cevap vermeye gerek duyduğu karşıya belli ediyordu:
“Ne var bunda oğlum, iki genç insansınız, gelir istersin, yapılması gerekeni yaparsın. Bu ay olmazsa gelecek aya olur, sıkma canının Urfalı,” dedi.
“Komutanım, asıl mesele de bu ya. Memlekete geldiğimde bizim hesap etmediğimiz şeyler çıktı karşıma, komutanım.”
Bilirsin, bizim buralarda aşiret, ağalık düzeni vardır. Düğünde vurulan çocuğun bedelinin ağaların birbirine verdikleri berdel sözü, Dilber’e gelmek için iki üç kez kaçtığını, Dudav aşiretinin lideri Yagup Ağa’nın adamlarının kendisini ayağından vurduklarını; tüm olup biteni anlattı Ali Çavuş’a Rıfat.
Çavuş, tüm bu anlatılanlar karşısında şok yaşıyordu; sanki cevap veremedi, dumura uğramış gibiydi, sustu, sessizleşti. Hâlâ böyle adetler yaşanıyor muydu oralarda? Peki şimdi ne olacaktı? Bu kıza ne demesini istiyordu?
“Dinliyorum, dinliyorum Rıfat. Ne oldu peki? Durum şimdi ne olacak?” dedi Rıfat.
“Komutanım, şu an Urfa’dayım. Bugün yine kaçacaktım; tam otobüse binerken yakaladılar beni. Şu an halamın oğlunun iş yerinden arıyorum sizi. Dilber’i tüm olanlardan haberdar etmek istiyordum, komutanım, fakat ölüm kalım meselesi olmuş ailemde. Ben Dilber’e dönersem eğer, cana can alacak karşı taraf. Öyle bir çıkmaz ve zordayım ki, senden tek istediğim Dilber’in benim durumumu bilmesi. Berdel olayı tamamlanıp düğün olduktan sonra kendim gelip Dilber’e kendim de anlatır, konuşurum elbette. Ama şimdi beni bırakmıyorlar, komutanım. Sen beni anlıyorsun, biliyorum söylediklerimi. Dilber’e anlatırsan, bu büyük yükten beni kurtarırsın.” dedi ve bin bir minnetle, teşekkürle, selamlarla helalleşerek ikisi de telefonun kapattı.
Rıfat, lehine olmasa da biraz rahatlamıştı; ağır bir yükü atmıştı üstünden, Çavuş’un sorumluluğuna bırakarak.
Dilber’e gidecekti. Rıfat’ın çaresizliğini anlayacaktı, zor durumda olduğunu bilecekti. En azından aşk her şeyi unutturur, bağışlardı belki, dedi içinden.
Ya Dilber’in Rıfat’a olan aşkı, bağışlar mıydı tüm bunları?
Dilber’in toprağında böyle şeyler yaşanmazdı, olmazdı hiç. Berdel neydi bilmezdi. Yürek bir taneydi; orada bir sevgili, bir eş olurdu. Yoktu öyle iki-üç, eş olamazdı, olmamalıydı da...
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.