Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Koynumdaki sır (ÖYKÜ)
Önsöz “Koynumdaki Sır”a Dair Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor. “Dilb...
2. Bölüm

Garip Mustafa"nın Yaşamı ve kiralık ev

86 Okuyucu
1 Beğeni
0 Yorum
1. bölüm

“Gız ana nerdesiniz gı... Bubamı soruyolar, bir dışa çıkın gı!” diye seslendi Dilek,
kendinden iki yaş küçük kız kardeşi Dilber’le.

Bir haftadır bahar temizliğine soyunmuşlardı. İki kardeşin telaşları büyüktü;
çünkü anneleri, Yamuk Fatma, felç olmuştu.

Fatma, bundan beş yıl öncesine kadar fırtına gibi esen, rüzgâr gibi biçen,
gece işini sabaha, sabah işini akşama koymayan, eli ayağı bir iş gören,
çok hamarat, titiz ve şimşek gibi bir ev kadınıydı.

Ama o illet hastalık, dört yıl boyunca mücadele ettirmişti Fatma’yı;
doktor hastane, fizik tedavi derken, Garip Mustafa elinde avucunda ne varsa dökmüş,
karısı ve çocukları için didinmişti.

“Garım elim ayağım, iki gözümün feri...” diye diye çare aramış, dolanmış deli koyun gibi.

Kim hangi doktor bu derdi anlar, hangi hastane şifa bulur iyi olur demişse,
ondan ondokuz mayıs üniversitesinden tut Karadeniz Üniversitesi’ne kadar,
dört koca yıl yolları aşındırmıştı o yoksul haliyle.

Baba köyünde geride bıraktığı, babası Garip Fazlı’dan kalan ne var ne yok,
tarla, tapanı, ucuz pahalı demeden satıp dökmüştü avradının uğruna.

“Buna da şükür,” diye bildiler sonunda. “En azından kendi ihtiyaçlarını yavaş yavaş gideriyor.
Son bir yılda bayağı yol aldık, daha da iyi olacak,” dedi doktorumuz.
“Varsın az yamuk yürüsün, ağır olsun adımları. Şükür, şimdilik yetişkin kızlarım var.
Oğlan da askerden gelir gelmez eveririz,” deyip durdu, geçmiş olsun diyen konu komşuya.

Adının önüne konan “Garip” adı, babasından kalmaydı Garip Mustafa’ya.
Babasının babası (dedesi) ve bekar olan üç kardeşi, seferberlik savaşından gelememiş, şehit düşmüşlerdi.

Babası Fazlı, bir yaşında öksüz, beş yaşında da anası ince hastalıktan ölünce yetim kalmıştı.
Başka bir köyde evli olan halası, hiç çocuğu olmayınca Fazlı’yı yanına alıp büyütmüş, korumuştu.

Ama Fazlı büyüyüp askerlik yaşına geldiğinde hep yalnız hissetmişti kendini,
kendinin olmayan bu yabancı köyde.

Askerde de, adını soranlar hep “Garip Fazlı” derdi.

Dört yıl askerlikten sonra köye döndüğünde, aynı köyden olan kocasının akrabasından
bir kızla evlendirmişti halası onu.

“Üzerimde halamın çok emeği var,” diyerek, erken yaşta dul kalan halasına ölene kadar baktı.
Tarlalarını sürüp, ekti, biçti.

Geride çoluk çocuğu olmayan halanın ölümünden sonra, malını varlığını kocası tarafı,
Fazlı’nın elinden alıp köyden gitmesini istediler.

Garip Fazlı öylesine garipti ki, hiç karşı çıkmadı onlara:
“Haklılar,” dedi. “Halamın şehit gardaşının oğluyum sadece, onların kan bağı değilim,” deyip sustu.

Kendi babasının köyünde, dededen kalma ufak tefek tarlaları vardı,
ama beş yaşında ayrıldığı köyüne yabancıydı Fazlı.

“At yok, eşek yok, öküz yok, inek yok... Neyle eker biçerim, nasıl karnımı doyururum bunca küfleti?
Bunca yıldır insan girmemiş, işlenmemiş, taş kesilmiş toprakları,” dedi.

Üç çocuğu ve karısıyla yakın bir kasabaya göç ettiler.

Köyden biraz aşağıda, kasabanın köhne çarşısında bulunan tek ekmek fırınında işe girip,
çoluk çocuğunun geçimini sağladı.


---

Çocuklarından en büyüğü olan Mustafa’nın yaşı geçkin olsa da, diğer erkek ve tek kız kardeşiyle birlikte, yakınlarında bulunan ilkokula gönderir.
Garip Fazlı, okuyup yazmayı askerde öğrense de, okumaya çok düşkündür.

Fırına bırakılan günlük gazeteleri boş vakitlerinde bir köşeye çekilip okur, hatta akşam evine götürüp kalan sayfaları evde tamamlar.
İş arkadaşları tarafından şaka yollu, “Okuyup da başımıza âlim mi kesileceksin ula Garip Fazlı?” diyerek takılsalar da,

O, hiç kimseyi takmaz. Üstelik,
“Siz de okuyun oğlum, elinizden alan mı var? Memlekette ne olup bitiyor öğrenin! Körü körüne oy verdiğiniz adamların sizi nasıl yönettiğinden haberiniz olsun! Öğrenin, anlayın iyice! Vergilerinizin nereye gittiğini bilin,” diyerek ağızlarına laflarını sokarmış.


--Çok sevilen, sayılan adam olduğundan Garip Fazlı rahmetli olunca, “Garip” mahlasını kasaba halkı oğlu Mustafa’ya takar.


---

“Anaaaa, bubaaa, neredesiniz?”

Garip Mustafa önde, Yamuk Fatma arkada; sağ tarafına yamularak, aksak adımlarla geldiler.

“– Deminden beri bağırıyom size buba ya!”

“– Ne var, ne oldu gız? Bir ganım uyku aldırmadın, cıyak cıyak ötüyon!”

“– Ötmeyip de neydek buba ya! Sabah beri halı kilim tokaçlamaktan Dilber de ben de su içinde kaldık, ıpıslak olduk. Evin içi ıslanır da kayar düşer anam diye varamadık yanınıza, bağırdık işte.”

“– Bubanın içi geçmiş. Öğlen sıcağı vurunca camdan, ben de bahçeye çıktımdı az, tavuklara yem vermeye. Duymadım. Hoş, duysam da ağır aksak yine geç gelirdim ya...”

“– Ne diyon de bakem delü gız?” dedi Garip Mustafa, büyük kızı Dilek’e.

Çavuş abi, “Evin üst gatını kiraya vereceseniz ben tutayım,” diye gelmiş, soracakmışta bubama.
Bekleyemedi fazla, “Yarın gene uğrarım, işe geç kalırım şimdi,” dedi.

Garip Mustafa’nın iki kızı, iki oğlu vardı. Büyük oğlu Tahsin; vatani görevi yapmaya gideli altı ay olmuştu. İki kızın arası ise ikişer yaştı. Ufak kız Dilber, henüz ondört yaşında olmasına rağmen, ablası Dilek’ten bir hayli babayiğit gelişetli duruyordu.
Sanki kendisi büyük de, ablası Dilek ondan ufak gibi görünüyordu.

Ufak oğlan ise henüz on yaşına gireli bir ay olmuştu.
“Son beşik, bari buna babamın adını koyayım,” demişti Garip Mustafa. Babası Garip Fazlı, ölmeden adının torununda yaşayacağını öğrenince çok sevinmişti.
Rahmetli,
“Torunuma Fazlıma kimse ‘Garip’ demeye! Gariplik bitmiştir oğul. Şükür, iki elim kadar çoğaldık, gardaş gavum olduk. Demeye ha, kimse demeye Musti... Gariplik kötüdür oğul, yalnızlık başa beladır,” demiş, iyice tembihlemiş oğlunu.

“Hangi çavuş gızım bu?” dedi Mustafa.

“Tabi evin garagolun yakınında olunca, çavuşların hangini soruyon sen de buba ya!”

“Ne bilem gız, çavuşların hepiciğini tanıyom, selamlaşıyom. Allah’ın selamını almıyah mı delü gız?”

“Bu çavuş, şu fırıncı Gavur Osman’ın evinde oturan var ya hani... Sende garısını tanıyon ana! Hanım hanımcık, adı hatrıma gelmedi şimdi. Sessiz sedasız bir gadın... İki tane de kız çocukları var; biri dört, diğeri iki yaşında. Geçen gün, 23 Nisan bayramında karşılaştık; ellerinde birer simit, bayram seyrediyorlardı okulun bahçe duvarı üzerinden. Okula gitmedikleri halde saçlarına kurdele takmıştı ya anası...”

“Ha ha, tamam, şimdi geldi ahlıma! Hatırladım. Bir gaç kez gördümdü, gomşu düğünlerde... Geçende bakkaldan geliyodu, selamlaştık, hal hatır ettük. He valla, iyi hoş gaduna benziyo.”

“Yoruldunuz, tamam! Bitirinde geçin içeri gızlar,” dedi anası kızlara.

“Veririz, vermeyip de ne yapacağız?” dedi Garip Mustafa, karısının sözünden sonra.

“Boşu boşuna duruyor üç yıldır... Anam, babam, gardaşlarım bir aradayken sığmamıştık da aşağı kata. Bubam rahmetli..."

“Üstüne bir ahşap kat daha çıkmak lazım kocakarı. Oğlanlar büyüdü, akşam sabah iki gelin gelecek. Yarın torun tombalak olur, sığışmayız. Varsın büyük olsun,” demişti. “Ah bubam, ah!” dedi Mustafa.

“Ben çocuğa çoluğa hasretim, etrafım kalabalık olsun da kurtulayım şu gariplikten Esma gadun,” demişti anama. “Mekanları cennet olsun... Ah anam, ah bubam! Ne yoklukla yapmışlardı bu evi...”

“He ya, benim de eltim Dürüye’yle yatak odalarımız yukarıdaydı. Bilmem, yeni yapmıştınız. Ben nişanlıyken hazırlık etmişti rahmetlik kaynatam. Çok iyi adamdı çok! Nur içinde uyusunlar,” diyerek kocasını tasdikledi Fatma Ana.

Kızlar elini yüzünü yıkayıp yer sofrasını hazırladılar. İki bacı da belini tutarak Allah ne verdiyse sofraya koydu.

“Ah gınalı kuzularım benim... Biliyorum çok yoruldunuz. Bahar temizliği yapalım diye; perde, pencere, yatak, yorgan, halı, kilim derken on gündür dip köşe haşatınız çıktı. Yüzü nurlularım benim... Eksikliğimi, kusurumu bağışlayın. Ananız böyle olmasa, size hiç düşür müydü bu işleri? Az çok bilirsiniz, ananız kıyar mıydı hiç size?” diyerek baktı yüzlerine. Baktıkça içini geçirip durdu...



“– Veririz, vermeyip de ne yapacaz?” dedi karısının sözünden sonra Garip Mustafa.

“– Boşu boşuna duruyo üç yıldır... Anam, babam, gardaşlarım bir aradayken sığmamıştık da aşağı gata. Bubam rahmetli...”

“– Üstüne bi ahşap gat daha çıkmak lazım kocakarı. Oğlanlar büyüdü, akşam sabah iki gelin gelecek. Yarın torun tombalak olur, sığışmayız. Varsın büyük olsun.” demişti. “Ah bubam, ah!” dedi sonra Mustafa, derin bir iç çekerek.

“– Ben çocuğa çoluğa hasretim. Etrafım galaba olsun da, gurtulam şu gariplikten Esma gadun.” demişti anama. “Mekânları cennet olsun... Ah anam, ah bubam, ne yoklukla yapmıştılardı bu evi.”

“– He ya, benim de eltim Dürüye’yle yatak odalarımız yukarıdaydı. Bilmemi yeni yapmıştınız, ben nişanlıyken hazırlık etmişti rahmetlik gaynıtam... Çok iyi adamdı çok! Nur içinde uyusunlar.” diyerek kocasını tasdikledi Fatma Ana.


Kızlar elini yüzünü yıkayıp yer sofrasını hazırladılar. İki bacı da belini tutarak:

— Allah ne verdiyse sofraya, — dediler.

“Ah gınalı kuzularım benim, biliyom çok yoruldunuz bahar temizliği yapalum diye... Perde, pencere, yatak, dutak, halı, kilim derken on gündür dip köşe haşadınız çıhtı yüzü nurlularım benim. Eksikliği mi, kusurumu bağışlayın; ananız böyle olmasa size hiç düşürümüydü bu işleri? Az çok bilirsiniz, ananızı gıyarmıdı heç size?” diyerek yüzlerine baktı, baktıkça içini geçirip durdu.

“Üst katta badana yapmıştım ama siz yine de yarın sabah erkenden kalkıp cam pencereyi bir güzel silip temizleyin. Çavuş gelince temiz görsün, verelim gayri kiraya. Üç beş guruş getirsin bari, destek olur bütçemize az buçuk,” dedi baba.

“Az dinleselerdi Musti, öbürsü gün ederlerdi oranın temizliğini,” dedi ana.

“Yok ana, bir an önce temizleyek, hepinizin yorgunluğu bir çıksın, ondan sonra dinlene dururuz. Temiz görsün çavuş abi,” dedi Dilber kız.

“He! Sana göre ne var ki maşallah, ablanın iki katısın, aldın gittin boyunu posunu, gara gızım. Hem kıyamıyor ablan sana hiç, ablalık işte, yükleniyor tüm işi kızcağızım,” derken Dilek de...

“Yo ana, valla güzel iş yapıyor, inan benden çok yoruldu. Bu sefer abla sen kaldırma, indirme deyi aldı, çok işi elimden yaptı, yakıştırdı. Sen rahat ol ana, yaparız iki bacı. Girdik mi bir gayretle iki saatte biter yukarının işi. İnan ki biter, Çavuş gelmeden ineriz aşağı.”

Ertesi gün öğlen saati...

“Mustafa abii!” diye seslendi Ali Çavuş, alt katın kanatlı tahta kapısının tokmağını tokk tokk ettirdi iki kez. “Mustafa Abi!”

“Buyur Ali Çavuşum, buyur geldim geldim.”

Selamlaşıp buyur etti Garip Mustafa.

“Üst katını kiraya vereceğini duydum Mustafa abi. Şu sizin oralı Gavur Osman’ın evinde üç yıldır oturuyoruz bilirsin. Geçen gün bizim hanıma söylemiş Osman’ın hanımı.

‘Oğlanı nişanladık, gelini buraya indirecez, önden biraz tamirat temizlik yapacağız’ - demiş.


Münasip bir dille bizim çıkmamızı istemişler. Sağolsun iyi insanlar, bir kötülüklerini görmedik. Aydan aya veririm kirasını, oda beni severdi. Nasip işte.”
--

“Gel gel Ali Çavuş, senden iyisine mi verecem evi? Hele bir yukarı çık içine, bah da öyle gonuşah,” dedi ve ekledi; tahta merdivenlerin eskimiş ve yıllanmışlığını her basamakta yüzüne vuran gıcırtılı sesleriyle birlikte.

Garip Mustafa...

“Rahmetli bubamın bu evi yaptığı yıllarda, ben onbeş-onaltı yaşlarındaydım da... Yerinde toprak damlı, iki odalı kerpiç bir evdi. Bubam garibim, köyden gelince çalıştığı fırına yakın diye tutmuş işte.

Sonrasında yaşlı ev sahibimiz, arsa fiyatına veriyor bubama. Bubam rahmetli, çalışkan adamdı, nur içinde yatsın.”

“Nur içinde yatsın, Allah rahmet eylesin,” dedi Çavuş da.

“Beni fırına yanına, ufak gardaşım Niyazı’yı da çarşıya... Köylüsü rahmetli Kel İrecep derlerdi. Şimdilerde oğulları böyük giyim mağazası açtılar, böyüttüler işi. Eskiden manufaracıydı İrecep Emmi. Ufak, köhne bir dükkandı. Gardaşımı da onun yanına vermişti çırah olarah. Mahsat, iş öğrensin oğlan, derdi rahmetli...

Eh işte Ali Çavuş...” diyerek bir nefeste anlattı geçmişini.


“Öyle işte hayat Mustafa Ağa... Bah, bende taa! Nereden nereye... Hep ekmek meselesi, garını doyurma derdi bu dünyada.”

“Aynen Çavuşum, aynen. Sonrası da hep birlikte, el ele verip... Önce tek kat ahşap yaptık. Sonra da gelinler gelecek diye, ben askerdeyken gardaşımla üstüne bir kat daha atmışlardı.”

Hem sohbet ediyor, hem de evin içini, odasını, mutfağını, dolaplarını, kapılarını bir bir gösteriyordu Çavuş’a.

“Ha bak Çavuş, sana bir şey daha göstereyim. Üst katta iki kapısı vardır. Biri bizim ön yoldan çıktığımız tahta merdivenli olan. Genelde siz onu kullanırsınız. Bizim buranın arkası yar olduğundan, kottan dolayı kiler damını göstererek, 'Büyükçe yer' diye buraya yapmış babam.

Gelinler, kızlar, anam, bacım, gardaşım… Hep birlikte yaşarken bizler yukarıya, arka kapıdan çıkardık. Orada merdiven yok. Az bayırımsı bir yolumuz var ama kolay çıkılır.”

“Tamam, önemli değil Mustafa Ağa. Arka taraf pek işimize yaramaz. Kilerlik de çok işimize yaramaz. Gör, mutfağın dolabına neye, hanım sorun etmez,” dedi, merakını gideren bir edayla Çavuş.

“Yoh yoh Çavuş, sen yanlış ağnadın. Diyeceğim o ki; yarın senin hanımın canı sıkılır, aşağı Fatma ablasına inmek ister falan... Kızlar çok sevmiş yengelerini. Buradan inip çıhsın. Yazıktır, otuz merdiveni çocuk gucağında inmesin diye dedim, Çavuşum.”

“Çok doğru dersin Mustafa Abi. Hem kızlar da, Fatma Yengem de gelir gider. Sıkılmaz bizim hanım da... İki çocuk peş peşe geldi, çok koştururlar analarını peşlerinde. Üçüncüye de iki aylık hamiledir. Bakalım, hayırlısı... Belki bu sefer erkek olur,” dedi utana sıkıla, başını yere eğerken Çavuş.

Nede olsa Garip Mustafa, yaşça hayli büyüktü Ali Çavuş’tan.

“Her şeyi baktım, gördüm Mustafa Abi. Ben beğendim. Şimdi sen, kiranın aylığını de hele.”

“Ne diyeyim Çavuşum... Senden iyisine, hoşuna verecek değilim ya. Gavur Osman’ın oraya ne veriyorsun, bilemem. Ona göre koyarsın az bir şey üstüne, içinden ne gelirse. Sen ilk kiracımız olacaksın. Fatma yengen felç geçirince çıkıp inemedi.

Kızlar desen, yarın göçüp gider el evine. Baktık fazla geldi bize bura. ‘Yaşlanıyoruz, kim temizler siler süpürür,’ dedi yengen. ‘Verelim kiraya’ dedi.”

“Doğru der Fatma Yengem. Oğlan asker, kızlar gelin olacak yarın bir gün... Ceyizi çaputu olur, hiç değilse kesenize katkı sağlar ağam,” diyerek tasdik etti Çavuş, Garip Mustafa’yı.

“Sen yine git, gelin hanımı da al gel; bir de o baksın. Belki beğenmez. Gerçi kızlar, dünden bir güzel temizlediler, cam pencere sildiler; ‘Çavuş Abi eve bakacak’ diye.

Zaten geçen yaz, eşilen dökülen, kırık çıkık yerlerini bir güzel elden geçirdim, tamir etmiştim.”

“Yok yok Mustafa Abi. Benim hanım beğenir beğenir. Gözü yukarıda biri değildir, Allah’ı var. Karakola, işime de yakın olsun. Öğlen tatillerinde gelip evi, çocukları yoklarım diye senin eve bakıp sordum ilk. ‘İnşallah olur,’ dedik hanımla.”

“Ha, tamam o zaman. Sen koy kiranın adını Çavuş. Sen oturdun, biliyon işte... Ederi nedir buralarda evlerin?”

“Gavur Osman’ın evine kırk lira veriyodum ağam. Sana elli vereyim. Seneye üstüne ekleriz inşallah. Sen düşünme, ben hak yemem Mustafa abi.”

“Eh, anlaştık. Var, güle güle otur Çavuş,” dedi ve Çavuş’un elini tutup sıktı.

“Ben işe geç kalmayım ağam. Eve uğrayıp hanıma haber verem, ancak toplanırız çocuklarla... Pazar tatilinde erlerden iki üç tane alıp gelirim de hemen attırıram içeri eşyaları. Zaten elli metre arası.”

Gıcırtılı tahta merdivenlerden inerken,
“Görüşürüz Mustafa abi, hoşça kal,” dedi Çavuş.

Garip Mustafa arka kapıdan çıkıp kilere açılan kapının ardından beli çapayı omzuna attı. Etrafı ince çalıklarla çit yapılmış bahçesine gitti.

“Bahar geldi, bellemeli,” dedi kendi kendine, çapayı toprağa kakarken. “Azıcık da olsa maydanoz, soğan, fasulye dikmeli... Ah benim gül gözeli Fatmam. Böyle olmasaydı, görmüydu şimdiye kadar ekip dikmeden? Zalım hastalık yarım godu gadınımı... Benim de elimi, ayağımı.”

Derin bir iç çekti.
“Çoktan yemyeşil, iki karış olurdu yeşilliklerin boyu. Dolar taşardı soframdan. Elden evvel yetiştirirdi fasulyeyi, biberi de. Üstelik pay ederdi konu komşuya...”

Söylene söylene toprağı eşelemeye devam etti; yüreğinde eksilmeyen bir özlemle...

İki yorgan alanı kadar yer belleyip, zor doğruldu beli üzerine Garip Musti.

“Ah, yaşlanıyoh sanırsam... Ne bu hâl? Ter içinde galdım şuncaz da,” dedi.

“Bubaa, bubaa! Hadi eve gel gayri, anam seni çağırıyo! Çabuk, hem sofrayı da gurduk, bekliyoh ha, çabuk gell!”

“Geliyom, geliyom... Sıcak bastı, ter bastı zati. Varıyom.”

Dilber, havluyu alıp geldi içerden. Evin arka kapısının solundaki çeşmenin başında bekledi babasını. Ve önündeki oyma ağaç kurnaya çıplak ayaklarını sokup sokup çıkardı birkaç kez.

Fatma Kadın, uzattı ayaklarını tahta sedirin üzerine. Ufak siniyle verdi önüne büyük kızı Dilek yemeğini. Hastalıktan sonra ayağını kırıp da oturamıyordu yer sofrasına.

“Dört ayaklı tahta masa yapacam,” dedi kocası Musti, “bizden ayrı yemen içime dokunuyor. Aile kısmısı hep birlikte oturmalı sofraya.”

“Yaparsın Mustim, yaparsın. Elinden her iş gelir, bilmem mi? Ya da hazırını alırsın, yorma kendini bunlara gayri. Hele evi kiraya verekte...”

“He, onu diycektim, bahçaya varınca unuttum bah! Verdim evi kiraya Fatmam, gızlarım. Çavuş’la aylığını elli liraya anlaştık. Bu pazar, üç beş karakoldaki erlerden getirip taşıdacahmış göçünü.

Yemekten sonra bir gidip sorun gızlar. Yardıma ihtiyacı olursa Çavuş’un hanımına bir el atın. İki küccük çocuhla zor olur toparlanmak. Bir de gebeymiş. Eksüketek... Sevab olur.”


“Tamam buba, yemekten sonra varır geliriz. Hemen şuracık zaten,” dedi büyük kız Dilek. Onu destekledi Dilber:

“He ya, sevabı çok olur hamile gısmına yardım etmek ana. Valla gideriz, elimize mi yapışcah.”

Fatma ana:

“Pazar günü göç gelirken yeni gomşumuza yemek de yapın barım. Çoluk çocuğu eve alın, ayah altında kalmasınlar bebeler gızım.”

Baba:

“Çavuş efendi iş güzar adamdır, çok işine yarar. Bu özdeki köylülerin karakoldaki çıhmaz işlerini yoluna gor derler. Şanı çok söylenirmiş bizim dağ köylerinde.”

Kızlar bir koşu vardılar Çavuş’un hanımının yanına.

“Biz yardıma geldik yenge,” dedi Dilek.

“Hoş şefa geldiniz gızlar, buyurun oturun. Daha üç gün var pazara, toparlanırım sağ olun. Madem geldiniz, bir çay koyun da birlikte içelim. Tek başına tadı olmuyor bu saatte.”

Yanında petibör bisküvitle çaylar içildi. İki ufak kız; büyük ablaları tarafından yumak kolları acıtmadan bir diş ısırıldı, pembe yanaklar sıkıldı, öpüldü, koklandı.

Şimdiden birbirlerine abla kardeş gibi kaderce yakınlaşıldı. Çok sevinildi kendi evlerine taşınmalarına. Her ne kadar eskiden araları yakın olsa da, evlerine bir kez dahi gelinmemişlikler konuşuldu. Daha önceden bu yakınlaşmamışlığın pişmanlığı, “keşke”si dile geldi.

Olsundu... Bundan sonrası evin içi gibi, birbirlerine gidilip gelinirdi. Her başı sıkıştığında, çocuklara bakacak ablaları vardı artık. Yeni komşu yengeleri de Dilek ile Dilber’in ablasıydı bundan böyle.


Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL