II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Yıl 1147… Malazgirt Zaferi’nden 76 yıl sonra… Anadolu topraklarının adım adım el değiştirmeye başladığı yıllarda bir bahar sabahıydı. Karaağaç (Acıpayam) Ovası’nda yükselen çan seslerinin yerini, kara çadırlardan okunan ezan sesleri doldurmaya başlamıştı. Türkmen-Avşar obaları, köyleri yaylalara, dağ eteklerine, ovalara kurulmuştu. At sırtında uçarcasına yarışan delikanlılar, allı morlu giyinmiş, kuşanmış elma yanaklı kızlar, kadınlar; aksakallı Türkmen beyleri, yerleştikleri her köşeye, her bucağa yeni bir yaşam ve renk katmaktaydılar. Binlerce yıl birçok uygarlığa, millete yurt ve barınak olmuş Anadolu toprağı Orta Asya’dan, Horasan’dan süzülüp gelen Türk kültürüyle tanışmaktaydı… *** Gün ışıkları sabahın erken saatlerinde Honaz Dağı’nın çatal başına vurmuştu. Karşı dağlar, vadiler, yaylalar, yamaçlar, kayalıklar gecenin karanlığından sıyrılırken dağın doruğu Kılıçtepe çoktan ışığa kesmişti… Gün ışığıyla birlikte bin bir çeşit çiçek, topraktan başlarını kaldırarak baharı müjdeliyordu. Sırtları, düzlükleri, yamaçları safranlar, ballıbabalar, ters laleler, çiğdemler, gelincikler, sümbüller, deve gülleri süslemişti. Kirazlar, payamlar, elmalar, erikler birbiriyle yarışırcasına çiçek açmıştı. Yıllara tanıklık etmiş koca çamlar, ardıçlar, meşeler, palamutlar dallarındaki karları silkelemiş, zümrüt yeşiline dönmüştü. Eriyen kar suları kayalardan köpük köpük dökülüyor; harlayıp coşarak dereleri dolduruyordu. Çiçeklerin baygın kokusundan sarhoş arılar bulut bulut savruluyor; çiçekten çiçeğe konu-yordu. Yeşil, turuncu, mavi, siyah renge bürünmüş iri iri sinekler, böcekler, kelebekler, karıncalar bu şenliğe eşlik ediyordu. Bahar sevinciyle dört köşe olmuş kuşlar şarkılarını söylemeye başlamıştı. Kırlangıçlar, leylekler yeni yuvalarını yapmanın telaşına kapılmıştı. Katar katar turnalar, toylar, kazlar gökyüzünde dolanıyordu. Kurtlar, tilkiler, çakallar, ayılar, Anadolu aslanları, domuzlar, vaşaklar esneyerek inlerinden çıkıyor; bereket fışkıran mevsimin nimetlerinden bir an önce faydalanmak için av ve yiyecek arayışına koyulmuştu… Gün yükseldikçe karşıda Çökelez Dağı, yanda Karcı Dağı, Yören (Kızılhisar) Dağları, aşağıda Kazıkbeli Geçidi, Sarıova ve Cankurtaran Çukuru aydınlandı. Uzaklarda yeşil bir halı gibi serili Laodikya (Ladik) ve Çürüksu Vadisi gün ışığına kavuştu. Doğadaki canlılık dört tarafa yayıldı. Yolcular, kervanlar yollara düştü. Çiftçiler tarlarını sürmeye, başağa oturan ekinler başlarını eğmeye başladı. Koyunlar, kuzular, keçiler oğlaklar ağıllarından çıktı. Kuş sesleri, böcek vızıltılar, vahşi hayvan homurtuları koyun kuzu melemelerine, çıngırak seslerine karıştı. Dağa, taşa, ota çöpe taze yumuşak toprak kokusu sindi. *** Birden dağın doruğundaki yalçın kayalıklardan kocaman bir kuş havalandı. İki mızrak boyu kanatlarının hışırtısından; gökleri yırtan “Ciyaaak! Ciyaaak!” sesinden vadiler, kayalıklar yankılandı. Kuşun uzun telekli kuyruğu, simsiyah kanatları gökte yalap yalap parlıyordu. Gölgesi ormanın üstüne bir bulut gibi çökmüştü. Kuşun hışırtısını duyan, gölgesini hisseden fareler, tavşanlar, geyikler, dağ keçileri ürkerek oradan oraya kaçıştı. Kuş, sivri gagası aşağıya dikilmiş, keskin iri gözleri ile dört yanı kolaçan ediyordu. Ayılar, kurtlar, tilkiler, çakallar bugüne kadar hiç görmedikleri bu devasa kuştan irkildi. Kuşlar, yı-lanlar, kertenkeleler can havliyle otluklara, ağaç kovuklarına gizlendi. Çobanlar sürülerini toplamanın telaşına kapıldılar. Köpekler hep birden ulumaya başladı. Endişeli bakışlar gökyüzüne çevrildi. Kara bir buluta benzeyen bu dev kuş da nereden çıkmıştı? Korkuyla oklar hazır-landı, yaylar gerildi. Tarlalarda çalışan çiftçiler, Kazıkbeli yokuşunu tırmanan yolcular, kervanlar birden durdu. Gökyüzünde bir Anka Kuşu gibi süzülen bu dev yaratığa baktılar. Kuş havada çemberler çiziyor, bir alçalıp bir yükseliyordu. Dağları yırtan sesinden, ortalığı koyu gölge yapan azametin-den herkes şaşırdı, ürperdi. Çocuklar kara çadırlara, çöğmenlere saklandılar. Beşikler, salıncaklar hemen toplandı. Rumlar, Türkmenler, “Hayırdır inşallah! Böyle azman gibi bir kuş ne göründü, ne duyuldu,” diye söylendiler. Kurt, kuş suspus olmuş; kuşun kanat hışırtısından başka sesler kesilmiş, ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı. Dev kuş bir süre dolandıktan Cankurtaran Çukuru’nu turlayıp yönünü güneye çevirdi. Bir yükseliyor, bulutları aşıyor; gökte bir boncuk kadar küçülüyordu. Sonra süzülerek hızla alçalıyor ağaçları silerek geçiyordu. Hışırtısı yaprakları savuruyor, bir deli yel gibi onunla gidi-yordu. Neden sonra Kazık Beli’ni aşıp Kızılçukur’a uzandı. Yören Dağları eteklerinde gezindi. Kefe Yaylası’nı turladı. Çal Dağı’nı ve Elma Dağı’nı dolanarak Yatağan ve Kayser (Yeşilyuva) göklerinde uçtu. Gün boyunca Karaağaç (Acıpayam) Ovası’nın üstünde dolaştı. Dalaman Çayı’nın bin bir çeşit kuş dolu büklerini, bataklıkları izleyerek Gireniz Vadisi’ne daldı. Bozdağ’a, Gölgeli Dağlar’a vurdu kendini. Gözden kayboldu derken gerisin geri dönüp Çameli tarafında Elmalı ve Karagöz yaylarının balta girmemiş ormanlarını aşıp Tepsilli Dağı’na uzandı. Tekrar güneye dönüp gladyatörler kenti Kibyria (Gölhisar), Dirmil yaylası göklerinde bir süre süzüldü. Ani bir dönüşle geri dönüp Dalaman Çayı’nı izleyerek Eşeler Yaylası’nın üstünde dolandı. Banıraz Burnu’ndan İşgen (İşkoyan) Pazarı’na indi. Bedirbey Köprüsü’nü geçip ova boyunca bir yükseldi bir alçaldı. Karadağ ve Malı Dağı arasından Pazarhan (Karahöyük) üstüne geldi. *** O gün Pazarhan (Karahöyük) pazarıydı. Geniş çayırlığa öbek öbek çadırlar kurulmuştu. Çadırların önüne top top bezler dizilmişti. Çarıklar, yemeniler, eyerler, deriler, at koşumları, semerler ayrı bir sokaktaydı. Halılar, killimler, kepenekler, oklar, yaylar, kılıçlar, oraklar, ma-kaslar, urganlar, testiler sergileri doldurmuştu. Çuval çuval tahıllar, sepet sepet meyve ve sebzeler, tulumlarda peynirler, çökelekler alıcılarını bekliyordu. Çayırlık at, sığır, koyun, keçi, manda, eşek, deve kaynıyor; öküz böğürtüleri, at kişnemeler, koyun kuzu melemeleri, eşek anırmaları yeri göğü inletiyordu. İnsanlar akın akın pazara geliyorlardı. Yükler indiriliyor, elden ele taşınarak yerlerine konuyordu. Pazara gidenler karıncalar gibi yollara düşmüş, tatlı bir telaş içindeydiler. Avşar Beyi, kaftanının eteklerini savura savura pazara girince insanlar iki yana açıldılar. Ellerini göğüslerine koyarak Bey’i selamlayıp, yol açtılar. Bey’in sağında ve solunda diğer Türkmen beyleri vardı. Yanında sekiz on yaşlarında bir erkek çocuğu yürüyordu. Çocuğun belindeki uzun kılıç yere sarkıyordu. Başında kızıl renkte bir börkü vardı. Kemerinde gümüş kakmalı bir hançer takılıydı. Çocuğun yüzünden tıpkı Avşar Beyi gibi sert bir bakış ve soyluluk okunuyordu. Biraz sonra Bey’in yanına birkaç Rum papazı ve esnafı yaklaştılar. Selam verdiler. Bey, “Pazarımız bereketli olsun. Pazarda hile, hurda, aldatmaca asla olmayacak. Herkes borcunu bilecek, malının hakkını alacaktır. Kimsenin burnu bile kanamayacak. Kimseye ayrıcalık, kayırmacılık olmayacak. Müslüman, gayrimüslim, Türk, Rum diye bir sorun yaşanmayacaktır. Her alışverişte adalet, hak, hukuk gözetilecektir. Her türlü güvenlik önlemi alınmıştır. Müsterih olun!” dedi. Bir çevirmen sözlerini Rumca olarak tekrardı. Arkasından gelen genç çerilere (askerlere) bir şeyler söyledi. Çeriler, “Başımız üstüne beyim!” diyerek pazarın dört yanına dağıldılar. Rum önde gelenleri, Türkmen oymakbaşları “Sağ olasın Beyim. Allah size uzun ömür versin.” diyerek saygıyla geri çekildiler. Pazar kaynamaya başladı. Mallar, hayvanlar inceleniyor, eller kenetlenip pazarlıklar yapılıyordu. Kilimler, çullar, hasırlar seriliyor, yiyeceklerin tadına bakılıyordu. Takas mallar sınanıyor; gümüş, altın paralar; Bizans ve Selçuklu sikkeleri avuçlara sayılıyordu. Avşar Beyi kaynayan pazarda torunuyla dolaştı. “Bizden önce cılız da olsa bir pazar kurulmuş burada, Uluyol üzerinden geçen kervanlar durup dinlenmiş. Ancak biz gelince yaylalar ve ovalar Türkmenlerle doldu, taştı. Geçimi hayvancılık olan Türkmenler pazara renklilik getirdi. Bereketlendi ve bollaştı. Bu topraklarda kökleştik.” diye düşündü. Avşar Beyi torunu ile pazarda dolaşırken, alıcılar ve satıcılar öbek öbek pazarlık yaparken birdenbire gökyüzü karardı. Koyu bir gölge pazar yerini kapladı. Günlük güneşlik bir günde, gökte en ufak bulut yokken havanın birden kararması insanları şaşırttı. Herkes Güneş tutulması olduğunu sanmıştı. Tüm başlar gökyüzüne çevrildi. Çayırlıkta at kişnemeleri, eşek anırmaları, öküz böğürtüleri çoğaldı. Köpekler başlarını yukarı kaldırarak ulumaya başladı. İnsanlar gökyüzünü karatan gölgenin dev bir kuşun gölgesi olduğunu görünce ağızları bir karış açık kaldı. Endişeyle Huma kuşuna benzer bu yaratık üzerine konuşmaya başladılar. —Bu kadar büyük kartal hiç görülmüş şey değil! —Kartal değil bu, bambaşka bir kuş bu! —Kuzuları, koyunları, oğlakları koruyalım. —Hayra alamet değil bu! —Bir deprem habercisi olmasın! —Honaz Dağı’nda dev kartallar yaşarmış diye duyduk. —Bu kuş bir camızı (mandayı) bile havalandırır. —Davul çalıp, ses çıkarıp uzaklaştıralım. —Kiliselerde çanlar çalınsın, mescitlerde salâlar okunsun belki uzaklaşır. Avşar Beyi ve yanındaki Taşkın Bey, Çakır Bey, Bedrihan Bey, Oğuz Bey, onca güngörmüş aksakalı dedeler “Hayra yoralım,” diye söylendiler. Biraz sonra ovanın dört yanını davul gümbürtüleri çınlattı. Çan sesleri ve salâlar yükseldi. Pazar yerinde alışveriş durmuş, gözler dev kuşa çivilenmişti. Parmaklar ağza götürülerek ıslıklar çalınmaya başladı. Genç çeriler yaylarını gerdi ve göğe doğru ok fırlattılar. Dev kuş bir zaman pazar üstünde dolandıktan sonra Honaz Dağı’nın çatal başına doğru yükseldi ve gözden kayboldu. Koyu gölge de kuşla birlikte uzaklaştı. Pazar yeniden canlandı. *** Avşar Beyi ve diğer beyler bir çadırın önüne serilen kilimlerin üstüne bağdaş kurup oturdular. Beyin torunu hâlâ gözünü gökyüzünden ayıramamıştı. Neden sonra dedesine döndü: —Dede, töremize göre kartal ne anlama gelir? Bey: —Töremizde göre her hayvanın bir anlamı vardır oğlum. Onun için büyük dedelerimiz on iki hayvanlı takvim kullanmışlardır. —Ergenekon Destanı’nda bir kurdun dedelerimize yol gösterdiğini anlatmıştın bana. —Aferin, unutmamışsın oğlum. —Peki, kartala benzer bu dev kuşla ilgili bir destan var mı dede? —Küçük torunum, sen şu parayı al. Karşıdan bir Karahöyük ekmeği al, arasına helva sıkıştır gel yanıma. Sana bu kuşu anlatacağım. Avşar Beyi saçı sakalı ağarmış, bir ayağı çukurda denecek yaştaydı. Torunu helva kıstırılmış ekmek almaya giderken kendi çocukluğu gözünde canlandı. Babası, Oğuzeli denen yurtta Seyhun ırmağı kıyısında bir göçebe çadırında doğmuştu. Dedesi Tuğrul Bey’in ordusunda subaşılığa kadar yükselmişti. Katar katar develeri, onlarca sürüleri vardı. Konup göçtükleri ovalara, yaylalara sığmayacak kalabalıktılar. Babası, Afşin Bey’le Anadolu akınlarına katılmıştı. Babasını izleyen oymak kona göçe Toros Dağları’na kadar gelmişti. Avşar Beyi, çiğdem çiçeklerinin açtığı Toros yaylalarına göç yolunda doğmuştu. Babası, onu Dede Korkut öyküleriyle büyütmüştü. Basat’ı, Deli Dumrul’u o yıllarda duymuştu. Babası, komutanları Afşin Bey’e hayranlığından ona Afşin adını vermişti. Avşar ve diğer Türkmen obaları Toroslar boyunca kona göçe, o yayla senin bu ova benim derken Anadolu’ya yayılmışlardı. Bey’in oymağı diğer Oğuz boyları Karaağaç ovasına geldiklerinde ovada çok az bir Rum topluluğu vardı. Yaylaları ve ovaları yemyeşil ardıç, karaağaç ve karaçamlarla kaplı bu yeşil ova onlara Ergenekon ovası gibi gelmişti. Karaağaç Ovası’nı yurt edinip yerleşmişlerdi. Çevredeki yayla ve ovalarda binlerce çadırlık büyük bir oymak olmuşlardı. Bir oğlu bir kızı vardı. Yanından hiç ayırmadığı keskin bakışlı torunu ona oğlundan arma-andı. Oğlu amansız bir hastalığa yakalanmış arkasında bir oğul ve gözü yaşlı bir eş bırakarak bu Dünya’dan göçmüştü. Oğlunun yasını küçük torunu ile avutmaya çalışan Avşar Beyi kızı Beyce Sultan’ı baş göz etmenin hazırlığı içindeydi. Burada kökleşip, soy soylayalım, boy boylayalım diye küçük torununa “Karaağaç” adını vermişti. Yeni yurtlarında hayvancılığın yanında tarım ve sanat işleri de yapmaya başlamışlardı. Küçük torunu ve oba çocuklarının eğitimli, bilgili insanlar olması için elinde geleni yapıyordu. Küçük torunu Karaağaç’ı yanından hiç ayırmaz, ona sağlam bir kişilik kazandırmak için varını yoğunu ortaya koyardı. Çocuk bir koşuda ekmek ve helva satılan sergiye vardı. Elinde kocaman bir somunla döndü. Avurtlarını şişire şişire yemeye başladı. —Anlat bakalım şu kuşun öyküsünü dede? dedi. —Bak oğul, kartal yüksekliğin ve ululuğun simgesidir. Eski Şaman inancımıza göre yerle göğün kapısını kartallar tutar. Kartal, halılarımıza, kilimlerimize hatta kılıç kabzalarımızda bile işlenmiştir. Dedelerimiz Selçukluların bayrağında çift başlı kartal vardır. Doğuya ve batıya uzanan güç ve egemenliği anlatır. Roma ve Bizanslıların da bayrağında kartal bulunur. Bizim Avşar boylarının da simgesi, “Tavşancıl” denilen çok hızlı ve çevik bir kartal türüdür. İşini, çabuk yapan anlamındadır. Avşar adı Alp-Şar’dan gelir. Çağlayan yiğit, bahadır demektir. —Dede, şu gördüğümüz kartalın öyküsüne gelelim, çok merak ettim. —Bağ oğul, söylenir ki Sultan Alparslan düşünde kocaman bir kuş görmüş. Anka kuşu gibi kanatları renk renk, kuyruğu uzun ve süslü, pençeleri bir hançer gibi keskin, gözleri bir sini gibi iri bir kuşmuş bu. Gagası bir mızrak gibi sivri ve uzunmuş. Kanatları kara çadır çulundan çok çok genişmiş. Kuşun tüyleri kilimlerimizin deseni gibi renk renkmiş. Bulutların da üstünde çok yücelerden uçuyormuş. Hiç yere konmazmış. Neyle beslenir, nereye yumurtlar, yuvası nerede bilinmezmiş. Sultan Alparslan düşünde kuşun heybetine dalmışken birden kuş alçalmış. Sultan’ı kaptığı gibi havalanmış. Sultan, göz açıp kapanıncaya kadar kendini göklerde buluvermiş. Aşağıda yollar bir ip gibi incecik kalmış. İnsanlar, hayvanlar bir karınca gibi küçülmüş. Ovalar, dağlar serili bir halı gibi altında uzanıp kalmış. Sultan, ‘Hançerimi çıkarıp kuşa saplasam, kuşla birlikte yere düşer, paramparça olurum.’ diye düşünmüş. Korkudan kuşun ayaklarına sımsıkı yapışmak zorunda kalmış. Kuş onu incitmeden götürü-yormuş. Neden sonra Sultan aklını başına alıp, yavaş yavaş, tırmana tırmana kuşun yumuşacık, geniş sırtına çıkıp oturmuş, kuşun boynuna sarılmış. Kuş yedi kat göklere yükselip, bulutları aşmış. Gök tanrıyı selamlar gibi kanat çırpıyormuş. Kuş sürekli güneşin battığı yöne doğru uçuyormuş. Böylece dağlar aşmışlar, ovalar, çöller geçmişler. Yüce dağları karla kaplı, ovaları ürün dolu, ırmakları şırıl şırıl, gölleri pırıl pırıl olan bir ülkeye varmışlar. Kuş yavaş yavaş alçalmış. Kanat çırparak düz bir ovaya inmiş. Sultan Alparslan hemen yere atlamış. Kuşla göz göze gelmişler. Kuş ‘Benim görevim bitti, bundan sonrasını sen bilirsin Sultanım!’ der gibi bakmış Sultan’a. Dev kuş onu dört yanı yüce dağlarla çevrili düz bir ovada bırakıp güneşin battığı yöne doğru havalanıp gözden kaybolmuş. Sultan Alparslan hangi yöne gideceğini bilememiş. Oradan oraya koşarken kan ter içinde düşünden uyanmış. Avşar Beyi gözleriyle pazar yerini taradı. Alnındaki teri yağlığıyla sildi. —Eeee, sonra ne olmuş Dede? —Sultan Alparslan düşün etkisinden günlerce kurtulamamış. Bir Horasan Eren’ine gidip düşünü anlatmış. Çok güngörmüş, çok okumuş eren kişi göbeğine kadar inen beyaz sakalını sıvazlamış. Epeyce düşündükten sonra: ‘Sultanım, düşünceme göre bu düş hayırlı bir düş. Kuş size zarar vermemiş, yol göstermiş. Bu kuş büyüklüğün ve gücün muştusu olsa gerek. Yönünüz hep güneşin battığı yöne doğru olsun. Oğuzları güzel yurtlar, topraklar bekler. Kılıcın keskin, adaletin ve devletin daim olsun Sultanım. Duam budur.’ demiş. —Neresiymiş o yurt dede? —Anadolu güzel torunum! Yeni yurdumuz, barınağımız. Sultan hep batıya akınlar yaparak güzel Anadolu’ya gelmiş. Önüne çıkan düşmanı düşünde gördüğü düz ovaya benzer bir yerde bozguna uğratmış. Böylelikle Oğuz boyları Anadolu’yu yurt edinmiş yavrum. — O ovayı bildim dede. Malazgirt Ovası’ndan söz ediyorsun. —Aferin, benim akıllı oğluma. —Dedeciğim, biraz önce gökyüzünü kaplayan koca kuş buna benzer bir şeyler mi demek istedi bize? —Bilinmez ki oğul. Hayra yoralım. Hayır olsun. *** Avşar Beyi küçük torununun başındaki börkü çıkardı. Onun kömür karası saçlarını okşadı. O sırada pazar yerinde insanlar uzaktan gelen nal seslerine kulak verdiler. Bir bölük atlı tozu dumana katarak yaklaştı. Atların koşumları pırıl pırıl, tüyleri parlak ve terden sırılsıklamdı. Ağızları köpük köpüktü. Binicileri burma bıyıklı, çelik bakışlı, tolgaları kurt postlu Selçuklu çerileriydi. Saçları rüzgârda savruluyor; ellerinde uzun mızrakları, bellerinde kılıçları parlıyordu. Sırtlarında yayları ve sadakları asılıydı. Pazarcılar, “Kara İbrahim Bey geliyor, yol verin!” diye bağrıştılar. Atlılar önlerinde Kara İbrahim olmak üzere Avşar Beyi’nin yanına gelip durdular. Kara İbrahim bir sıçrayışta atından indi. Diz çöküp Bey’i selamladı. Avşar Beyi torununu okşamayı bırakıp ayağa kalktı. Kara İbrahim’i alnından öptü. “Hoş gelmişsin oğul. Uzun yoldan geldiniz. Çerilerine söyleyin dinlensinler. Birer soğuk ayran içsinler!” dedi. Çevresindekilere, “Atları gezdirin, terleri soğusun!” diye emirler verdi. Atlılar atlarından indiler, çeriler her bir atı pazardaki çayırlıkta dolaştırmaya başladılar. Bey, Kara İbrahim’i yanına alıp otağına girdi. —Anlatın bakalım oğul. Sultanımız nasıldır? Anadolu’da durum nedir? Kara İbrahim: —Sultan Mesut iyidir, sağlığı yerindedir beyim. Lâkin biz Türklerin parça parça devletler olması onu çok üzmektedir. ‘Anadolu birliğini sağlamadan ölürsem gözüm açık gider’ demektedir. Danişmentliler Bizans’la işbirliği ederler, birbirleriyle de taht kavgaları bitmezmiş. Sultan bu bölünmüşlüğün Bizans’a yaradığını söyler. Sultan’ın egemenliği Sivas’tan Ceyhan’a, Sakarya’dan Toroslar’a kadar uzanmıştır. Bizim Danişmentlilerle uğraşımızdan faydalanan Bizans saldırısını Konya’da püskürtmüştür. Size de bir betik (mektup) yazmıştır. Kara İbrahim ibrişim iple sarılı ceylan derisine yazılmış Sultan betiğini koynundan çıkarıp Bey’e uzattı. Bey betiği alnına götürüp öptü. Dudakları dua eder gibi kımıldadı ve özenle betiği açtı. Okumaya başladı.
“Yiğitler yiğidi, Oğuz ulusu Avşar Beyi, Evvela selam eder yüce Allah’tan sağlık ve esenlik içinde olmanı dilerim. Kara İbrahim komutasında gönderdiğin çerilerini gördüm. Bilekleri güçlü, yürekleri pek, attığını vuran, önlerine çıkanı deviren usta savaşçılar olduklarını giriştiğimiz her cenkte hayranlıkla izledim. Böyle yiğitler yetiştirdiğiniz için tüm Karaağaç (Acıpayam) Türkmenlerini, Avşar ve Oğuz boylarını canı yürekten kutlarım. Anadolu’da birliği sağlamak, bize başkaldıranları ezmek için Bizans İmparatoru Manuel’le barış yaptım. Ancak onların kaypaklığına karşı her an uyanık olmak zorundayız. Urfa’nın tekrar Müslümanların eline geçmesinden dolayı Avrupa fokur fokur kaymaktaymış. Yeni bir Haçlı seferi için papazların köy köy, kent kent, köşe bucak dolaştığını öğrendim. Kontların, düklerin, kralların zenginlik ve şöhret için bu kışkırtamaya fazla dayanacağını sanmıyorum. Su uyur, düşman uyumaz deyip gözümüzü dört açma zamanıdır. Oğuz boyları için, Türkmenler için ülkümüz tüm Anadolu’yu Türk yurdu yapmaktır. Bu nedenle Türkmenleri hep batıya, batıya doğru yöneltmeliyiz. Bu uğurda vereceğiniz her uğraşta, her gazada kılıçlarınız keskin, yolunuz açık olsun. Selamlarımla, Sultan Mesut” Avşar Beyi mektubu okudukça durgunlaştı. Okuma bitince özenle mektubu dürdü. Önemli eşyalarını koyduğu sandığına yerleştirdi. Onun durgunluğu anlayan Kara İbrahim: —Bey babam, Sultan betiğini okuyunca durgunlaştınız. Bir hatamız mı olmuştur Sultanımıza karşı? diye sordu. —Yok, oğlum, Sultan sizin bahadırlığınızdan son derece mutlu olmuştur. Sizlere övgüler yazmıştır betikte. Yalnız... — Kötü bir durum mu var bey babacığım? —Sultanım yeni bir Haçlı saldırısından kuşkulanmaktadır. Anlaşılır ki bizleri zor günler beklemektedir. Kara İbrahim: —Demek bunun için tüm Türk Sultanlarına, İslam memleketlerine elçiler göndermiştir. Bunun için geçitleri, kaleleri sağlamlaştırmaktadır. Haçlıların geçişini zorlaştırmak için Bizans İmparatoru’yla barış yapmasının nedeni buymuş demek ki. —Doğru söylersin oğul. —Ben izninizi istesem babacığım. Bir emriniz var mıdır? —Ömrün uzun olsun oğlum. Alnınızın akıyla döndünüz. Sizlerle gurur duydum. Şimdi obana gidip gez, sevdiklerinle görüşün. Çerilerin de hasretlik gidersinler. Kara İbrahim Hatun Ana’nın da elini öpüp, öbek öbek bekleşen çerilerinin yanına vardı. Onlara bir şeyler söyleyip Kefe Yaylası’nın yolunu tuttu. Yayıkla ayran döven Avşar kızları ışıl ışıl yanan gözleriyle Kara İbrahim’in arkasından bakıyorlardı. Kızlar arasında alımlı güzelliğiyle göze çarpan Avşar Beyi’nin kızı Beyce Sultan da vardı. Kırmızı eteği, mor bir cepkeni, meneviş mavisi şalvarı ve kadife fesi ile doğanın tüm renklerini kucaklamış bir çiçek gibiydi. Elma yanaklı, ahu bakışlı bir Türkmen güzeli olan Beyce Sultan İbrahim’in arkasından bir bakraç su döküp, “Su gibi çabuk git, çabuk gel obamıza yiğit İbrahim!” diye sessizce dua etti… *** Kara İbrahim kömür karası gözleri çakmak çakmak yanan, yağız tenli bir Türkmen savaşçısıydı. Geniş omuzlu, orta boyluydu. Bileğinin gücü, keskin zekâsı ile Avşar Beyi’nin gözdesi olmuştu. Karaağaç (Acıpayam) ovasında Avşarlar, Türkmenler arasında namını duymayan kalmamış ve Sultan Mesut’un ordusunda görev almıştı. Kısa sürede ordu içinde yiğitliğine destanlar yazılmıştı. Kefe Yaylası’nda bir Türkmen çadırında doğmuştu. Çocukluğu keçi ve koyun sürülerini gütmekle geçmişti. Küçük yaşta ok atmayı, kılıç kullanmayı öğrenmişti. Akranlarıyla güreşir, ata binerdi. Gün geçtikçe serpiliyor, büyüyordu. Bir gece Bizanslı haydutlar Kefe Yayla’sını bastı. Uykuda yakalanan oba bu baskınla sarsıldı. Birçok yiğit can verdi. Haydutlar, yaşlı genç, kadın erkek tüm obayı koyun doğrar gibi kılıçtan geçirdiler. Birçok kızı ve gelini, çocuğu atlarının terkilerine atarak Honaz Dağı’ndan öteye kaçırdılar. Koyun ve keçi sürülerini sürüp götürdüler. Obadan canlarını kurtaranlar kan revan içinde Karaağaç (Acıpayam) ovasına doğru kaçıp Avşar Beyi’nin çadırına sığındılar. Ağlaşa sızlaşa başlarına gelen felaketi anlattılar. Kaçırılanlar içinde Kara İbrahim de vardı. Avşar Beyi hemen bir akıncı bölüğü hazırlayıp yola çıktı. Kefe Yaylası’nı aştı. Kocabaş düzlüğüne, oradan Ladik’e (Laodikya) vardı. Her yeri köşe bucak taradı. Karşılaştığı birçok Bizans çapulcusunun kellesini uçurdu. Köylüleri, değirmencileri, çobanları, kervanları sorguya çekti. Çökelez eteklerinden, Babadağ’a kadar uzandı. Karcı Dağı’nı aşıp Tavas Ovası’nı yokladı. Sarıova düzlüğünü geçip Kazıkbeli’nde pusuya yattı. Aylarca o dağ benim, bu ova senin dolaştı. Kaçırılanların bazılarını bulup kurtardı. Ancak İbrahim’den hiçbir iz yoktu. Neden sonra yorgun argın ve umutsuzca Karaağaç ovasına döndü. *** Aradan tam beş yıl geçti. Bir gün İbrahim boylu poslu bir delikanlı olarak obasına döndü. Birçok kişi onun kaçırılan İbrahim olduğuna inanamadı. Haber kısa sürede tüm Karaağaç ova-sına, yaylalarına yayıldı. İbrahim’in döndüğünü duyan Avşar Beyi onu obasında ağırladı. Yedirdi, içirdi. Sonra baş başa kalınca: —Anlat bakalım oğul, kaçırıldığında küçücük bir çocuktun. Haberi duyunca öfkeden deliye döndük. Aylarca her yerde didik didik seni aradık. Ama bulamadık. Nasıl oldu bu iş yavrum? dedi. İbrahim: —Beni o gece kaçıranlar, başıma topuzla vurmuşlar. Bayılmışım. Uyandığımda elim kolum bağlıydı. Gözlerimi bir çaputla kapatmışlardı. Başımdan boynuma doğru kanlar akıyordu. Nereye götürdüklerini bilmiyordum. Günlerce at sırtında gittiğimizi biliyorum. Sonra bir ka-leye girdik. Beni bir Tekfur’a sattılar. Çapulcular epey para almış olmalılar ki kese kese altınları şıngırdata şıngırdata gittiler. —Çok acılar çekmişsin yiğidim. Eee sonra? —O kaleden çıkmam mümkün değildi. Başımdaki yara iyileşince kaçış yolları düşündüm ama hepsi boşa çıktı. Çünkü önüme çıkan engelleri aşamıyordum. O zaman kendi kendime ‘Bekleyin bakalım, gün ola harman ola. Bir gün elbet büyüyeceğim,’ dedim. Kaderime razı olmuş gibi davrandım. Ne iş verdilerse yaptım. Aç kaldım, susuz kaldım ama dişimi sıktım. Bir iki yıl sonra beni vaftiz ettiler. ‘Bu çocuk çok güçlü, çok akıllı bir çocuk. İyi bir şövalye olur.’ dediklerini duyuyordum. Sonra başıma bir papaz verdiler. Yanında iki adam azmanı nöbetçi dikiliyordu. Papaz beni okuma yazma ve Rumca öğretti. Onların yaşamına alışmış gibi yapıyor, kilisede ibadet ediyor, gelenek ve göreneklerine uyuyordum. Bir şövalye de bana kılıç kullanmayı, ata binmeyi öğretmeye başlamıştı. Neden sonra bana güvenmeye başladılar. Papaz yalnız gelmeye başladı derslere. Ben de saygıda kusur emiyor, her dediğini en koyu Hıristiyan gibi yapıyordum. Arada sırada papazın Tekfur’a, ‘Artık kaçar diye endişe etmeyin. Beş yıl oldu geleli. Çocuktur bu, unutmuştur artık her şeyi,’ dediğini duyuyordum. ‘İşte o gün geldi.’ diye geçirdim içimden. Bir gün papaz bana ders vermek için geldi. İstavroz çıkarıp dua etti. Yanıma oturur oturmaz gırtlağına sarıldım. Bir iki debelendi, sonra boş bir çuval gibi yere yığıldı. Onun elbiselerini çıkarıp giydim. Yüzümü iyice saklayıp dersin bittiği saatti bekledim. Nöbetçilere papaz gibi istavroz çıkara çıkara selâmlayıp kaleden çıktım. Çayırda bulduğum bir yılkı ata atladım ve doludizgin gün doğusuna sürdüm atı. Epeyce gittikten sonra attan inip kulağımı yere dayadım. Duyduğum nal seslerinden peşime atlı şövalyeler takıldığı anladım. Atım çok zayıftı ve kısa sürede bana yetişeceklerdi. Orada atı bıraktım ve sağrısına bir şaplak atıp ters yöne kovaladım. Sazlıklar arasında sürüne sürüne ilerledim. Bir ırmak gördüm. Suları köpüre köpüre akan deli bir ırmak. Hemen bir kamış kestim. Suya daldım. Kamışı ağzıma aldım. Ne kadar suda kaldım bilmiyorum. Başımı sudan doğrulttuğumda gece olmuş, yıldızlar parlıyordu. Irmağı yüze yüze bin bir güçlükle karşıya geçtim. Yorgunluktan ve açlıktan bitkin düşüp yere uzanıp kalmışım… Bey, Kara İbrahim’in yanaklarını okşadı. Bir bebek gibi bağrına yasladı. İbrahim Bey’in şefkat dolu gözlerine bakarak başından geçenleri anlatmayı sürdürdü. —Gözümü açtığımda başucumda gözleri çimen yeşili, saçları altın sarısı bir kız ve saçı sakalı una belenmiş yaşlı bir adam merakla bana bakıyorlardı. Sıcak bir yataktaydım ve kız elinde buğusu tüten bir çorba tası tutuyordu. Hiçbir şey demeden çorbayı kaşıkladım. Biraz aklım başıma gelmişti. —Ben neredeyim? Burası neresi? diye sordum. Yaşlı Değirmenci: —Burası Menderes kıyısıdır evlât. Burası bizim değirmenimiz, dedi. Irmağı yüzerek geçmişsin ama yorgunluktan bitkin düşmüşsün. Seni değirmene yakın bir yerde bulduk. Dün bu-raya şövalyeler geldi. Her yeri didik didik aradılar. Siyah saçlı, papaz kılığında genç birini gördünüz mü diye sordular. Biz görmedik deyince bizi de tartaklayıp dövdüler. ‘Gece yarısı nehirden geçse izi olurdu. Ya boğuldu. Ya da geri kaçtı,’ deyip döndüler. Yeşil gözlü, altın sarısı saçlı değirmenci kızı: —Bir papaz efendiye yardımımız olsun diye değirmene taşıdık seni. Kimsin sen gerçekten? dedi. Ben de: —Honaz keşişinin oğluyum, deyince bakışları daha çok canlandı. Üç gün üç gece gözleri çimen yeşili, saçları altın sarısı kızın yemeklerini yedim. İyice kendimi toplayınca onlardan izin istedim. Ben değirmenden ayrılırken altın saçlı kız inci gibi dökülen gözyaşlarını benden saklamaya çalışıyordu. Değirmenden çıkınca karşımda Honaz Dağı’nı gördüm. Kuş olup obamıza geldim. Beni gören oba halkı gözlerine inanamadı… Avşar Beyi Kara İbrahim’in geniş omuzlarını okşadı. —Oğul bu küçük yaşta başına olmadık işler gelmiş. Çok şükür kurtuldun. Çok geçmiş ol-sun. Artık bundan sonra obamda konuğumsun. O baskında şehit olan ananın, babanın ve tüm obanın öcünü elbet bir gün alacağız. Ancak sabırla o günü bekleyeceğiz. Bilirsin sabırla koruk helva olur der atalarımız. Sabır, sabır oğul… *** Kara İbrahim o günden sonra Avşar Beyi’nin obasına yerleşti. Avşar beyi onu kendi oğlu gibi sevdi. İbrahim de zamanla kendini Avşar Beyi’nin oğlu gibi hissetti. Günler geçtikçe sırtı yere gelmez bir güreşçi; deveyi dizinden, uçan kuşu gözünden vuran bir okçu oldu. At sırtında rüzgârlarla yarıştı. Kılıcıyla karşılaşanın feleği şaştı. Önünde durulmaz bir çeri, savaşçı olarak yetişti. Sultan Mesut’un ordusunda görev aldı. Sefer dönüşü Kefe Yayla’sının yolunu tutarken bir zamanlar değirmende sıcacık çorbasını içtiği, çayır yeşili gözlü, altın saçlı kızı bir daha görmenin arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Yıllardır o kızın ay gibi parlayan yüzünü unutamamış; düşleri o kızla renklenmişti. Kaç kez unutmaya çalışmıştı ama nereye gitse, ne iş tutsa altın saçlı değirmenci kızı gözünün önünden gitmiyordu. Elinde buğusu tüten bir çorba tası tutuyor ve “Yiğidim, içtiğin sıcacık çorbaların, yaralarına sürdüğüm merhemlerin hiç mi hatırı yoktu? Ne arayıp ne sordun!” diyordu. Avşarlar, Türkmenler arasında, cenk için gittiği Toros Dağlarında, Konya düzlüğünde, Kı-zılırmak ve Fırat boylarında, Ermeniler ve Rumlar arasında nice güzeller görmüştü ama De-ğirmenci kızı kadar sıcacık bakışlı olanını görmemişti. “Demek ki güneş bakışlı kızı, değirmenci güzelini unutamayacağım. Dedem Korkut’un dediği gibi Çöpçatan böyle yazmış. Geliyorum değirmenci güzeli. Bana yaptığını iyilikler için minnet duygularımı anlatacağım sana. İstersen atımın terkisine atıp obamıza gelin getireceğim seni.” diye mırıldandı… İbrahim tozu dumana katarak Pazarhan’dan (Karahöyük’ten) ayrılırken üç kişi bir köşede fısıltıyla konuşuyorlar ve arada sırada ters ters İbrahim’in gittiği yola bakıyorlardı. —Bey, Kara İbrahim’i iyice şişirdi! Sanki koca Oğuzlar, Avşarlar, Türkmenler arasında başka yiğit yok gibi, varsa yoksa Kara İbrahim. Karaağaç’ın beyi de paşası da Kara İbrahim oldu. —Beyin bir ayağı çukurda, bu gidişle Karaağaç ovasına Kara İbrahim bey olacak gibi. —O Beyin gerçek oğlu değil ki! —Beyin oğlu genç yaşta uçmağa vardı. Torunu da çok küçük. —Beyin bir kızı ve gelini kaldı hayatta. Bir de Bey Ana. —İbrahim Hıristiyan olmuş diyenler var. —Onun kaçırılan İbrahim olduğu bile şüpheli. —Bir Bizans casusu mu demek istiyorsun? —Bizim aramıza sokulmuş bir Bizanslı olmadığı ne malum? —Olabilir, onun her adımını iyi izleyelim. Obamıza böyle soyu sopu belirsiz birinin Bey olması töremize aykırıdır. —Beyi uyaralım mı? Bey Ana’yı uyaralım mı? —Şimdi sırası değil, elbet bir fırsat çıkar. —Bu kuşkuları obamıza, Türkmenlere yayalım. Kulaklarına kar suyu dökelim. Kara İbrahim Kefe Yaylası’nı aştığında bu dedikodular günden güne kulaktan kulağa tüm Karaağaç Ovası’na, yaylalara yayılmaya başladı...
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.