II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
Bilenmiş kılıçlarımız, gerilmiş yaylarımız, Hedefini şaşırmaz oklarımız, mızraklarımız. Bir avuç serdengeçti dağları sardık, Yüz binlere Haçlı’yı gözümüzde hiç saydık. * Kartallar, kurtlar tanıktır zaferimize, Nice krallar, dükler, kontlar geldi dize. * Kır atlarımız kişnedi, dağlar bizi dinledi, Vadiler, sırtlar naralarımızla inledi. Karşımızda darmaduman mağrur Alman, Frenk gülleri soldu gitti, Şam’a varmadan. * Kazıkbeli, Kazıkbeli senin dilin var mı? Kan rengi açan çiçeğin, gülün var mı? *** Kara İbrahim Kazıkbeli'nde mağrur Almanları darmaduman ettikten sonra ordusunu topladı. Elde edilen ganimetleri ve yaralı Türkmenleri geriye gönderdi. Şehitler için toplu cenaze namazları kıldılar. Hepsini gözyaşları içinde Kazıkbeli’nin taşlı çakıllı toprağına verdiler. “Şehitlerimizin kanıyla sulanan bu topraklar öz vatanımız olmuştur. Burada kökleşip, boy boylayacağız, soy soylayacağız. Hiçbir güç bizi bu güzel yurttan söküp atamaz!” dediler. Mezarların çevresi taşlarla ördüler. İbrahim koyduğu her taşı, avuçladığı her toprağı doyasıya öptü, kokladı. Mezarların başlarına birer karaçam fidanı diktirdi. Gelen kervanlardan, apar topar göçenlerden Frenklerin Menderes kıyısına dayandıklarını öğrendiler. Yetişemezse Frenkler ırmağı geçebilirlerdi. İvedilikle ordusunu düzgün bir yürüyüş düzenine sokarak Kazıkbeli’nden inerek Ladik’e (laodikya’ya) geldiler. Ladik kenti kumlu tepelerin üzerinde güneyi Menderes ovasına bakan bir yerde kurulmuştu. İki yanında iki dere çağıldıyordu. Derelerin indiği Çürüksu Ovası o kadar sazlık, ağaçlık ve büklüktü ki içine bir giren bir daha çıkamaz, yolunu şaşırırdı. Bu sazlıklarda leylekler, karatavuklar, çulluklar yuva yapardı. Binlerce kuş sabahtan akşama kadar cıvıldaşırdı. Kurtların, çakalların ulumaları, domuzların homurtusu gece boyunca dinmezdi. Gün ışıyınca binlerce böcek, arı yağmur gibi savrulurdu. Yazın yılandan, akrepten, kertenkeleden geçilmezdi bu büklükler. Kış yağmurlarıyla taşan derelerle kabaran Çürüksu göz alabildiğince uzanan tarlaları boz bulanık bir sel altında bırakırdı. Yaz gelip sular çekilince ırmakla taşınan verimli toprak tarları beslerdi. Artık ne diksen, ne eksen biterdi; çarçabuk büyürdü. Bu biteklik ve verimlilikten dolayı bu ova bin yıllardır birçok uygarlığı barındırmıştı. Nereyi eşelesen bir başka uygarlığın kalıntılara çıkardı. Pamuğun beyaz altın olduğu bu toprakların altından ve üstünden bereket fışkırırdı. Kara İbrahim yüzyıllardır yörenin en büyük ticaret, dokuma ve kutsal kenti Laodikya’yı ıpıssız buldu. Kentin valisi ve tüm halkı yukarıda Karcı Dağı’nın derinliklerine sığınmıştı. Evler Almanlar tarafından talan edilmiş, yakılmış, yıkılmıştı. Yer yer kan izleri; insan ve hayvan ölüleri sokaklarda öylece bırakılmıştı. Çevreye pis bir koku yayılmıştı. Tarihi yapılar, çeşmeler, saraylar, taş döşeli yollar insana ürperti veren derin bir sessizlik içinde yatıyordu. Kutsal bir yolculuğa çıkan insanların bunca canavarlaşmasına bir anlam verememişlerdi. Yalnızca hac için gelmiş olsalardı bu kadar iğrençliği nasıl yapabilirlerdi? Karınları deşilen kadınların, şişe geçirilen çocukların içinde Bizanslı olanlar da vardı. Sokaklarda insan ölülerinden başka bağlar bahçeler içinde sağ kalabilen, kimisi yaralı, topal, acı ile kıvranan aç köpekler, kediler, atlar, eşekler acı acı bağrışıyorlardı. Demek ki bunların amaçları soyup soğana çevirmek ve bu topraklarda yaşayan tüm canlıları yok etmekti. İbrahim ve çerileri gördükleri canavarlık karşısında öfke ve kinle diş bileyerek kentten ayrıldılar. Kara İbrahim ve ordusu hiçbir şey konuşmadan, yalnızca atların nal seslerini dinleyerek Kumkısık üzerinden Sarayköy Ovası’na indiler. Burada Çökelez, Karcı Dağı, Hanabat, Baklan Ovası Türkmenlerinin Menderes kıyısında Frenklerle savaşa tutuştuklarını öğrendiler. İbrahim, “Eyvah! Çarpışmak için yanlış bir yer seçmişler. Bu düz alanda Frenkler Türkmenlerin ne kadar az olduğunu görür, cesaretlenir ve azgınlaşırlar. Onları durdurmak mümkün olmaz,” diye düşündü. Duacılı’da bir tepe üstüne çıkıp Sarayköy ovasına baktı. Menderes’in her iki yakasına yüz binlerce Frenk yığılmıştı. Irmağa dubalar konuluyor, köprüler kuruluyor, sallar indiriliyordu. İbrahim, “Bunlar Kazıkbeli’nde yendiğimiz Almanlardan kat kat fazla.” diye mırıldandı. Bir avuç Türkmen onlara ok atışlarıyla durdurmaya çalışıyor ama başarılı olamıyorlardı. Şövalyeleri sırtlarındaki zırhlar ok atışından koruyordu. Haçlıların mancınıklarla attıkları ateş ve dev taşlar Türkmenler üstüne düştükçe feryatlar artıyordu. Birbirini zincirlerle bağlamış binlerce şövalye ırmağı geçiyordu. Türkmen ordusu bu akını durduramıyor, git gide eriyordu. Onların eridiğini gören şövalyeler naralar atarak atağa kalkıyor, Türkmen ordusunu püskürtüyorlardı. Bire yirmi, bire otuz bir çarpışma sürmekteydi. Kara İbrahim yanında olup biteni gören Avşar Beyi’ne: —Beyim, durumun vahametini görüyoruz. Ne yapalım dersiniz? Bey sakallarını avuçladı. Yüzünde derin bir kaygının izleri okunuyordu. —Komutan sensin oğul. Sen ne emredersen onu yapalım derim. Ancak bu yüz binlerce kalabalığı, on binlerce şövalyeyi burada tepelemek olası değil gibi geliyor bana. Ordumuzu yıpratmamaya çalışalım diye düşünmekteyim. —Türkmen kardeşlerimizi yalnız mı bırakalım Beyim? —Demem odur ki onların geri çekilmelerine yardım edelim ama bu azgın sürüyle boğaz boğaza bir çarpışma bize yarar sağlamaz oğul. Çünkü bunlar bitecek tükenecek cinsten değil. Mancınıkları, zırhları, mızrakları ile tepeden tırnağa silahlanmışlar. Dikkatli olalım! —Öyleyse biz de saldıralım ama göğüs göğüse çarpışmadan kaçınalım. Ortalarında kalmadan yıpratmaya çalışalım onları. Böylelikle Türkmen kardeşlerimize yardım edelim. —Doğru olan budur oğlum. Allah milletimizi korusun, kılıçlarımızı keskin etsin! Oklarımız hedefini bulsun! Hemen ordusunu savaş düzenine soktu. “Göğüs göğse çarpışmaya girilmeyecek, karşıdan ok atışlarıyla şövalyeler atsız bırakılacak. Vur-kaç şeklinde savaşacağız. Türkmenlerin geri çekilişi için zaman kazanmaya çalışacağız. Haçlıları yıpratmaya çalışacağız. Durum kötüye giderse bozulmadan geri çekileceğiz. Geri çekiliş yeri Kazıkbeli olacaktır!” diye emirlerini duyurdu. Hızla Menderes kıyısına indiler ve kıyıya çıkmaya çalışan şövalyelere saldırdılar. Ama ardı arkası kesilmeyen şövalyeleri durdurmak mümkün olmuyordu. Menderes kıyısı sabahın serinliğinde at kişnemeleri, “Hurra! Hurra!” naraları ve “Allah! Allah!” sesleriyle yankılanıyordu. Bir yerden durdukları Haçlılar başka bir yerden ırmağı geçiyorlardı. Bu arada yok olmaktan kurtulan bir avuç Türkmen Attuda kalesine (Hisarköy) doğru dağınık bir şekilde geri çekilmeye başlamıştı. Kara İbrahim bir ara hırsını alamayıp kıyıya kadar ilerledi. Önüne geleni ekin biçer gibi yere sere sere savaşıyordu. Kılıcında kıvılcımlar çakıyor, vurduğu şövalyelerden derin bir “Aaah!” sesi yükseliyordu. At arabaların, yayaların olduğu yere oldukça yaklaşmıştı ki birden gözlerine inanamadı. Aman Allah’ım! Karşıdaki at arabalarının birinin penceresinde gördüğü bir baş ona bakıyordu. Bu altın saçlı bir kızın başıydı. Bakışları endişeli ve korku doluydu. Zaman zaman başını küçük pencereden içeri sokuyor, sonra tekrar görünüyordu. Çarpışmanın dehşetinden korkmuş, benzi kül gibi solmuştu. Çanak gibi açılmış gözleri ile Kara İbrahim’in ırmak kıyısındaki kıyasıya süren savaşını kaygı ile izliyordu. İbrahim, kılıcını savura savura önündeki şövalyeleri yara yara arabaya daha çok yaklaşmaya çalıştı. Arabadan bir görünüp bir kaybolan bu altın saçlı baş yıllardır aradığı, sevdiği değirmenci güzeli değil miydi? Acaba rüya mı görüyordu? Bu arada Avşar Beyi’nin gür sesiyle kendine geldi. —İbrahim! Kara İbrahim! Delilik etme oğul! Geri çekil! Etrafın gittikçe sarılıyor! İbrahim atının üstünde dört dönüyor, önüne geleni biçmeye devam ediyordu. Yardımına gelen üç beş Türkmen savaşçısının yardımıyla güçlükle çemberi yardı. Avşar Beyi büyük bir öfke ile çıkıştı: —Oğul sen delirdin mi? Hani düşmana yaklaşmayacaktık! Onların ne kadar kalabalık olduğunu görmedin mi? —Mucize bu babacığım! Mucize! —Mucize dediğin nedir oğlum! Bak düşmanla baş edemiyoruz! Mucize olan ne ki? —Yıllardır aradığım değirmenci kızı Akasya’yı buldum. —Nerede oğlum? —Irmağın kıyısındaki Haçlı arabalarının içinde. Kocaman gözlerini açmış bana bakıyordu. —Oğlum, sevda yüreğe oturunca akıl gezmeye çıkarmış. Değirmenci kızının o arabaların içinde işi ne? —Gözlerimle gördüm bey babam! —Bırak hayal görmeyi de ordumuz kırılmadan geri çekilelim. Kara İbrahim bir işaretle ordusunu geri çekmeye başladı. Son hızla Kazıkbeli’ne varmalıydılar. Yolda hep değirmenci kızını düşündü. Bu kızın orada, Haçlılar içinde olması mümkün müydü? Acaba onu bir yerde bulmuşlar da esir mi almışlardı? Acaba Hıristiyan olduğu için onlara mı katılmıştı? Yoksa Bey’in dediği gibi bir hayal mi görmüştü? Menderes’in azgın suları onu alıp götürmemiş miydi? Irmağın sularını görünce gözüne kızın hayali mi çalınmıştı acaba? Ama düşünüp taşınınca can pazarı yaşadığı anda Değirmenci kızını nasıl hayal edebilirdi ki? Bu mümkün olamazdı. Kafası karmakarışık olmuş, yüreğinde yanan aşk ateşi yeniden alevlenmişti. Haçlılar’ın Sarayköy ve çevresinde yaptıkları canavarlıkları duydukça yüreği burkuldu. Öfkesinden deliye döndü. Kurtulabilen Türkmenler, Bizanslılar Babadağ ve Karcı Dağı’nın gür ormanları, derin vadilerine akın akın kaçmaktaydılar. Attuda tekfuru kapılarını Türkmenlere açmıştı. Türkmenler girdikten sonra Haçlı yağmasından korkup kapıları kapatmıştı. Haçlılar kaleyi kuşattılar ama kaleye girememişlerdi. Oyalanmamak için çekilip gitmişlerdi. Tonguzlu’da durum Ladik’te gördüklerinden farksızdı. Kentten yer yer dumanlar çıkıyor, feryatlar yükseliyordu. Uzun uzun öten horozların sesi bile duyulmuyordu. Kentin üstüne koyu bir sisle birlikte bir yas çökmüştü. İbrahim ve çerilerinin ağızlarını bıçak açmıyordu. Gördükleri karşısında dehşete düşmüşler, bu vahşeti yapanlara beddua diyorlardı. Tonguzlu (Denizli) çanak gibi bir ovadaydı. Azıcık eşelesen her yerinden su fışkıran bir toprağı vardı. Et gibi yumuşacık, milli bir topraktı bu. Kışın çıplak kalmış kavaklar, çınarlar, dutlar, söğütler, narların dalları Allah’a yalvarır gibi gökyüzüne uzanmıştı. Ağaçların yanındaki derecikler ve çeşmeler ağlar gibi şırıldıyordu. Bu çeşmelerden birleşen sularla dönen değirmenlerden ses kesilmişti. Ispanak, lahana, pırasa tarlaları çiğnenmiş, yolunmuş, tarumar olmuş, yağmalanmıştı. Tonguzlu'dan güneye bakınca etekleri koyu yeşil ormanlarla sıvalı sıradağlar uzanırdı. Bu dağlar birden dimdik yükselir, birçok yerde geçit vermezdi. Bu dağların en yücesi olan Honaz Dağı’nın başı kışın bulutlardan, kardan, borandan eksik olmazdı. Bu dağ ile Karcı Dağı’nın uzantısı ile Bağbaşı Yaylası arasında bir vadi uzanırdı. Burası Çukur Köy (Cankurtaran) vadisiydi. Güneye giden Acıpayam (Karaağaç)- Antalya yolu buradan geçerdi. Başkaca geçit ve vadi yoktu. Çukurköy’e doğru Tonguzlu’dan çıkınca yol birden kıvrıla kıvrıla yükselirdi. Kırmızı topraklı Tekke Köy yokuşu kervanların, at arabalarının, kağnıların başının belâsıydı. Yağışlı, karlı günlerde birçok kervan yolda kalır, arabaların tekerlekleri çamurdan dönmez olurdu. Güçlerinin sonuna gelen atlar kamçıyı yedikçe huysuzlaşır, bazı anlar arabalar yamaçtan paldır küldür aşağıya Gökpınar Çayı’na kadar yuvarlanırdı. Tekkeköy yokuşu bitince küçük bir düzlüğe varılırdı. Burada gömgök bir su yerin derinliklerinden kaynar Tonguzlu’ya doğru harlayıp gürleyerek akardı. Gökpınar denilen bu su değirmenleri döndürür, tarlaları sular, sonra derin bir vadiden kurtularak aşağıda Çürüksu’ya kavuşurdu. Oradan Menderes’e akardı. Gökpınar düzlüğünde dinlenen kervanlar, yolcular Çukurköy’e kadar pek zorlanmazlardı. Çukurköy dört yanı dağlar ve sırtlarla çevrili küçük bir düzlüktü. Bu düzlüğe bir Türkmen obası yerleşmişti. Yaz günü bile püfür püfür esen poyrazla serserin olurdu bu düzlük. Kışın yağmur, kar, tipi ve fırtınadan göz gözü görmezdi. İçi dışı meyve ağaçlarıyla kaplanmış bu düzlüğün çevresi Honaz Dağı’nın doruğuna kadar gür ormanlarla örtülüydü. Çukurköy’den sonra yol yine yılan gibi kıvrılarak, dikleşerek sürerdi. İşte Kazıkbeli Geçit’i buradan başlardı. Yol bir yayanın dizlerini tuta tuta çıkabileceği kadar dimdik ve dar, çam ormanları içinde dönemeçler yapa yapa yükselirdi. Kazık Beli’nin tam “belbaşı” denen doruğuna varınca tüm çevre ayaklar altına serilmiş gibi görünürdü. Güneyde Karaağaç (Acıpayam) ovası, ufukların derinliğine kadar uzar, Bozdağ Eşeler Dağı karşıda yükselirdi. Tepsilli Dağı, Akdağlar ve Batı Toroslar zar zor görürdü ufukta. Batıda Yören (Kızılhisar) Dağları’yla sarılmış kahverengi topraklı Sarıova düzlüğü yatardı. Geriye, kuzeye bakınca Laodikya’dan Pamukkale'ye kadar tüm Çürüksü ovası yeşil bir halı gibi uzanırdı. Belin doğusunda Honaz Dağı bütün ihtişamıyla yükselir, bakana korku ve ürperti verirdi. Buradan ta Antalya'ya kadar uzanan taş döşeli “Uluyol” yüzyıllardır nice kervanlara, yolculara, kavimlere tanıklık etmiş, nice yolcuya mezar olmuştu. Soğuktan donup buyanların, aç kurtlara yem olanların, eşkıya baskınında can verenlerin acıklı öyküleri dillerden düşmezdi. Belin Karaağaç ovasına doğru alçalmaya başladığı yer, iki yanı korkunç uçurumlar olan bir derin bir vadiydi. Vadinin derinliklerinde bir dere köpük köpük çağlayanlar yaparak Kızılçukur’a inerdi. Burada bir taş yerinden oynasa büyük bir gürültüyle uçurumlardan yankılanarak çaya düşerdi. Bu vadiyi kıvırla kıvrıla inip Kızılçukur düzlüğüne ulaşınca Karaağaç Ovası başladı demekti. Kazıkbeli yokuşu, kış mevsiminde göz gözü görmez sisiyle ünlüydü. Zemheri aylarında savrulan kar bir gecede yolu kapatır, günlerce geçit vermezdi. Bu durum yolcular için bir felâketti. Aç kurtların ulumaları dağlarda yankılanır; insanlar soğuktan donmamak ve kurtlara yem olmamak için ne olursa olsun beli bir an önce aşmanın çaresine bakarlardı. Beli aşıp Kızılçukur’a ayak basınca derin bir nefes alırlar, kazasız belâsız beli aştıklarına şükrederlerdi. Kara İbrahim ve ordusu ile Kazıkbeli’ne varınca soluklandı. Ayaz Tepesi’nden getirilen yiyeceklerle, çeriler karınlarını doyurdu, atlar yemlendi. Kazıkbeli’nin bu dar vadisinde orman içinde pusuya yatmak en doğru işti. Çünkü yüz binleri bulan Haçlıların bu beli toplu olarak aşmaları mümkün değildi. Mutlaka ip gibi sıralanacaklar, uzun bir sıra halinde geçmeye çalışacaklardı. Bu çetin ve zorlu yokuşta yorgun ve bitkin düşeceklerdi. On gün önce kibirli Almanları burada çökermişlerdi. Kısa sürede hazırlıklarını yaptılar. Bu derin vadinin yamacında pusuya yattılar. Vadinin her iki yamacına büyük kaya parçalarını sıralamışlar, kendileri de bu kayaların ve ormanın içinde saklanmışlardı. İbrahim baskın planını en ince ayrıntısına kadar kumandanlarına açıklamış; çerilerini bilgilendirmişti. Gürültü etmek, konuşmak, öksürmek bile yasaklanmıştı. Yaylara oklar yerleştirilmiş bekliyorlardı. Savaşa alışmış atlar, binicilerinin ne yapmak istediğini anlar gibi susmuştu. Kulaklarını vadiye dikmiş bekleşiyordu. Hafif bir sis görüş açısını daraltıyor, aşağıdan kıvrıla kıvrıla gelen yol görünmüyordu. Honaz Dağı’nın karlı yamaçlarından esen buz gibi bir yel esmekteydi. Düşmanın bele çıkmasına izin verilecek, hatta yolun boş olduğu hissi uyandırılacak, öncülerin geçip gitmelerine göz yumulacaktı. Asıl hedef ortadaki Haçlılar olacaktı. Tam vadiye girince saldırı başlayacaktı. *** Mirey, Menderes kıyısında gördükleri karşısında şaşkına dönmüştü. Irmak kıyısında ilk kez Türkleri karşıdan da olsa görmüştü. O güne kadar “Türk” denilince eciş bücüş bir yaratığa, canavara benzeyen varlıklar düşünen Mirey Türklerin de kendileri gibi bir insan olduklarını gördü. Bu adamlar yaman dövüşüyorlar, at üstünde bir sihirbaz gibi uçarcasına gidiyorlardı. Çoğu buğday tenli, yakışıklı gençlerdi. Kaşları, bıyıkları daha belirgin ve siyahtı. Giydikleri tolgalarından sarkan saçları gür ve bakımlıydı. Oldukça korkusuz görünüyorlardı. Haçlılara göre bir avuç olmalarına rağmen neredeyse Menderes kıyısını Haçlılara mezar edeceklerdi. Bir ara şövalyeleri yara yara arabaya doğru yaklaşmaya çalışan koyu tenli Türk savaşçısı dikkatini çekmişti. Kır atının üstünde döne döne savaşıyor, vurduğunu çökertiyordu. Onca kargaşa arasında gözünü Mirey’in bulunduğu arabaya dikmişti. Onun gözlerinden yayılan ışık bir savaşçının öfke ve kin duygusuna benzemiyordu. Çarpışma ilerledikçe şövalyeler arasında sıkışan delikanlının bir kılıç, bir topuz veya bir mızrak darbesiyle atından düşmesine gönlü razı olmuyor, yurdunu savunan bu delikanlıya anlamını bilmediği bir acıma duygusuyla bakıyordu. Birden bu duygusu yüzünden okunacakmış gibi çevresine bakınıyor, sonra gözlerini yağız delikanlıya çeviriyordu. “Aman Allah’ım! Ben neden bir düşman askerine acıdım ki?” diye kendi kendine söylendi. Şövalyeler çevresini sarmış onu esir alacakken bereket ki arkadaşları yardıma gelmiş ve geri kaçmışlardı. O Türk savaşçısının çarpışmanın en şiddetlendiği bir anında kendisine sıcak sıcak bakması ne anlama gelebilirdi? Kılıç, kalkan darbelerini savuştururken neden gözlerini Mirey’in arabasına dikmişti? Bir türlü anlam veremediği bu olay karşında kendini düşler âleminde sanıp, bir an bu düşten uyanmak ister gibi baldırlarını çimdikledi, gözlerini ovuşturdu. Mirey, şövalyelerin girdikleri köylerde kadınların karınlarının, çocukların boğazlanmasını duyunca kusmamak için kendini zor tuttu. İçinde dayanılmaz, anlatılmaz bir nefret kabardı. Neticede herkes insandı. Bunca acımasızlığa, canavarlığa ne gerek var diye düşündü. Tanrı bu acımazlığın cezasını vermez miydi? Geceleri gözüne uyku girmiyor, çocukların, kadınların feryatları kulaklarında çınlıyordu. Arada bir yağız tenli Türk savaşçısının anlamını bilmediği sözlerle haykırmasını, naralarını duyar gibi oluyordu. Sonra aklını başına alıyor, daldığı hülyalardan uyanıyordu. Yüreği zaman zaman daralıyor, bunalıyordu. İçinde anlamını bilemediği fırtınalar esiyor, heyecandan yanakları al al oluyordu. Fransız Haçlıları Menderes’i geçince 4 Ocak 1148’de Laodikya’ya girdiler. Laodikya’da yiyecek, yem, saman kalmamış, hepsi bir hafta önce buradan geçen Almanlarca silinip süpürülmüştü. Fransızlar yaralı atları kesip yiyorlar, bulabildikleri kedi ve köpekleri öldürerek karınlarını doyuruyorlardı. Bereket ki Laodikya ve Tonguzlu mevsim kış olmasına karşın yeşillikler içindeydi. Bu yeşillik atlarını beslemeye, yeşillikle tıkınmalarına yardım ediyordu. Kral Luvi ve diğer dükler, kontlar ve soylular burada fazla yiyecek bulamayacaklarını anladılar. Oyalanmadan yola çıkılması kararını aldılar. Türkmenleri Menderes kıyısında ezip geçmiş olmalarının gurur ve sevinci hepsinin yüzlerinden okunuyordu. Hepsi karşıda kol kola vermiş dağlara baktılar. Kral Luvi: —Bu dağlar oldukça dik ve korkunç görünüyor. Bir kale duvarı gibi sarp, dedi. Keşiş Odon De Döy’ün yanındaki Bizanslı kılavuz: —Evet Majesteleri, bu dağlar çok sarptır. Şu karşıda gördüğünüz başı karlı, etekleri sis içindeki dağın adı Kadmos Dağı’dır. (Honaz Dağı) Onun eteklerinden Kibyrya’ya ve oradan da Antalya’ya giden dar bir yol uzanır. Bu yol yılan gibi dolana dolana çıkar, dolana dolana arkasındaki ovaya iner. Başkaca geçilecek geçit yoktur. Türk direnci Menderes’te kırıldığı için önünüze çıkabilecek bir güç olacağını sanmıyorum, diye cevapladı. Kral Luvi gözünü Kadmos Dağı’ndan ve iki dağ arasındaki boğazdan ayırmadan: —Biz yine de dikkatli olmalıyız. Bizans İmparatoru Türklerin nereden ve nasıl çıkacağı belli olmaz demişti. Biz hiç gevşemeden disiplinli bir şekilde bu dağları aşalım, dedi. —Doğru söylersiniz, diye onayladı diğer soylular. —Mevsim kış, ama yağış görünmüyor, gökyüzü açık ama hava her an bozabilir. —Evet, Majesteleri eğer yağmur kar olursa bu beli aşmak çok zor olur. —Öyleyse hemen yola çıkalım. Yürüyüş planımız şöyle olmalıdır. En önde seçme Akiten şövalyelerden oluşan öncü kuvvetlerimiz boğaza girmeli, etrafı kolaçan etmeli ve belin başına varınca kamp kurup arkadaki birlikleri beklemelidirler. Bu öncülerimizin komutanı Jeroi de Rancon olacaktır. Yanında dayım Amadeus (Amadö) ona eşlik edecek ve krallık sancağını taşıyacaklardır. Ortada yaya, at arabaları ve savaşçı olmayan yaya hacılarımız yürüyecektir. Bunların sağında ve solunda koruyucu şövalyeler bulunacaktır. Ben arkada krallık şövalyeleriyle geriyi sağlama alarak geleceğim. Bazı kontlar ve dükler: —Neden böyle üçe ayrılmak gerekiyor? Kuvvetlerimiz bölmüş olmuyor muyuz majesteleri? —Haklısınız üçe bölünüyoruz ama böyle derin bir vadiyi topluca geçmek mümkün olmaz. Çünkü yol dik, sarp ve darmış. Bir düz ovada ilerliyor olsak haklıydınız ama burada ip gibi uzamak zorundayız diye tamamladı sözlerini. İki gün Laodikya’da dinlendikten sonra sabahın erken saatlerinde yola koyuldular. Öncü kuvvetler Tekkeköy yokuşunu aştıklarında ortadakiler ve arkadakiler kentten yeni çıkmıştı. Konvoyun bir ucu ile diğer ucu arasında sekiz, on kilometre uzaklık vardı. Arabaların tekerlek sesleri, at kişnemeleri, şövalye naraları sabahın serinliğinde yamaçlarda yankılanıyordu. Kış mevsimi olmasına karşın hava açıktı ama buz gibiydi. Dağın yamaçları ve Kazıkbeli koyu bir sisle kaplıydı. Haçlılar büyük bir uğultu ve şamatayla Çukurköy’e ulaştılar. Çevreden bulabildikleri yiyecekleri topladılar. Çukurköy boşalmış, in cin top atıyordu. Kral Luvi gözünü azametli Honaz Dağı’ndan ayıramıyor, durmadan aşmaları gereken Kazıkbeli’ni gözlüyordu. Soyluları, kumandanları ile tekrar bir durum değerlendirmesi yaptı. Akşam Çukurköy’de kamp kurup dinlendiler. Dün kararlaştırılan planın uygulanmasına karar verildi. 7 Ocak 1148’de komutan Rancon ve şövalyeleri hızlı bir yürüyüşle Kazıkbeli’ne tırmandılar. Bu birlikler en seçkin, en iyi şekilde silahlanmış, savaş yeteneği olan birliklerdi. Dev atları üstünde oldukça heybetli görünüyorlardı. Yolun güvenli olduğunu görüp kamp kuracaklar, arkadan gelenleri bekleyecekler ve güvenliği sağlayacaklardı. Fransa’dan bu yana binlerce kilometre yol almışlar, önlerine hiçbir dişe dokunur bir kuvvet çıkmamıştı. Kılavuzlardan edindikleri bilgiye göre buraları Bizans egemenliğindeydi. Çevredeki yaylalarda, dağlarda yaşayan üç beş Türkmen obası bunca kalabalık bir ordu karşısında bir sinek kadar hafif gelirdi. Bu nedenle korkusuzca, hiçbir şeyden pirelenmeden, gururla ilerliyorlardı. Belin en yüksek yerine gelince geriye baktılar. Orta ve gerideki birlikler bele çıkmak için oldukça yavaş ilerliyorlardı. Karşıda Karaağaç Ovası gün ışıkları altında pırıl pırıldı. Rancon dört bir yanını dikkatle baktıktan sonra üşüyen ellerini ovuşturdu. Keskin ayazdan üşümemek için atlar ve şövalyeler durmadan hareket ediyorlardı. Yanındaki soylulara ve komutanlara döndü. —Burada eli ayağı kesen ayazda, saatlerce aşağıdakileri beklemek doğru değil. Soylulardan bazıları: —Burada kamp kurup arkadakileri beklemeyecek miyiz? diye sordular. —Bir an önce burayı terk edelim. Şimdilik ortada güvenliği bozacak hiçbir belirti görünmüyor. Arkadakiler çok yavaş geliyor. Beklemenin anlamı yok. Yol açık olduğuna göre aşağıya ovaya inelim ve orada kamp kuralım... —Majesteleri burada beklememizi emretmişti. —Şimdi koşullar değişti. Bu ayazda orduyu bekletmek doğru olmaz. Toplanın gidiyoruz! Bugün yeterli derecede yol almadık, dedi Az sonra Kazıkbeli’nin derin vadisine inince neredeyse küçük dillerini yutacaklardı. Yamaçlara, vadiye pis bir leş kokusu yayılmıştı. Yüzlerce kartal, akbaba leşlere kümelenmiş lime lime parçalıyordu. Zaman zaman kurtlar, çakallar, tilkiler bu leşlere dalıyor, kartalları havalandırıyordu. Bu leşlere yaklaşınca bir hafta önce buradan geçen Almanların düştüğü hezimeti kısa sürede anladılar. Cesetlerin yüzleri belirsiz, gözleri kuşlar tarafından oyulmuştu. Alman atlarının ölüleri, silahları; dökülen, kırılan arabaların döküntüleri her çalının, kayanın altında saçılmıştı. Rancon ve kralın dayısı Amadö olmak üzüre tüm şövalyelerin morali bozulmuş, ağızlarını bıçak açmıyordu. Kumandan Rancon ve şövalyeler gördükleri korkunç manzaradan ürkmüşlerdi. Hepsi endişe dolu bakışlarla rüzgârda uğuldayan, sisle örtülü yamaçları, kayalıkları taradılar. Ormanı dinleyen, derin vadiyi inceleyen Rancon bir anlık tereddütten sonra bu vahşi dereyi bir an önce geçmeyi uygun buldu. —Bu vahşi dere pek tekin yer değil, baksanıza Almanlar burada ne duruma düşmüş. Soğuk dersen kan donduracak türden. Kanımca Türkler Almanları izlemek için buradan ayrılmışlar. Bir an önce burayı terk edelim. Aşağıya ovaya inelim ve orada kamp kuralım, dedi. Güvenliği orada sağlayalım, dedi. Kazıkbeli vadisinde, rüzgârın uğultusuna aşağılarda harlayıp gürleyen ırmağın sesi eşlik ediyordu. Bu sese atların tekdüze çıkardığı nal sesleri ve kişnemeleri karışıyordu. Zaman zaman birbirlerini yüreklendirmeye çalışan şövalyelerin naraları, haykırışları vadiyi dolduruyordu. Güneyde, Karaağaç Ovası dümdüz ufuklara doğru uzanıyordu. Ovada hiçbir hareketlilik gözlenmiyordu. Geriden Kazıkbeli’ni tırmanmaya çalışan Haçlıların uğultusu belli belirsiz duyuluyordu. Rancon’un içinde anlamını bilemediği bir korku sarmıştı. Çünkü yukarıda bel başında gördüğü Alman ölüleri içine bir kurt düşürmüştü. Dikkatli olmak için gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yürüyüşlerine devam edip Kızılhisar’a varmadan ovanın başlangıcında Kızılçukur’a inip kamp kurdular. Burada açık alanda her türlü saldırıyı göğüsleyebilirlerdi. Dev ateşler yakıp ısınmaya başladılar. Arkadan gelenleri beklemeye koyuldular. Öncülerin ardından neden sonra Fransız Haçlılarının yüklü bölümü Kazıkbeli’ne girmişti. Kazıkbeli’nde at kişnemeleri, tekerlek sesleriyle öncekinden daha büyük bir uğutuyla çalkalandı. Arabalar takır tukur sesler çıkarıyor, tekerlek sesleri yamaçlarda yankılanıyordu. Gülüşmeler, kahkahalar, bağrışlar birbirine karışıyordu. Yayalar dizlerini tuta tuta, oflaya puflaya beli çıkıyorlardı. Yol dikleştikçe ve daraldıkça arabalar, yayalar sıkışmaya başladı. Birbirini itenler, yoldan çıkanlar çoğaldı. En ufak dikkatsizlikle yanlış yere basanlar feryatlarla aşağıya paldır küldür düşmeye başladı. Arabaları çeken atlar huysuzlaşınca acı kişnemelerle uçurumdan aşağı yuvarlanıyordu. Bağrışlar, feryatlar, at kişnemeleri buz gibi havada kat kat çoğalıyor, artıyordu. Komutanların, soyluların “N’ayez pas peur! Du calme!” (Korkmayın! Sakin olun!) diye bağrışları çağlayan ırmağın sularının gümbürtüsüne karışıyordu. Tam bu kargaşa içinde Alman ölülerini görmeleri akıllarını başlarından aldı. Bu şaşkınlık anında kulakları sağır eden “Ciyaaak! Ciyaaak!” diye bir ses duyuldu. Dağın karlı doruğundan gelen bu sesten tüm Haçlılar irkildiler. Bu ürpertici ses de nereden çıkmıştı? Gözler dağın zirvesine, karlı eteklerine çevrildi. Bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış büyüklükte dev bir kartal Haçlılara doğru uçuyordu. Kuşun gölgesi tüm ormanı kaplamıştı. Gagası bir mızrak gibi sivri, kanatları masal kuşları gibi ger genişti. Yolda sıkışmaktan, uçuruma düşen atları endişeyle izleyen Haçlılar bu dev kuşu görünce ödleri kopmuştu. Büyük bir kargaşa ve panik başlamış, herkes canının derdine düşmüştü. Kralın danışmanı ve keşişi olan Odon de Döy “Tanrım burası nasıl bir cehennem?” diye bağırdı. Kuşun üzerlerine doğru alçalmasıyla birlikte birden yamaçlardan kayalar yuvarlanmaya başladı. Arabaları deviren, atların bacaklarını kıran kayalar büyük bir gürültü çıkarak derinlerdeki ırmağa doğru yuvarlanmaya başladı. Artık feryatlar kulakları sağır edecek seviyeye ulaşmıştı. Herkes canının derdine düşmüştü. Ne oluyor demeye kalmadan bir ok yağmuru başladı. Şövalyeler bu dar alanda atlarını oynatamıyor, saldıracak kimse göremiyorlardı. Şövalyelerin atlarının genişlemiş burunlarında çıkan soluk buhar olup havaya savruluyordu. Gözleri çakmak çakmak olmuş atlar huysuzlaşmış, acı acı kişniyordu. Şövalyeler düşmemek için bir elleri dizginlerde diğer elleri mızraklarında oldukları yerde dönüyorlardı. Ok yağmuruyla vurulan atlar acı bir kişneyerek yere tökezleniyor, üstündeki şövalyeyi yere düşüyordu. Doğrulan şövalyeler gözleri fal taşı gibi açılmış, paçalı tavuk gibi sersemleşiyor, saldırının nereden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Bu panik anında orman içinden birden yalınkılıç Türkler göründü. Hepsi büyük bir hızla tepelerden kum gibi akıyordu. Gözleri savaşın dehşetinden kızarmıştı. Var güçleriyle bu kargaşa içinde bocalayan Haçlılara “Allah! Allah!” naralarıyla daldılar. Kulakları sağır eden feryatlar, inlemeler, acı acı at kişnemeleri dağın zirvesine kadar gün boyu yankılandı. Kurtlar, tilkiler, vaşaklar, kuşlar bugüne kadar hiç duymadıkları bu tüyleri ürperten seslerden korkarak dağın zirvesine doğru var güçleriyle kaçmaya başladı. Kara İbrahim’in “Vurun yiğitlerim! Sağ koymayın!” naralarına şövalyelerin “C’est sont desTurcs! Allez! Attaquez!” (Bunlar Türkler! Haydi! Saldırın!) bağrışları birbirine karıştı. Kılıçların keskin vınlamaları, kalkanların gümbürtüsü, insanların feryadı ile dağlar, taşlar inliyordu. Çok fena kıstırıldıkların anlayan keşiş Odon Dö Döy son bir ümitle öncü kuvvetlerin gittiği yola baktı. Görünürlerde onlardan eser yoktu. Atını geldikleri yöne doğru çevirerek belden aşağı doludizgin kaçtı. Az sonra Kral Luvi ile karşılaştı. Luvi dağdan gelen gürültüden kuşkulanmış ve hızlanmak için atını mahmuzluyordu. Korku dolu gözlerle kendine doğru gelen keşişe: —Yukarıda neler oluyor? Bu uğultu nedir? diye sordu. Nefes almakta zorlanan, gözleri çanağından çıkmış keşiş: —Yandık Majesteleri! Dar bir boğazda Türklerin saldırısına uğradık! Yetişin yardıma! —Öncüler nerede? Onlar görmedi mi Türkleri? —Onlar beli aşmışlar. Ortalıkta görünmüyorlar! —Vah hain Rankon vay! Sözde belin başında bekleyecekti. Emrimi dinlememiş! Yanındaki en seçkin krallık şövalyeleriyle hızla beli tırmandılar. Belin başında ve vadide kan gövdeyi götürüyor, tam bir kıyamet yaşanıyordu. Hiç tereddüt etmeden savaşa girdiler. Onların gelişini görenler son bir ümitle direnmemeye çalıştılar. Öğleye doğru başlayan savaş ikindi vakti Kral’ın birliklerinin de katılmasıyla iyice kızıştı. Kazıkbeli hiç böyle bir can pazarı görmemişti. Türkler çok usta ok atıyor, kılıç kullanıyorlardı. Atla savaşmaya alışkın şövalyeler yaya kalınca ne yapacaklarını şaşırmış, mızrakları ellerinde yere çömelerek kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Kara İbrahim bir ayıya benzer şövalyenin yanına yaklaşanı devirdiğini görünce ona yöneldi. İbrahim bu insan azmanına öyle bir saldırıya geçti ki, adam azmanı şaşkına döndü. Az sonra derlenip toplanıp o da İbrahim’e saldırmaya başladı. Kılıçların şakırtısı, kalkanların gümbürtüsü kulakları sağır edecek cinstendi. İbrahim yaşamı boyunca bu kadar güçlü birini ne görmüş ne de duymuştu. En can alıcı darbeleri bana mısın demiyordu. Ayı Piyer de hiç böylesine çevik ve kurnaz bir dövüşçü görmemişti. Güzel Mirey arabasının küçük penceresinden ödü kopmuş gibi bu çarpışmayı izliyordu. Bu cehennemden kendilerini kurtarması için Tanrı’ya dua ediyor, istavroz çıkarıyordu. Arabanın çevresini saran şövalyeler Türklerle kıyasıya savaşıyordu. Mirey, yaralanıp düşenlerin, yerde debelenenlerin feryatlarını duymamak için kulaklarını kapatıyor, gözlerini yumuyordu. “Ya Türklere esir düşersem? Ya beni çiğ çiğ yerlerse? Aman Tanrım kurtar bizi!” diye var gücüyle ağlamaya başladı. Arabalardaki kadınların canhıraş çığlıkları, savaşanların naraları, feryatlarına karışıyordu. Bazı arabalar, atlar, yaralılar çığlıklar atarak aşağıda gürleyerek akan ırmağa düşüyordu. Mirey, gözyaşları arasında pencereden bakınca gözlerine inanamadı. Başının belâlısı, bu kutsal yolculuğu kendine zehir eden Ayı Piyer, karşısında Menderes kıyısında gördüğü gözü pek, yağız tenli Türk’le kıyasıya vuruşuyordu. Ayı Piyer azgın bir boğa gibi saldırıyor, Türk genci çevik bir hareketle onu savuşturduktan sonra atağa geçiyordu. Bu ikili kapışma acı kuvvetle çevikliğin kapışması gibiydi. Mirey önce Ayı Piyer’in galip gelmesini ister gibi oldu. Sonra bu duygusundan pişman olup, bu zalim, şehvet düşkünü Ayı’dan bu Türk savaşçısı sayesinde kurtulabileceğini ümit etti. Çarpışma tüm hızıyla sürerken Ayı Piyer’in sert bir saldırısıyla Türk gencinin elinden kılıcı yere düştü. Mirey gözlerini kapamış bu gencin de Ayı Piyer’in kurbanı olmasını görmek istememişti. İbrahim çevik bir hareketle belinde sakladığı zincirli topuzunu çıkarıp Piyer’e doğru savurdu. Kulak tezine topuzu yiyen Piyer sersemledi ve olduğu yerde dönmeye başladı. İkinci topuz darbesi ense köküne inince yere kapaklandı. Yerden kılıcını kapan İbrahim üçüncü bir hamle ile Ayı Piyer’in başını gövdesinden ayırıverdi. Mirey gözünü açtığında arabaya yakın bir yerde Ayı Piyer’in kanlı kellesini gördü. Nasıl olmuştu da bu Türk onun kellesini uçurmuştu? Ayı Piyer’in kanlı başını yerde görünce içinde tarif edilmez bir hafiflik duydu. O zalimden kurtulmuştu ama neredeyse Türklerin eline düşmek üzereydi. Sevinmek ve ağlamak arasında bir duygu kapladı içini. Yağız Türk delikanlısı o kızılca kıyamet savaşın içinde gözlerini arabadan ayırmıyor, anlamını bilmediği bir dilde bağırıyor, Mirey’e bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. —Akasya! Değirmenci güzeli! Laodikya güzeli! Senin ne işin var bu Frenklerin içinde? Çabuk in aşağıya! Mirey bu sözlerin anlamını bilmediği halde kendisine seslendiğini anlıyor, kokulu gözlerle bu gence bakıyordu. Bu arada çarpışmadan kurtulan arabalardan bazıları hareket etti. Kazıkbeli’nden aşağı kaçmaya başladılar. Mirey gerilerde savaşmayı sürdüren yağız Türk savaşçısından gözlerini alamadan dönemci döndü. Savaşçılar görünmez olmuştu. Çığlıklar, bağrışlar gittikçe uzaklaştı. Öğleyin başlayan savaş gün batımına kadar sürdü. Kanla ıslanmadık taş, toprak kalmadı. Kral Luvi en seçkin şövalyelerinin, soyluların bir bir eridiğini görünce bir kayaya tırmandı. Kılıcıyla kendini savunarak kayanın tepesine çıktı. En büyük korkusu Türklerin eline esir düşmekti. Eğer onun kral olduğunu anlarlarsa kim bilir başına neler gelirdi. Bereket ki onun kral olduğunu bilmeyen Türkmen savaşçıları kokudan altına edecek durumda, gözleri yuvalarından çıkmış bu incecik adamı bırakıp diğerlerine yüklendiler. Kral Luvi kayanın kovuğuna gizlenip savaşın bitmesini beklemekten başka çaresi olmadığını anladı. Akşam olup ortalık karamaya başlayınca dost düşman belirsiz oldu. Çarpışma yavaşladı. Haçlılardan canını kurtaranlar vadiden aşağı Kızılçukur’a doğru kaçtılar. Saklandığı kayanın kovuğunda saatlerce bekleyen Luvi, yanına gelen birkaç şövalyesinin yardımıyla kayadan indi. Etrafına şaşkın şaşkın baktı. Saldırı bitmiş, Türkler çekilmişti. Alaca karanlıkta ne yöne gitmeleri gerektiğini düşündü. Bir şövalyenin başıboş atına bindi. Aşağılarda Kızılılçukur’da yanan ateşleri görüp, can derdiyle oraya doğru yöneldiler. “Umarım ki gittiğimiz düzde yanan ateş bizimkilerin ateşidir.” diyerek üstleri başları kan revan içinde ovaya doğru indiler. *** Ortalığın kararması ile savaşı bırakan Türkmenler devrilen arabalardan, sandıklardan ganimet yağmalamaya başladı. Kara İbrahim taze kuvvet olan öncülerin geri dönmesinden endişelendi ve ordusunu hemen topladı. Ayaz Tepesi’ne doğru çekmek için emirler yağdırmaya başladı. Şehitleri bile gömemeden Ayaz Tepesi’ne yöneldiler. Ertesi günü Kazıkbeli kan kokuyordu. Bu kokuyu uzaklardan alan aç kurtlar, çakallar, tilkiler, vaşaklar, Anadolu Aslanları, kartallar, akbabalar çevreye yayılmış at ve insan ölülerine üşüştüler. Günlerce karınlarını doyurdular. Çağlayarak akan Kazanes Çayı günlerce at ve insan ölüsü, araba döküntüleri, tekerlekleri taşıdı. Her sırtta, düzlükte, vadide kılıç, mızrak, ok parçaları, araba döküntüleri saçılmıştı. Bu mızrak ve ok uçları; kılıç, kalkan, topuz artıkları yüzyıllarca orada geçen kanlı savaşın ve şanlı zaferin tanığı olarak kaldılar. Günlerce aylarca kan kokan Kazıkbeli adı o günden sonra “Kanlıbel” olarak anılmaya başladı…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.