Önsöz
“Koynumdaki Sır”a Dair
Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor.
“Dilb...
Dilek evleneli henüz on beş gün olmuştu. Ev daha onun çeyiz kokusunu, güvercin gibi süzülen gelin adımlarını sindiremeden, bu kez Abi Tahsin’in düğünü için seferber olmuştu. Hazırlıklar tamam sayılırdı. Bu hafta sonu düğün bayrağı kalkacak, bir hafta boyunca davul zurna çalacak, sevinçle hüzün kol kola yürüyecekti.
Baba Garip Mustafa ile Ana Fatma’nın ilk göz ağrısıydı Tahsin. Yıllarca umutla büyütülmüş, dertlerle yoğrulmuştu. Şimdi artık evliliğe adım atıyordu. Ananın duasıydı bu düğün, babanın alnındaki terdi, kardeşlerin gururuydu. Herkesin içinde hem bir kıvanç hem de garip bir burukluk vardı.
Bu yörede oğlan düğünü, kız düğününden daha masraflı, daha görkemli olurdu. Zira erkek evlat, soyun gövdesiydi. Ocak onunla tüter, nesep onunla yürürdü. Bu yüzden oğlan evine kurulan sofralar daha kalabalık, kına gecesi daha gösterişli, düğün alayı daha uzun olurdu. Ama gösteriş dediysek, bu yılların gösterişi içtendi. Elin değil, yüreğin zenginliğiyle yapılırdı.
Köy halkı sessizce hazırlığa girişmişti. Komşular kendi işini bırakır, düğün evinin eksiğini tamamlardı. Kadınlar harman yerinde bir araya geliyor, elleriyle yoğurdukları hamurdan yufkalar açıyor, kocaman kazanlarda etli bulgur pilavı kaynatıyorlardı. Evlerin avlularında incecik iplerle gelin bohçaları havalandırılıyor, her biri dualarla ipe seriliyordu. Tülbentlere işlenen her motifte bir kadın el teri gizliydi.
Erkekler, ellerinde orakla, testereyle düğün bayrağını dikecek direği dağdan getiriyor, düzgünce soyup yerine çakıyorlardı. Bayrağın ucuna bağlanan aynalı mendil rüzgârda salındıkça, sanki köyün de yüreği kabarıyordu. Çocuklar, bir şey anlamasalar da o hareketin anlamını bilir gibi, heyecanla sağa sola koşuşturuyordu.
Davulcu, kasabanın bir ötesindeki Hüseyin Emmi’nin torunuydu. Zurnacıysa dayıoğlu İhsan... Sesleri henüz çalmadan bile evlerin içinde yankılanmaya başlamıştı. Ne belediye, ne dışarıdan tutulan organizasyon... Her şey evin içinden, mahallenin yüreğindendi. Çünkü 1965’in kasabasında düğün, herkesin kendinden bir şey kattığı, yalnız bir evin değil, bütün mahallenin meselesiydi.
Ana Fatma, ocak başında kazan karıştırırken hem seviniyor, hem dalıp dalıp gidiyordu. “Evladımın mürüvvetini görmek de varmış,” diyordu zaman zaman. Ama bir yanı da sızlıyordu: “Gelin geliyor da oğlum gidiyor gibi.” Kadın kalbi işte... Hem verir, hem özler. Hem ağlar, hem güler. Kına Gecesi
Kına gecesi, gelin alımından bir gün önce yapıldı. Evde bir yandan sevinç vardı, bir yandan da derin bir hüzün... Zira bilinir ki, her düğün biraz ayrılık, her kına biraz vedadır.
Kadınlar ikindiden sonra yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Genç kızlar desen desen yazmalar takmış, bileklerine kınalar yakmıştı. Yaşlı kadınlarsa, yün çorapları, işlemeli önlükleri ve dizlerinde yılların izini taşıyan hırkalarıyla birer birer dizilmişti minderlerin üstüne. Ortada yanan gaz lambasının sarı ışığı, odadaki yüzleri solgun bir sevgiyle aydınlatıyordu.
Kına, bakır bir sini içinde, narçiçeği rengine yakın, sıcak sıcak taşınmıştı ortaya. Üstü yeşil bir tülbentle örtülüydü. Üzerine bir parça mum dikilmiş, yanına biraz tuz serpilmişti. Çünkü tuz sabırdı, mum ise ömür... Kına yakan kadın, hem tecrübeli hem mahrem biriydi—ya Tahsin’in halası ya da babaanne tarafındandı.
Bir yanda “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsü söylenirken, bir yanda gözyaşları kınaya karışıyordu. Gelin olacak kız Bergüzar da annesinin dizine başını yaslamış, sessizce ağlıyordu. Tahsin’in müstakbel eşi... Yüzü belli belirsiz seçilen, utangaç bakışlı, içe dönük o genç kadın, bir ömrü teslim etmeye hazırlanıyordu.
Fatma ana ise suskundu. Elinde mendil, dudaklarında dua... İçinden geçenleri kimse bilmezdi ama yüzündeki çizgiler tek tek söylerdi. Gözleri ara sıra doluyor, sonra hemen kendine gelip toparlanıyordu. Çünkü bir anne, düğün gecesi hem gelin evinin gururu, hem damat evinin omurgasıydı.
Kadınlar, ellerinde kaşıklarla yere vurarak “Kınayı getir aney...” diye başlayınca, türkü değil, âdeta bir ağıt yükseliyordu odadan. Ve tam o anda, Tahsin’in adı söylendi—“Damadı çağıralım da elini yaksın...” Genç adam mahcup bir tebessümle içeri girdi. Ayakkabısını dışarıda çıkarmış, başını hafif öne eğmişti. Kınayı eline sürdüler. Yanına kardeşi Fazlı’yı verdiler. "Uğurlu olsun" dediler. O an göz göze geldiler Fatma Ana’yla. Ananın gözünde yaş, oğlun gözünde titrek bir gurur... Düğün Bayrağı Dikerken güçlü duygular ve gururla neşenin hakim olduğu düğün evi konu komşu hısım akraba tarafından dolup taşacaktı.
Evde neşe vardı, dışarıda davul... Bir hafta sürecek düğün alayı başlamıştı. Bayrak dikilmiş, kasaba delikanlıları sırayla damadın sağında solunda dizilmişti. Davulun gümlemesiyle toprak yol titriyor, zurnanın cıvıltısıyla kuşlar bile irkiliyordu. Herkesin gözü damatla gelindeydi.
Ama Dilber’in gözleri hep başka yerdeydi… Ne geleni gördü ne gideni. Kalbi o günden beri hep bir sancıyla atıyordu. Geceleri uykusunda kalkıp pencereden dışarı baktığında, yıldızlar bile ona düşman gibi duruyordu artık. Rıfat’tan ne bir haber vardı, ne de bir selam... Sözlüydüler, ama söz rüzgârda kalmıştı sanki. Göğsünde bastırdığı sır, her geçen gün daha da ağırlaşmıştı. Sonunda şüphe, korkuyla birleşti ve o sabah, sabahın alacasında, nihayet anladı ki tek başına çaresiz bakındı içi acıyordu fakat, çözüm bulmak zorundaydı.
İçinde bir can büyüyordu, ama etrafındaki dünya hep dışarıyı süslüyordu. Ağabeyi Tahsin’in düğününde, herkes bir ağızdan “mutluluklar” diye bağırırken, o sessizce içinden “ne olacak şimdi?” diye soruyordu. Her davul vuruşu yüreğine bir tokat gibi iniyor, zurna sesi kulağında çınlayan bir azara dönüşüyordu.
Fatma Ana onu fark etmişti elbette. Ana yüreği sezgiden ibaretti. Kızının durgunluğunu gördükçe daha da meraklanıyor, daha da yaklaşıyordu yanına:
> “Neler oluyor sana Dilber? Gün be gün sararıp soluyorsun kızım… Hastamısın, başın mı dönüyor, yüreğin mi sıkışıyor?”
Bu ve benzeri sorular Dilber’in yüreğine baskı yapıyordu. Annesi endişeyle üzerine geldikçe,
Düğünlerde bitmiş, yeni gelin evin işlerini sırtlanmış, anne babasının emin ellerde olduğunu görüp kanaat getirmiş artık içi de çok rahattır.
Çavuş abisi de senelik iznine çıkmıştır, Sultan yengesi de yoktur dertleneceği,Dilber iyice bunalıma girmiştir son zamanlarda. Kendini çok yalnız ve çaresiz hisseder.
O gece, herkes uykuya çekilmişti. Yataklar dolu, ama yürekler eksikti. Ay, perdeden sızan solgun bir ışıkla Dilber’in yüzünü okşuyordu. Yorganı dizlerine kadar çekmişti, ama içinin titremesine bir faydası olmuyordu.
Başını yastığa koymuş gibi değildi sanki; toprağa düşmüş, orada kalakalmış gibiydi. Gözleri tavanı değil, kendi içini seyrediyordu. Sultan yengesinin kucağında bayıldığı anı yeniden yaşıyor, Çavuş’un sesini içinde yankılandırıyordu: “Berdel… Aşiret… Mecbur kalmış…”
> “Mecbur… Ne demekti mecbur kalmak? Peki ya ben? Ben ne olacağım?”
O an, karnında belli belirsiz bir kıpırtı hissetti. Minicik bir titreşim… Belki bir hayal, belki de ilahi bir uyarıydı. İçindeki can, ona varlığını hatırlatıyordu. Sadece Rıfat’tan vazgeçmemişti; belki de kaderinden… Hayalinden… Gururundan...
Yorganı yüzüne kadar çekti, ama gözyaşı yorganı da deldi geçti. Sessizce ağladı. O kadar sessiz ki, sanki gözlerinden değil, yüreğinin içinden damlıyordu yaşlar. Uyuyanlar duymadı. Ev sustu, gece sustu, ama Dilber sustuğunda içindeki yangın daha da büyüdü.
O gece ilk defa dua etmedi. İçinden geçen tek cümle vardı:
> “Allah’ım… Ben ne yapacağım şimdi?” Gün Doğdu, İç Aydınlanmadı
Sabah ezanıyla birlikte horozlar öttü, evin bacasından ilk dumanlar yükseldi. Tandırın başında yine Fatma Ana vardı. Elini hamura batırmış, gözünü kızına dikmişti. Dilber mutfağa girmemişti. Ne çay kokusuna geldi, ne sıcak ekmeğin buğusuna… Odasında öylece oturuyordu. Elini çenesine dayamış, pencereden dışarıya, ama görmeden bakıyordu.
Fatma Ana’nın sabrı kalmamıştı artık. Sessizliği sükûnet sanmak kolaydı, ama ana yüreği yanılmıyordu. O kızın içinde bir şey vardı. Günlerdir süren dalgınlık, bir bu eksikti der gibi dolanması, gözlerinin feri... Hepsi bir şeyin habercisiydi.
Kapıyı hafifçe araladı:
> “Kızım, neyin var senin? Beni gün sarar, gece bunaltır oldu. Ağrın mı var, kahrın mı? Ne olur bir şey söyle…”
Dilber başını çevirmedi. Yanakları solgundu. Cevap verecek gibi değildi. İçinde kopanları anlatmaya kalksa, dil düğüm olurdu zaten. Yine de bir şeyler demek zorundaydı, sadece şüpheleri oyalamak için:
> “Yorgunum ana... Düğün telaşı, uykusuzluk... Geçer.”
Fatma Ana ikna olmadı. Kızının gözlerinin içine baktı, ama o gözler kaçtı. Ana, baktıkça yüreği daha da sıkıştı. O an içinden bir cümle geçti, sadece içinden:
> “Ya bu kızcağızın başına bir hâl geldiyse?”
Dilber hiçbir şey söylemedi, ama bir tek şey belliydi: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Dilber sabaha karşı, herkes uykudayken, usulca kalktı yerinden. Saçlarını ördü, annesinin sabahlığını giydi. Kapıdan dışarı çıkmadı, kimseyi uyandırmadı. Sessizliğin içinden geçip evin kilerine indi. Orada, karanlıkla dost, yalnızlıkla yoldaş oldu.
İncecik bir ip, yorgun bir tavan kirişi ve bir kız çocuğunun taşıyamadığı sır...
Sabah olduğunda evin üstüne çöken sessizlik başka bir sessizlikti artık. Annesi ilk çığlığı attığında, kuşlar da susmuştu.
Gövdesi indirildiğinde kimse konuşmadı. Ama koynunda buruşturulmuş bir kâğıt bulundu. Parmaklarının arasında değil, kalbine en yakın yerdeydi. Sultan titreyen elleriyle kâğıdı çıkardı. Göz ucuyla okudu sadece, daha fazlasına dayanamadan yere düştü.
Kâğıtta tek cümle yazılıydı:
“Bunu bana bir asker yaptı.”
O cümle, duvarlardan yankılandı, dillerden dökülmedi. Kimse bir şey sormadı. Ama herkes o andan sonra sustu. O evde bir daha yüksek sesle gülünmedi.
Ve Dilber’in sırrı, koynunda toprağa karıştı.
Ali Çavuş, izinden döndüğünde evin alt katındaki kasvetli havayı hisseti ve koşturmaca aşagı kata ev sahibine indiğinde gerçeği öğrenince dünya başına yıkıldı. Dilek'in ağlamaktan gözlerine perde inmiş gibi yürüyordu. Küçük Fazlı bile artık sessizdi. Ve evin kileri… Artık sadece patates, soğan değil, bir sırrın mezarıydı.
Dilber gitmişti.
Ali Çavuş başını eğdi. Ev sahibinin kapısını her çaldığında, dudaklarında hep aynı sözler vardı: "Sultan da duysa çok üzülecek… Ah güzel Dilber… Hiç olmadı bu ölüm… Sana hiç yakışmadı."
Fakat ne Sultan’a ne başkasına gerçeği söyleyemedi bir zaman.Dilber’in koynundan çıkan o mektup... “Bunu bana bir asker yaptı.” İşte o söz, Ali Çavuş’un yüreğinde bir taş gibi oturdu.
Biliyordu. Söylese Rıfat’ı bulurlar, yaşatmazlardı.Garip mustafa Abi Tahsin kanla temizlerdi bu tür lekeleri. Olan olmuştu. Dilber, genç yaşında toprağa girmişti. Hem de kimsenin bilmediği bir yükle, doğmadan ölmüş bir çocukla birlikte.
Ali Çavuş sustu. Sustuğu her gün biraz daha içine gömüldü. Ve o evde, artık ne bahar çiçek açtı, ne yaz güvercini kondu pencereye. Dilber’in gidişiyle zaman da dondu sanki. Ali Çavuş, o günden sonra kiler kapısına bile bakamaz oldu. Ne zaman o taraftan geçse, Dilber’in saçlarının ucu gibi bir gölge belirirdi gözünün önünde. Sanki hâlâ oradaydı, ipte salınan sessiz bir suçluluk gibi...
Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri göz göze gelemediği insanlardan kaçıyordu. Görevine döndü ama tüfeği eline alınca parmakları titredi. Emir verdiğinde sesi kısıldı. Her sabah içtima yerinde, Rıfat’ın son telefonu hatırladıkça yutkundu.
Ve bir gece, postasına oturup karısı Sultan’a mektup yazdı:
“Sultan, ben bu yükü taşıyamam. Genç bir kız gitti. Bir can, koynunda sakladığı sırla toprağa girdi. Belki ben daha dikkatli olsaydım, belki sezer, bir kelime duysaydım… Ama sustum. Rıfat’ın adını ağzıma almadım. Korktum. Oysa olan olmuştu. Kendimi affedemiyorum. Bu görev bana ağır artık. İstifamı verdim. Memlekete dönüyorum. Dilber’in toprağında ot biterse ben onu ayıklayacağım. Beni affet Sultan…”
Ve sabah olduğunda, Ali Çavuş üniformasını çıkardı, tüfeğini teslim etti, gözlerini ufka dikerek yürüdü. Dönüp arkasına bile bakmadı.
Memleketine geri göçtü. Ama içinde bir kiler kapısı hep aralık kaldı.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.