Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Koynumdaki sır (ÖYKÜ)
Önsöz “Koynumdaki Sır”a Dair Bu satırları yazarken elim titriyor. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kurgu değil; yaşanmışlığın, susturulmuş bir çığlığın, görülmemiş bir gözyaşının izini taşıyor. “Dilb...
7. Bölüm

Berdel

54 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Ne deyiymiş ki?
– Ne olacah... Oğlanın askerden döndüğünü duymuşlar. Ahşama yemek hazırlıyoh. Aşiretten böyükleri, avratlarıynan çığırmış. Rıfat’ı da görmek, tanımah istiymiş. Anlayacağın, böyük bir tanışma yemeğine davet etmiş böyük ağamız bizi.
Kahırla “büyük ağamız” diyerek, alayla iç geçirdi.

Cemo Ağa, kahvaltıdan sonra kendi kardeşlerini Yagup Ağa’nın yemek davetinden haberdar etmek için çıktı evden. Çıkarken Rıfat’ı bu yemeğe ikna etme görevini avradına buyurmuştu. "Ne olursa olsun bu yemeğe razı olup gelmeliydi, belki kızı görürse fikri değişirdi," diye konuştular aralarında.

Ne kadar ağalar baskın gözükse de, aşirette genelde ağa eşleri ve yaşlı anaların sözünün üstüne söz olmazdı aile içinde.

Güneydoğu bölgesinde yazları çok sıcak olduğundan, bahardan başlayıp havalar soğuyana kadar kahvaltı ve yemekler genellikle eyvanlarda yenir, oturulurdu. (Eyvan: Üç tarafı kapalı, bir tarafı açık bir tür mimari yapıdır. Bir çeşit teras ya da balkon gibidir.)

Askerden geleli bir hafta olmuştu. Hısım akrabalar, diğer tanış aşiretler, konu komşu akşamları göz aydına gelenlerle ev dolmuş taşmıştı. Asker hediyeleriyle gelenler de çok olmuştu. (Eskiden askerden gelen oğlana; iç çamaşı, gömlek, havlu gibi hediyelerle gidilirdi.)

Bu sabah da Rıfat’ın ağzını yine bıçak açmıyordu. Kaç gündür sofralarda olsa da, kendi var; aklı başka yerdeydi. Yemiyor, içmiyordu. Aslında kaşıkların ucuyla aldığını da yutmakta zorlanıyordu.

Ne yapsaydı, ne etseydi... Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. Bir derin kuyuya düşmüşçesine, bir türlü çıkamıyordu oradan...

Anası, konuya nasıl gireceğini iyice düşünmüş, Rıfat’ı bu yemeğe ikna etmeye karar vermişti. O bir anaydı; canından çok sevdiği oğullarının canı her şeyden önemliydi. Bu işten kaçmak demek, evlatlarından ya da aşiret erkeklerinden birini kan davasına kurban vermekti.

Sofrayı toplayan kızına:
“- Bulaşıkları mutfağa götür, abinle bana orta şekerli gave yap da getir, kızım.”
“- Tamam ana, hemen yapar gelirim,” dedi Canan, abisine dönüp bakarak.

O da az çok tahmin ediyordu bugün konuşulacakları; sabah babasının annesiyle konuşurken duyduğu bir şeyler vardı.

Canan tepsiyle bulaşıkları mutfağa götürürken, annesi Rıfat’a dönüp kekeleyerek başladı:
“- Rıfat oğlum, Yagup Ağa senin döndüğünü duymuş. Seni ve sülalenin büyüklerini bu akşam tanışma yemeğine çağırıyor. Bunun için sabah Selo Ağa’yı elçi göndermiş.”

Rıfat’ın yosun yeşili-mavi göz bebekleri, sabaha kadar uykusuzluktan kızarmış beyazlarla çevriliydi. Gözleri sanki yerinden çıkacak gibiydi; sarmaşık dalları gibi kollanmıştı yüzüne. Sinirle, hırsla anasına baktı:
“- Bana ne yemekten, ana! Gitmeyeceğim ben. Kızı vermişsiniz işte. Benden ne istiyor bu adam? Zorla mı verecek kızını? Ben istemiyorum, diyorum! Anlamıyorsunuz beni!”

“- Anlıyoruz, oğlum, hiç anlamıyor muyuz? Ama sen de bizi anla. Bir kızı sevdi diye can mı vereceğiz? Nasıl dayanırım ben sizin acınıza? Sen de beni anla, kara kaşlı Rıfat’ım. Kız dediğin nedir ki? Her yerde bulunur oğul. Hele onunla evlen, sonra gidersin onu da guma alırsın. Sabret oğul, şu işi bir aşuralık, burada üç dört avradı var çoğunun. Ne olacak? Erkek adamsın sen, o kızı da isterüh elbet.”


— Olmaz ana, ben karşıyım. Çok evliliğe, öyle şeyi asla kabul etmem. Bilirsiniz, o kızada, bu kızada yazıhtır, kıyamam ben...

Meryam ana biraz daha yaklaştı oğluna ve:

— Gel etme Rıfat’ım, kavga çıkar. Dönersek bu işten sana da gardaşına da rahat vermez bu Yagup ağa. Adamlarını daha senin geldiğin gün dikmiş gonağın garşusuna. Bunun derdi başgadur oğul, gel gurbanın olam, etme eyleme oğul — dedi, gözlerinden akan yaşı salarken yılların yüzüne bıraktığı çizgilerdeki çaresizliği ile birlikte.

Anansının gözlerinde korku, endişe ve hüzün gören Rıfat, daha fazla itiraz edemedi.

— Tamam ana, yemeğe geliyorum — dedi, yarım ağız bir ses tonuyla.

Aynı gün, Dudav aşiretinin lideri Yagup ağanın evinde bir telaş, koşturmacadır sürdü. Kuzular kesildi, evin yaşlı kadınları aşçı kadınlara yardım etti. Yöreye ait en güzel yemekler yapıldı. Adam sayısına ve kimin nereye oturacağı kararlaştırıldı. Masalar, masalar üzerinde tabak, kaşık yerli yerine dizildi. Sülaleden birkaç yeni gelinler, Yagup ağanın Rıfat’a berdel olacak kızı Reyhan’ı süslemek için erkenden geldiler.

Ufak bakır bir tencede ağda yapılıp, kızın yüzündeki ince sarı tüyler, bıyıklar alındı. Güneydoğu’ya ait yöresel, ağa kızına yaraşır, rengarenk Antep kutnu kumaşından olan yeni dikilmiş boydan elbisesi giydirildi.

Rıfat’a bu akşam yemek bahanesiyle de olsa, kız gösterilecekti. Bunu Celap aşireti de, Dudav aşireti de biliyordu. Bu yemek hem barış, hem de birbiriyle görmeyen gençlerin uzaktan da olsa bir tanış yemeğiydi.

Daha önce berdele karar verildiğinde; Rıfat’ın kız kardeşi Canan’a Eyvanda otururken, Yağup ağanın sakat oğlu, bir bahane ile at üstünde birkaç arkadaşıyla gönderilip gösterilmişti. Uzun boylu, karayağız, ela gözlü, yakışıklı olmasına yakışıklı bir çocuktu Nuri. Fakat tek kusuru bir ayağı bayağı bir aksıyordu (yani topaldı).

Şimdi sıra Rıfat’ın kızı görmesi ve berdel işini sağlama alıp, Yagup ağanın bunu tüm aşirete ve çevreye duyurması çok önemliydi.

Rıfat, istemeye istemeye hazırlanıp giyindi ve yemeğe gidecek diğer akrabaların da gelip toplandığı avluya indi.

Yüreği gitmek istemiyordu; ayakları gitmeye hazırlansa da. Kalbindekine ihanet sayıyordu bunu ve ince bir sızıyla atına binerken yüzü hiç gülmüyordu. Ama mecburdu. Anasının göz yaşı döküp yakarmaları mecbur bırakmıştı bu yemeğe gitmeye.

O akşam, gün batımına az kala; evli olanlar karı koca tek ata, diğerleri tek tek birer ata bindiler.

Büyükler önde, küçükler arka da tek sıra oldular ve Rıfat’ın atını ortaya alarak ağanın konağına yola çıktılar...

Daha yola hazırlanırken, karşı tarafa ortak tanıdık olan Apo’yu elçi salma gereği duyan Cemo Ağa:
“– Önceden Apo’yu (Abdullah) salmamız eyü oldu Memo,” dedi kendisinin bir ufak kardeşine.
“– Eyı olmaz mı, eyüdür elbet ağam. Hal, durum nedir; bize gavuşur geri döner de habar eder inşallah.”

Cemo Ağa’nın atının yanına yaklaşarak kulağına sessizce:
“– Bu deyyus Yagup Ağa’ya heç içim ısınmamıştır ama ne edek ağam, başa gelmiştir bir kere. Şu işi hayırlısıyla bir başara bilsek kazasız belasız...” derken sağına soluna bakındı.
Zaten bayağı canları sıkılmış, zorlanmışlardı bu barışa. Kimse duysun istemiyordu da konuşatıklarını Memo...

“– Ben de bilirem Memo. Neydek ki şimdi?iş işten geçmüştür. Söz ağızdan çıhmıştur bir kerem. Onun derdi barış marış değüldür. Sagat oğlanı bu kazayı mahana edererek evermektir. Olan gözel gızım Canan’ıma olmuştur...”

İki kardeşin konuşmaları bitmeden, elçi Apo Ağa Cemo Ağa’ya:
“– Selamünaleyküm Cemo Ağa, Memo Ağa.”
“– Aleykümselam Apo. Hayırdır, nefes nefese galmıştır atın? Nedir acelen? Biz yavaş yavaş yol alıyoduh zatın...”

“– Haber ettim ağam, sizlerin yolda olduğunuzu söyledim.”
“– Tamamdır Apo, sağ olasın. Peki, durum nedir o tarafta? Ne dedi Yagup Ağa?”
“– Hepsi de dört gözle sizi bekliyor, ağam. Telaşları var, belli... Avlu kapısından boynumu uzatıp şöyle bir göz attım. Her iki yana ayrı ayrı sofralar kurulmuş. Bir o yana, bir bu yana koşturup duruyolar. Sanırım onlar da sizin kadar heyecanlı, ağam.”
“– Eyvallah, hayırlısı bakalım. Apo, istersen sen de bizimle gel.”
“– Sağ ol ağam. Bu iki aşiretin özel yemeğidir. Belki Yagup Ağa memnun kalmaz benim gelmemden. Size hayırlı, uğurlu olsun. İnşallah sonuç güzel olur da düğüne geliriz artık. Hoşça kalın.”

Elçi Apo – tam adıyla Abdullah – böyle diyerek yanlarından ayrıldı.

Güneş, ufukla kucaklaşmak üzereydi. Göğün kızıl eteği toprağın üzerine serilirken, en önde Cemo Ağa, onun ardından Memo Ağa ve iki küçük amca... Sonrasında Rıfat’ın atı, hemen arkasında annesi Meryem Ana ve yengeler, birer birer, ağırbaşlı adımlarla Yagup Ağa’nın avlu kapısının önünde durdular.

Evden çıkmadan evvel kararlaştırılmıştı: En küçük amca Hüso, atından inip kapı tokmağına vuracaktı. Cemo Ağa ve diğerleri, Yagup Ağa’nın "buyurun" demesiyle ineceklerdi attan.

Daha Hüso Ağa elini tokmağa uzatmadan, içeriden bir telaşın, bir koşuşturmanın sesleri duyuldu. Ardından, avlunun iki kanatlı kapısı ardına kadar açıldı. Karşılarında dimdik bir duruşla Yagup Ağa belirdi.

“– Buyurun, buyurun Cemo Ağa, buyurun.” dedi, diğerlerine de göz gezdirerek.

“– Selamün aleyküm Yagup Ağa.”
“– Uşahlar.” diye seslendi Yagup Ağa, oğullarına ve yardımcı kahyalarına dönerken.

Herkes selamlaştı. Atlarından birer birer indiler. Yagup Ağa’nın oğulları ve yardımcı kahyalar, gelenlerin atlarını alıp ahırlara götürürken Yagup Ağa arkalarından seslendi:

“– Uşahlar! Atların eğerlerini alın aşağı. Terleri kurumadan yem verin. Loo!”

Sonra döndü, misafirleri sağ taraftaki erkek sofralarına buyur etti. Kadınlarla ise evin hanımı ve gelinleri ilgilendi, onları da sol taraftaki sofralarına aldılar.

DÜNÜRLERE DAVET YEMEĞİ

Cemo Ağa ve Memo Ağa, Rıfat’ın sağına; Kemo Ağa (Kemal) ve Hüso Ağa (Hüseyin Amcası) da sol tarafına geçerek oturdular. Sofranın karşı tarafında ise Yagup Ağa’nın sakat oğlu Nuri, Rıfat’ın tam karşısına gelecek şekilde, belli bir nizamla dizilmiş yerlerine yerleşmişti. Yagup Ağa da, Cemo Ağa’nın tam karşısına gelecek şekilde, her iki yanına kendi kardeşleri, sonra da diğer oğulları oturdu.

Rıfat, arada bir belli etmemek için etrafa bakınsa da genelde yüzü yerdeydi.

Konağın aşçısı, tepsideki pilavların üstüne kızarmış kuzu etlerini yerleştirerek servisi genç delikanlılarla sofralara dağıtmaya başladığında; erkekler ve kadınlar arasında havadan sudan sohbetler çoktan başlamıştı. Sofrada bir kuş sütü eksikti.

Yagup Ağa, Rıfat’taki huzursuzluğu fark etmişti ve ilk ona bakarak:

“– Hadi buyurun ağalar, yemekler soğumasın. Daha çok gonuşuruk looo, hadın ha!” dedi ve yine baktı Rıfat’a.

Cemo Ağa, “Bismillah,” diyerek etli pilavdan başladı yemeğe; peşinden diğerleri de başladı yemeye.

Kadınlar masasında, erkeklerin işitemeyeceği şekilde bir fısıltıyla Yagup Ağa'nın ve Cemo Ağa’nın eşi çoktan dünür olmuşlardı bile...

Yemeklerin üstüne tatlı olarak, keçi sütünden yapılmış sütlaç da yendi. Evin genç erkekleri, hizmetkârlarla beylerin; gelinleri ve bayan hizmetkârlar da bayanların sofrasını topladılar. Aşçı ve yardımcılarının mutfakta hazırladığı meyvelerle sofra tekrar donatıldı.

Meryem Ana, çaktırmadan sağa sola bakınıp durdu. En son dayanamayıp, yanında oturan Yagup Ağa’nın eşi Huriye Hanım’a:

“– Kızı göremedim... Gelmeyecek mi? Oğlan gelmişken bir görseydi.”

“– Acelen nedür Meryem Hatun? Daha çoh görecen. Gelinin olunca her gün görürsün,” dedi yarı şakayla, tebessüm ederek.

“– Orası öyle elbett, Huriye Hatun. Emme daha bende iyice görmemişim.”

“– Sen hele meyvelerden ye hele. Birazdan yengeleriyle mırra (kahve) takımlarını getürecekler. Görürsün; sarı başörtülü gızım Reyhan’dır, görürsün.”

“O zaman Rıfat’ım nasıl bilecek ki gızın hangisi olduğunu?”

Meryem Ananın aklına, en küçük kaynı Hüso’yu yanına çağırtıp Rıfat’a haber vermek geldi. Bir de ortalıkta dolanan Yagup Ağa’nın torunlarından birini yanına çağırtıp, Hüso’nun kulağına:

“– Birazdan gelin gız yengeleriyle gayveleri getirecekmiş. Sarı başörtülü olan gelin gız Reyhan’dır. Rıfat’a haber ver de gelmişken gızı da görsün, Hüso,” dedi.

“– Tamam, gider kulağına derim yenge. Sen heç merak etme,” dedi Hüso.

Hüso, yerine oturmadan Rıfat’ın kulağına eğilerek:

“– Birazdan gız yengeleriyle gayve getirecekmiş. Eyi bah gıza ha, loo!” dedi sessizce.

Rıfat ateş püskürüyordu ama elini kolunu bağlamışlardı. Bir şey yapacak ne hal ne söz bırakmışlardı ağaları. Bu olan bitenlerden sıkılmış, kendi kendine konuşuyordu içinden:

“– (Görsem ne olacak sanki...)”

“– Unutmo loo! Sarı baş örtülü olan gelin gızdır ha. Adı da Reyhan’mış, Rıfo tamam dedi Hüso amca...”

Rıfat başını Hüso’ya çevirip, masadakilere belli etmeden:

“– Anladık, dedük ya! Neydim adını, sankim muhabbet edecem lo! Allah Allah!” diyerek geçirdi içinden.

Mırra takımı büyük yengenin elinde, iki tepsiye dizilmiş kahve fincanları; küçük yenge ve Reyhan kızın elindeydi. Aşağı kattaki mutfaktan, önde yengeler olmak üzere peş peşe geldiler.

Mırra (kahve) takımı olan tepsiyi büyük gelin eşine teslim ederken, diğer yenge ve Reyhan, beylerin hemen yanında bulunan ocağın yanına bırakmak için giderken, çaktırmadan erkeklerin olduğu sofraya kaçamak bir bakış attı.

Rıfat’la o anda göz göze geldiler. Kız çarpılmıştı Rıfat’a fakat oğlanın birden yüzü asıldı. Kimse o anı fark etmesin diye, meyve tabağındaki üzümden bir salkım alıp yemeğe başladı. Aslında sinir olmuştu tüm bu olaylara. Hiçbir tepki vermemenin zulmünü kendine stres edinmiş, yemekle bastırmaya çalışıyordu.

O anki bakışmayı dahi, Dilber’ine ihanet etmiş gibi düşündü ve yüzüne hüzün çöktü.

Yagup Ağa’nın gözünden kaçmadı elbette ama hiçbir tepki de vermedi. Nasıl olsa elleri mecburdu; Rıza, oğullarını kaza da olsa öldürmüştü.

Saat gecenin on biri olmuş, yemekler, tatlılar, ara sıra edilen tatlı-tatsız sohbetler yapılmıştı. Kalkma zamanı gelmiş, yolcu edilen misafirler, yani yeni dünürler, atlarına binerek geldikleri gibi, büyük ağadan küçüğe, hanımlarına kadar aynı düzen içinde evlerine dönmüşlerdi.

Cemo Ağa’yı avlu kapısında karşılayan Rıza, binbir mahcubiyetle anasına sordu:

“– Neler oldu ana, anlat hele. Ne dediler Yagup Ağalar? Hâlâ berdel mi diyorlar, ha?”

“– Ne diyecekti oğul? Eline böyle fırsat geçer de geri adım atar mı hiç? Seninki de laf olsun Rıza...”

Rıfat daha fazla sabır gösteremedi. Atını ahıra bağlayıp odasına doğru giderken, merdivenlerde sesini yükselterek isyan etti bu olaya:

“– Yine diyorum, her zaman da diyeceğim: Batsın sizin töreleriniz! Yaktınız bizi, yaktınız!”

Anası, babası ve Rıza da duymuştu bu sözleri. Rıfat’ın ardından bir an anasına, bir babasına baktı, başını yere eğerek:

“– Ana, ben gidem diyem Yagup Ağa’ya. Bu iş olmayacak. Alın canımı, alacaksanız. Cezam neyse derim ana. Bu oğlanın isyanları bitmez bundan gayrı. Sevdiği kızı alamazsa beni düşman gibi görecek, bilirim.”

Ana yüreği dayanamadı, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Rıza’nın boynuna sarılarak:

“– Oğul, kız mı yok? Bir sürü bulunur. Ama evlat nerede bulunur? Ölür de kıyamam sana. Rıfat da istemez kan dökülsün, sana bir şey olsun. Söylenip dursun... Zamanla alışacak. Hele şu düğünü derneği yapalım da...”

“– Ne dediler? Hemen düğün olsun mu diyorlar ana?”

“– Erkekler ne konuştu bilmem ama Yagup Ağa’nın karısı Huriye, bana sıktı lafını iki dişinin arasından, oğul...”

Huriye,
“Çok uzatamaya gelmez hayırlı iş, Meryem garı. Gızları alıp hafta başı alışverişe gidelim. Benim böyük iki oğlanla, senin oğlanlar da damatları götürür Urfa’ya. Onların işi kısa sürer, birer damatlık alınacak. Ama bizim işimiz uzun sürer, belkim bir gün bile yetmez. Ne dersin? Bizim kahyayı gönderip seni erkenden aldırırım,” dedi.

Diye söyledi Meryem Ana, oğlu Rıza’ya:
“– Biz bu oğlanı alışverişe götüremek ana. Benim yüzüme bilem bahmıyor, bahsana.”
“– Geç oldu, sen şimdi karının, çocuhlarının yanına git yat oğul. Baban halleder. Sabah ola hayrola. Rıfat’la uslubuyla gonuşur, geçiktirmek olmaz. Ne galdı hafta başına, üç gün var...”
“– Tamam ana, hayırlı geceler.”
“– Hıyırlı geceler Rıza’m, canım oğlum. Gette yat hadi.”

Cemo Ağa, çoktan gidip gömülmüştü yatağına. Şöyle bir başını uzatıp, Rıfat’ın odasının kapısını tıklattı Meryem.

Rıfat, kendi kendini yemekten uyuyamamıştı bir türlü. Aklına takılan Dilber kızın gözlerinde hayatın renklerini görmüştü bir kez.
Onsuz siyah beyazdı dünyası. Düşleri kabusa dönüşmüş, gündüzleri de durmuştu yaşam.

“– Uyudun mu oğul?” dedi anası, kapıyı aralarken.

“– Yok ana, uykularım gelmez oldu. Çıkamaz oldum geleli... Bir girdapta baş aşağı düşüyorum sanki, dibi görünmezliğe doğru.”

“– Öyle deme oğul. Ne sana kıyabilirim, ne Rıza’ma... Siz benim bu dünyada aşım, suyum, ekmeğimsiniz. Deme öyle Rıfat’ım, canım oğlum...”
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü Meryem Ana’nın. Tutamadı elbette... Zor işti bu berdel. Hem kızını hem oğlunu heba etmişti töreye.

“– Olan oldu oğul,” dedi. “Kaçamayız. Kaçsak da, göçsek de bulur bunlar bizi oğul. Kana kan der de, başka bir şey demez oğul...”

“– Bilmem mi ana, bilmem mi hiç? Onun için değil midir karabasanlar? Gördüğüm düşler boşa mıdır? Dünya sanki üstüme üstüme gelir, geldim geleli... Yerde miyim, gökte miyim, bilmez oldum ana...”

“– Dilber’e söz verdim ana. Yarın şehre inip, karakoldaki bir devre alttaki asker arkadaşlarımla Dilber’e haber yollamam lazım. En azından benden ümidi kessin, durumumu bilmeli,” dedi.
Son sözü söylerken gözleri yeşil yeşil sulandı.

“– Dur, bir haber salma oğul. Çok seviyorsun belli ki Rıfat’ım. Düğünden birkaç ay sonra gider, onu da isteriz sana. Kuma alırsın Reyhan’ın üstüne, olmaz mı oğul?
Buralarda kaç kadın alırsan al, kimsenin sözü yoktur. Yeter ki eşit tut; birbirinden ayırma yeter. Daha iyi... Kalabalıktan, torundan tosundan, varlıklı olur, zenginleşir insan. Burada ağalar, bilmez misin Rıfat’ım?”

– Sen ne dersin ana? Dilber’in şehrinde böyle şeyler olmaz. Üstelik ayıplarlar doğuluları böyle şeylerde. Dilber de kabul etmez ana, hem benim yüzüm utanır teklif bile edemem. Kapıdan kovarlar bizi o yörenin insanı, ana. Yapma, söyleme bile bir daha.

Rıfat aklına koymuştu; kendi gidecek, anlatacak, son kez olsun görecekti Dilber’ini. Fakat bunu nasıl başaracaktı? Yagup Ağa o günkü yemekten sonra şüpelenmiştir Rıfat’ın durumundan ve gizlice izlettirmeye başlamıştır da Cemo Ağa’ların konağını. Rıfat’ı nereye gider, nereden gelir, ne yapar diye haberler saat saat Yagup Ağa’nın kulağındadır. Celap aşiretinin sülalesi ne yapar ne eder, tümünü yakın kadraja almıştır.

Rıfat geleli bir ay olmuştu. Haftaya düğün hazırlıkları görülüp, sonra ki hafta da çifte düğün birlikte olacak; aynı gün berdel gerçekleşecektir. Kararlar büyük ağalar arasında böyle alınmış, yapılacaklar konuşulmuştur.
Rıfat iç sesini bir türlü susturamaz ve kendince kaçmak tan başka çaresi yoktur.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Rıfat, Urfa’ya, çocukluk arkadaşı olan Ali’nin berber dükkanına uğrayıp tıraş olacağını söyler. Evden ayrılıp şehre giden köy minibüsüne binerken, arkasından gelen Yagup Ağa’nın iki adamı da ön koltuktaki Rıfat’a selam verip hemen yanındaki boş koltuğa otururlar.

Rıfat şehre gelince, arkadaşının berber dükkanına gitmek için yakınlarda iner. O adamlar da tam orada inip gizliden Rıfat’ı takip ederler. Rıfat tıraş olmuş, otobüs garajına gider. Adamlar da çaktırmadan peşinden garaja girip uzaktan takibe alırlar.

Rıfat, Dilber’in şehrine; iki saat sonra kalkacak olan otobüsün yazıhanesinden biletini alır ve hemen yanı başındaki lokantaya yemek yemeye girer. Adamlar yazıhaneye girip az önceki Rıfat isminde gencin ne yaptığını, nereye gideceğini yazıhanedeki görevlinin ağzından öğrenip pusuya yatarlar.

Otobüsün saati gelmiş, Rıfat da lavabodan elini yüzünü yıkamış çıkmış ve tam otobüs yolcularını alırken, yanına yaklaşan Rıfat, arkasından iki el sıkılan silah sesine döner ve ne görsün; az önceki adamlar Rıfat’a:

“— O otobüse binersen, buraya leşini sereceğiz!” der en uzun boylu, esmer, pala bıyıklı adam.

“— Siz de kimsiniz, neler oluyor!” der Rıfat, şaşırmış, silah sesinden ürkmüş olarak. Silah sesini duyan insanlar da toplanmıştır. Anlaşılmayan seslerle bir uğultu yayılır etrafa; kimi kaçar, kimi meraktan toplanır Rıfat’ın başına.

“— Yagup Ağa’ya götüreceğiz, seni bekliyor,” der orta boylu sarışın olan ikinci adam.

“— İşim var, gidip döneceğim, yarın buradayım,” dese de dinlemezler. Uzun boylu esmer adam silahı bir daha doğrultur Rıfat’a:

“— Yagup Ağa emir vermiştir bize; bir yerlere kaçarsa, ağayından vurun demiştir. Şaka mı sandın sen bu işi loo?”

Rıfat işin ciddiyetini yeni kavramıştır.

“Şakası yoktur bunların,” der içinden. İstemeyerek de olsa, kafasıyla onaylayıp Yagup Ağa’nın konağına götürür adamlar Rıfat’ı.

Yagup Ağa buyur eder Rıfat’ı ve ayrı bir odaya, baş başa konuşmak istediğini iletir:

“— Sanırım sana ağan, anan söylemedi ya da söyledi de sen ciddiye almadın ellam. Bak Rıfo, damadım olacaksın, kaçarı yoktur bunun. Sözü sen askerdeyken alınmış, verilmiştir. Dur durduğun yerde ırahatça yoksa sonunun ne olacağını söyledim aşiretinize, sana da anlatmayayım haa.

Benim on yedi yaşında torunumu vurdu ağan Rıza, bunu biliyon olmalı.”

“— He biliyom kaza olmuş ağam, Rıza ağam cezamı çekerim, beni şikayet edin,” demiş, kabullenmiş ağam.

“— Ben onu şikayet etmedim, berdele razı oldum Rıfat. Bunu aklına iyi yerleştir; dönüş yoktur loo.”

“— Benim kaçtığım yoktur ağam, bir işim vardı, gidip döncektim ama salmadı adamlar. Şimdi bana müsaade, ağam; anam bekler, onun da haberi yoktur,” dedi Rıfat.

“— Gidesin, güle güle. Önümüzdeki hafta düğünümüz vardır. Akıllı olasın damat, pişmiş aşa soğuk su dökülmez. Bunu sok gafana, bunu loo!”

Rıfat, işin ciddiyetini yeni kavramıştır.
“Şakası yoktur bunların,” der içinden. İstemeyerek de olsa kafasıyla onaylayıp, Yagup Ağa’nın konağına götürür adamlar Rıfat’ı.

Yagup Ağa buyur eder Rıfat’ı ve ayrı bir odaya baş başa konuşmak istediğini iletir.

“- Sanırım sana ağan anan söylemedi ya da söyledi de sen ciddiye almadın ellam. Bak Rıfo, damadım olacan, kaçarı yoktur bunun. Sözü sen askerdeyken alınmış, verilmiştir, dur durduğun yerde ırahatça yoksa sonunun ne olacağını söyledim aşiretinize, sana da anlatmayım haa.

Benim onyedi yaşında torunumu vurdu ağan Rıza, bunu biliyon olmalı.”

“- He, biliyom kaza olmuş ağam. Rıza ağam, ‘Cezamı çekerim, beni şikayet edin,’ demiş, kabullenmiş ağam.”

“- Ben onu şikayet etmedim, berdele razı oldum Rıfat, bunu aklına iyi yerleştir. Dönüş yoktur looo.”

“- Benim kaçtığım yoktur ağam. Bir işim vardı, gidip döncektim ama salmadı adamlar. Şimdi bana müsaade, ağam, anam bekler, onunda haberi yoktur,” dedi Rıfat.

“- Gidesin, güle güle. Önümüzdeki hafta düğünümüz vardır, akıllı olasın damat. Pişmiş aşa soğuk su dökülmez, bunu sok gafana bunu loo!”

Rıfat bir daha yıkılmıştı. Gidememişti Dilberine haber edememişti. Şimdi bekliyordur yolunu. Off çekti kısık sesle, içindeki ateş harlanıyordu sanki. Eve geldiğinde simsiyah kesilmişti yüzü; anası,

“- Ne var, ne oldu oğul? Yüzün kara elmas gibi olmuş. Kötü bir durum yoktur? Şehirde Ali nasıl, iyimiydi? Anası, babası nasıl alırmış oğul?”

“- Ali iyi ana, sana bol bol selamı var. Anası babası da iyilermiş. Ali evlenmiş, bir de kızı olmuş, sekiz aylıkmış.”

“- Biliyom oğul. Düğününe abin Rızayla, gelini torunları saldıydım. Allah mesut bahtiyar etsin, darısı sana oğul.”

“- Ee de hele, ne bu kederli halin? Yoh bişey ana, yorgunum, az yataıp uzanacam.”

Rıfat, Dilber’e gideceğini evdeki herkesten gizlediği için olanları anlatma gereği duymadı. Kaderine boyun eğerek susup uzandı yatağının üzerine...


---
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL