II. haçlı seferilerinde Anadolu'yu savunan Avşar boyunun Fransız haçlılarına karşı kazandığı Kazıkbeli Savaşı'nın oluşumu, gizemli kahramanlar ve aşklar, o çağda Türk ve Fransız toplumunun yapısı ve n...
İş güç azalıp kış bastırdığı günlerde Avşar, Türkmen kızları“Bahtıvar Şenliği” yaparlardı. Bu gelenek Orta Asya’dan beri sürüp gelen bir eğlenceydi. Evlenme çağına gelen kızlar omuzlarına kendi dokudukları heybeleri, torbaları alırlar; çadır çadır, ev ev dolaşırlardı. Her çadırdan, her obadan bulgur, tarhana, fasulye, nohut, yumurta, aşurelik buğday, yağ, ceviz, badem, yoğurt, peynir, çökelek, yumurta gibi yiyecekler toplarlardı. Veremeyenden para, çorap, kazak, kilim, heybe, erkeç, horoz alırlardı. Genç bahadırlar da “Bahtıvar” için yakacak odun getirir, toplanan buğdayları dibek taşında döverlerdi. Değirmene gidip buğday öğütmek de onların göreviydi. Bahtıvar Şenliği başlayınca her obanın, köyün kızları, gelinleri allı pullu giyinir, kuşanırlardı. Turuncu renkte üç etekler, kenarları işlemeli, püsküllü orman yeşili yelekler, deniz mavisi şalvarlar çekilirdi. Uçları pullu, al kırmızı krep dastarlar örtülür, başlarına tavus kuşu tüyü gibi renkli tüyler takılırdı. Alınlarına pullarla, altınlarla süslü bir çeki çekerlerdi. Günlerce dolaşarak bu şenliğe hazırlanırlardı. Her obanın, evin, damın önünde maniler söylerlerdi. Maniler ya sevda üstüne, ya da obaya övgü biçiminde olurdu. İçinde söyleyenin muradı vurgulanırdı. “Kıl çadırda oturuyor Durmadan kilim dokuyor Şu obanın kızları Lale, sümbül kokuyor. *
Aş pişirdim yensin diye Ocağımda beysin diye Kızlar çıkmış bahtıvara Oğlanlar alsın diye.” * Tüm hazırlıklar bitince oğlanların yaktığı harlı ateşlerde kazanlar kaynar, türlü türlü yemekler yapılırdı. Her obanın, köyün kızları yemeklerinin neler olduğunu bir sır gibi diğer obalardan saklardı. Yemeklerden en lezzetlisini yapan kızlar en hünerli kızlar sayılırdı. Sonra sofralar kurulur, tüm oba çoluk çocuk, yaşlı genç davet edilirdi. Yörede zengin, fakir herkes güzelce bir ziyafet çekerdi. Obanın yaşlıları, güngörmüş, torun torba sahibi bilge kadınları bu yemekleri tadar; en lezzetlisini bulmaya çalışırlardı. Yaşlılar yemek yedikten sonra dua edilir, verdiği nimetler için Allah’a şükredilirdi. Hatun Ana’nın başkanlığındaki aşçılığı bilinen tadıcı kadınlar en güzel yemek yapan oba kızlarını açıklar; bir koç, bir erkeç, halı, kilim, yazma, yün çorap, örgü kazak, kumaş veya bir bilezik armağan ederlerdi. Evlenecek yaşta oğlu olan analar, babalar gelin adayı kızları gözlerler, hünerlerini, saygı ve sevgide tavırlarını böylece görürlerdi. Kızlar obada yedi sekiz yaşlarındaki küçük bir kızın başını gelin başı gibi kreplerle, şallarla örterlerdi. Bu küçük kızın kimin kızı olduğunu bilmek önemliydi. Bu nedenle küçük gelin hazırlama öteki oba kızlarından gizli yapılırdı. Diğer oba kızları bu küçük gelinin adını bilir, kimin kızı olduğunu söylerse yemeğe oturabilirlerdi. Buna “Evde Bir, Evde Bir” oyunu derlerdi. Bahtıvar Şenliği gelin görümce olacakların bir tanışma, kaynaşma şenliğiydi. Köy delikanlıları Bahtıvar yemeklerinde köy kızlarına çorap, bürgü, lokum, tarak, ayna gibi hediyeler verme fırsatını yakalarlardı. Birbirlerine getir götür derken kaş göz atarak anlaşırlardı. O yıl yapılan “Bahtıvar Şenliğinde” Beyce Sultan’ın obasındaki kızlar en güzel yemekleri yapmıştı. Başı örtülü küçük gelini “Evde Bir, Evde Bir” oyununda tanıyan kızlar onlardı. Deneyimli gelinler, kadınlar da “Beyce Sultan’ım, bu yıl Bahtıvar sana güldü,” demişlerdi. Beyce Sultan bir an Kara İbrahim’i düşünmüş ve acı acı gülümsemişti. “O gönlünü değirmenci bir Rum kızına kaptırmış. Benim bahtımda kim bilir kimler var?” diye kahırlanmıştı için için. Kızlar, çocuk arzulayan gelinler hep birlikte “Dede Ağacı” denen ulu bir ağaca renk renk bezler bağlarlar dilek tutarlardı. Bez bağlama bitince kızlar, su dolu bir leğenin içine okuyup üfleyerek boncuk, bilezik, yüzük atarlardı. Her attıklarında gizlice, gönüllerinde besledikleri oğlana varmak için dilek tutarlar, dua ederlerdi. İçlerinden biri kofalardan (çayır otundan) uzunlukları farklı farklı çöpler hazırlardı. Sırtı kızlara dönük olarak, her çöpe kendince bir oğlanın adını verirdi. Arkadaşlarına dönüp, “Çekin bakalım bir çöp, bakalım nasibinize kim çıkacak?” diye avucunda yalnızca başı görülen çöpleri uzatırdı. Kızlar çöpçü kızın çevresinde kümelenir, büyük bir merakla çöpleri çekerlerdi. Çöpü çeken kıza, çöpün hangi oğlan için olduğunu açıklanınca bazı kızlar “Aaa! O mu varmam ben o sümüklüye!” diye burun kıvırır; bazıları da “Aaa! Keşke!” diye sevinirlerdi. Çöp kurasından memnun olmayanlar yeniden oyuna başlarlardı. Bu eğlence saatlerce sürerdi. Beyce Sultan Kara İbrahim çöpünü çekmiş ve “O mu? Hayatta olmaz! O bana bir gün olsun dönüp bakmıyor ki!” demişti içinden. Beslediği umarsız sevdadan yüreğinin bir kez daha yandığını hissetmişti. Oğlanlar oba meydanına yaktıkları maşala (meşale) ateşi çevresinde türlü türü oyunlar oynar, davul zurna eşliğinde dört dönerken; üzüm çalan tilki, kız kaçıran, deve kervanı, göç yolunda gibi oyunlar çıkarırlardı. Tüm oba bu oyunlarda gülmekten kırılır, gece yarılarında yüzlerinde tatlı bir gülümsemeyle çadırlarına, evlerine girerlerdi. O gece kızlar boş bir çadıra geçip, gelin giderken söyleyecekleri yasları söylemeye başlarlardı. Yastan önce sipsi çalan bir kadın, leğen veya siniyle tempo tutar, kızları coşturmaya çalışırdı. Sipsinin sesi gecenin sessizliğinde acı acı çınlar, çadırdan çadıra, dağdan dağa yankılanırdı. Sonra Beyce Sultan başlardı yasa: “Karanlık derelere engin mi sandın öf! Şal kuşak kuşanmayı zengin mi sandın of ülen öf! Olur olmaza da dengin mi sandın of! Bıktım da usandım deli gönül senin elinden, beyler öf!” Yası dinleyenler, Beyce Sultan’ın yanık sesinden etkilenir, göğüsleri şişer, yürekleri kabarır; belli belirsiz gözlerinden yaşlar dökülürdü. Bu yaslar dilden dile dolaşır, biçimlenir ve yıllarca söylenirdi. *** O kış “Bahtıvar Şenliği” mutluluğuyla herkes çadırına, obasına çekilmişken gecenin geç vaktinde Beyin çadırının önünde köpekler uzun uzun uludu. Bey Ana “Hayırdır inşallah, köpeklerin bu şekilde uluması hoş değil!” diyerek çadırın kapısını araladı. O sırada gecenin karanlığını yırtan bir ses duydu. Bu Kara İbrahim’in sesiydi. —Beyim! Avşar Beyim! Hatun Ana eline bir çıra aldı, çadırdan çıktı. Işığı İbrahim’in yüzüne doğru yöneltti. İbrahim’in yanında hiç görmediği üç kişi daha vardı. Atları kan ter içinde, yerinde duramıyor, çevrelerinde durmaksızın dönüyordu. —Hayırdır oğlum! Gecenin bu geç vaktinde! —Anam, Beyimizi uyandırın. Çok acil görüşmem gerek. Çok evgin! Hatun Ana “Hayırdır İnşallah!” diye mırıldanarak çadıra girdi. Az sonra Avşar Beyi don gömlek çadırından çıktı. —Hayırdır oğlum! Bu vakitte evgin olan nedir ki? —Beyim, bu arkadaşlar Çukurköy’den geliyorlar. İçeri girip görüşmemiz gerek, ayaküstü olmaz. Atlarından inen üç genç atları bağlayıp İbrahim’le birlikte çadıra girdiler. Hatun Ana’nın elini öpüp serdiği döşeklere oturdular. İçlerinden biri: —Beyim, biz Çukurköy Türkmeniyiz. Nazilli tarafından gelen kervanlardan duyduğumuza göre Haçlı denen kefereler iki büyük ordu ile üzerimize gelmekteymiş. Öndeki Almanlar Nazilli ve Kuyucak’ı geçmişler. Ladik’e doğru ilerliyorlarmış. Her yeri talan etmişler. Taş taş üstünde koymamışlar. Arkadan Aydın Ovası’a sayısı yüz binleri aşan Frenkler girmiş. Oba büyüklerimiz bunca kalabalıkla bir orduyla baş edemeyiz deyip, size haber gönderdiler. Birlikte tedbir alalım dediler. Bey, aklaşmaya yüz tutmuş sakalını avuçladı. Başını öne eğdi. Demek ki korktuğu başlarına gelmişti. Haçlılar kapılarına dayanmışlardı. Demek ki Haçlılar Dorylaion’da (Sarısu’da) Sultan Mesut’a yenilince, güvenli diye kıyıdan gelmişlerdi. Sultan Mesut ordusunun çok uzaklarda olduğunu öğrenmiş olmalılar ki ellerini kollarını sallaya sallaya geliyorlardı. Onlara direnecek büyüklükte bir ordusu yoktu. Sultan Mesut’a haber uçursa ordunun gelmesi aylar alırdı. Nice emekler harcadıkları, şehitler verdikleri toprakların düşman çizmesi altında ezilmesine göz yummak onlar için kara bir lekeydi, utançtı. Bir an Haçlıların Karaağaç ovasına daldıkları, ortalığı yakıp yıkarak geçip gittikleri gözünün önünde geldi. Bu endişe ile ürperdi, titredi. Nice uğraşlara, cenklere, göçlere katlanarak; yollar, beller aşarak geldikleri bu güzel yurt kefere eline geçerse telef olup giderlerdi. Toprağa düşen her şehidin; yetim ve öksüz kalan her bebenin vebali ağır olurdu. Yüz yıl önce Oğuzeli’nden beri süren, Malazgirt Zaferiyle taçlanan bu kutlu yürüyüş noktalanırdı. Onun derin düşünceye daldığını anlayan Kara İbrahim ve üç Çukurköylü Türkmen sessizce ondan gelecek cevabı bekliyorlardı. Bu arada uyanan Beyce Sultan kız elinde bir tepsi ile hazırladığı dağ çaylarını konuklara sundu. Beyce Sultan, Kara İbrahim’le göz göze gelince içinde fırtınalar esti. Çay bardaklarını düşürmesine az kaldı. Elinin ayağının titremesine engel olamıyordu. Daha fazla renk vermemek için çayları dağıtır dağıtmaz odasına çekilip derin hayallere daldı. Gözlerinden akan inci gibi yaşları yaşmağının ucuyla sildi. Avşar Beyi neden sonra başını doğrulttu. Bakışlarını Kara İbrahim ve üç Türkmen üzerinde gezdirdi. İbrahim’e: —Oğul, oğul! Sen bu Haçlılarla cenk etmiş, onları görmüş bir Selçuklu Kartalı’sın. Ne yapalım dersin? Elimizde büyük bir ordu yoktur. Dağlara çekilip, kırılıp dökülmeden geçip gitmelerine göz mü yumalım? Yoksa kanımızın son damlasına savaşalım mı? Bu durumda eğer kırılır ve yenilirsek geride kalan obalarımız, köylerimiz n’işler? De bakalım, ne düşünürsün oğul? Kara İbrahim, Beyin sözlerini tamamladığını anlayınca: —Beyim biz Oğuz Türküyüz. Bizim için toprağımıza düşmanın girmesi ar ve namus meselesidir. Buna asla katlanamayız. Biz bu canı bu günler için taşıyoruz. Elimizde ne güç varsa düşmana direnelim, karşı koyalım derim. Bu uğurda canımız feda olsun. Töremiz neyi gerektiriyorsa onu yapalım. —Bu konuda seni yetkili kıldım oğul. Ne yapılması gerekirse tüm obalar, köyler senin emrine uyacaklardır. Tez elden kolları sıvama zamanıdır. —Şu andan itibaren tüm obalarımıza, köylerimize ulaklar çıkaralım Beyim. Eşeler’den Kefe Yaylası’na, Gireniz’den Erle Ovası’na, Kepez’e (Kızılhisar’a) kadar tüm savaşçılarımızı Karahöyük’te toplanmalarını söyleyelim. Biz beş bin çadırız bu topraklarda. Her çadırdan bir, iki savaşçı gelse beş, on bin savaşçı oluruz. Bu sayı, yüz binlerce Haçlı karşısında çok azdır ama yapılacak başkaca çare yoktur diye düşünmekteyim. —Öyleyse hiç durmayın! Hemen ulaklar yola çıksın. Benim buyruğumu iletsinler. —Emriniz başım üstüne Beyim! Ben de hemen birkaç arkadaşımı alıp ile keşfe çıkayım. Toplanacak kuvvetlerimiz Karahöyük’te beni beklesinler. —Ben yarın burada yapılması gerekenleri hemen yapar, birkaç günde savaşçılarımızla Karahöyük’te olurum oğul. Kara İbrahim ve üç Türkmen izin isteyerek ayağa kalktılar. Biraz sonra dört bir yana dağılan ulakların atlarının kişnemesi ve nal sesleri gecenin sessizliğini bozuyordu. Sesleri duyan herkes çadırlardan çıktı. Ellerinde çıralarla Bey çadırının önüne gelip ne olup bittiğin anlamaya çalıştılar. Avşar Beyi obanın güngörmüş, nice yollar beller aşmış ulularını çağırdı. Durumu onlara da anlattı. Onlar ağarmış sakalları avuçlarında derin derin düşündüler. Sonunda: — Kefereyi Sarısu’da perişan eden yiğitlerden, bahadırlardan biri bizdendir. O artık savaş yönetecek bir kumandandır. O düşmanın gücünü bilen biridir. O nasıl bir tedbir düşünürse onu uygulayalım, dediler. Bey onları tek tek süzdü. Yüzlerindeki kararlılığı okur gibi oldu. —Kara İbrahim birkaç arkadaşıyla yola çıktı bile. Düşman hakkında bilgi alacak, keşif yapacaktır. Obalara, köylere ulaklar yolladım. Birliklerimiz tez elden Karahöyük’te toplanacaklardır. Gerisi İbrahim Bey oğlumuzun bileceği iştir. —Uygundur. Hepimiz Kara İbrahim oğlumuzun komutanlığına güveniriz. O nasıl emrederse öyle davranmaya hazırız diyerek Beyin yüreğine su serptiler. *** Kara İbrahim o gece durmadan at sürdü. Sabah gün ağarırken Kepez’e (Kızılhisar’a) ulaştı. Orada Türkmen Oymakbaşlarına durumu anlattı. Onlar da “Biz senin emrine hazırız yiğidim. Bahadırlarımızı hemen hazır ederiz.” dediler. Kepez’den Kızılçukur’a ve oradan Kazıkbeli’ne ulaştı. Bakışlarını etekleri karla örtülü Honaz Dağı’nda dolaştırdı. Kazık Beli’nin en yüksek yerinden Karaağaç Ovası’nı ve aşağılardaki Çürüksu Ovasını uzun süre göz gezdirdi. Akan suların şırıltısını, kuşların cıvıltısını dinledi. Kazıkbeli’nin bitimindeki derin vadide atıyla dolandı durdu. Avını arayan bir kurt gibi uzun süre havayı kokladı. Arkadaşları onun bu geliş gidişlerine, havayı koklamasına, dönüp dönüp Honaz Dağı’na bakmasına bir anlam veremediler. Son hızla Bel’den aşağı at sürdüler. Şimdi Vali Çeşmesi denilen yerdeki yazın buz gibi, kışın ılık akan pınardan kana kana su içtiler. Atları sulayıp ayaküstü bir şeyler atıştırdılar. Çukurköy’e indiler. Karşılarından gelen bir kervanı durdurdular. Ladik’te (Laodikya’da) ne gördüğünü sordular. Kervanbaşı: — Öyle kalabalıklar ki boz bulanık sel gibi önüne çıkanı devirip, ezip geçiyorlar. Onlarla koca bir ordu bile baş edemez. —Şimdi neredeler ve ne yapıyorlar? —Şimdi Ladik’te mola veriyorlar sanırım. Birkaç gün sonra yola çıkacaklarını duyduk. Soyulmamak için tüm kervanlar kaçıyor. Tüm Ladikliler Bizanslı olsun, Türkmen olsun dağ eteklerine, Gerzele, Hisar, Karcı, Kadıköy (Babadağ), Çökelez eteklerine doğru kaçıyor. Çukurköy’den Tekkeköy’e kadar yolda birçok yolcu ve kervanla karşılaştılar. Hepsi yukarıya, Kazıkbeli’ne doğru telaşla çıkıyorlardı. Hiç aşağı inen yoktu. Ladik’e doğru giden bir tek canlı görünmüyordu. Tekkeköy yokuşunun başında (Şahin Tepesi’nde) durdular. Tonguzlu’ya (Denizli’ye) ve ovaya baktılar. Balkanlık ağaçlardan ve çöken sisten fazla bir şey görünmüyordu. Kara İbrahim arkadaşlarına: —Burada sekiz kişi kalacak. Biz arkadaşım Bamsı ile Ladik’e, Tonguzlu’ya (Denizli’ye) inelim. Haçlıları daha yakından görelim. Dönüşte burada buluşuruz. Arkadaşları: —Bu çok tehlikeli İbrahim! Buradan geri dönüp tedbirimizi yukarıda alsak! dediler. —Düşmanını tanımayan düşman güdemez. Biz gün batımına kadar geri gelemezsek bilin ki başımıza bir iş gelmiştir. O zaman geri dönün. Biz dönemezsek Alper’in emirlerine uyun. Karahöyük’teki toplanacak birliklerle Kazıkbeli’ni tutun. Ben gelemezsem savaş komutanı Alper olacaktır. Unutmayın, gün batana kadar bekleyin! der demez atını mahmuzladı ve: —Haydi Bamsı! Kaybedecek zamanımız yok! dedi. Az sonra dev gövdeli çınar ağaçlarının sarıp sarmaladığı yolda kayboldular. Tonguzlu’nun kenar mahallerine varınca sokaklarda Haçlı şövalyelerinden başka hiçbir insan görmediler. Şövalyeler sokaklarda dolaşıyor, bağrışıp, gülüşüyorlardı. Tek tek evlere dalıp yağmalıyorlardı. Ara sıra feryatlar, iniltiler geliyordu evlerden. Bu iniltilere sarhoş şövalye naraları ve at kişnemeleri eşlik ediyordu. Yer yer dumanlar yükseliyordu kentin üstünden. Orada görünmeden Karakurt tarafına yöneldiler. Sık ılgınlıklar, söğütler arasında akan Gökpınar çayını izleyerek bir tepeye çıktılar. Tonguzlu’dan, Ladik’e inen yolu gözlediler. Aman Allah’ım! Yol haçlılarla kaynıyordu. Leodikya’dan Tonguzlu’ya gidenler karınca sürüsü gibi yolları doldurmuştu. Tepenin ardından dolaşıp Eskihisar’a ve Ladik’e (Laodikya’ya) göz attılar. Ladik’te yer gök Haçlılara doluydu. Binlerce at arabası, mancılıkla taş, ateş atan silahlar; çayırlarda otlamaya bırakılmış atlar, binlerce çadır tüm Ladik kırlarını doldurmuştu. Yer yer gözcü şövalyeler dolanıyordu. Manzarayı dehşetle izleyen arkadaşı Bamsı: —Biz bunca kalabalık karşısında bir avuç insanız. Nasıl durdururuz bu azgın kalabalığı İbrahim? diye sordu. —Bir çaresine bakacağız. Savaşta sayının çok olması değil, çarpışan askerin cesareti ve hüneri önemlidir. Ayrıca savaş alanını iyi tanımak gerekir. Korkma! diye cevapladı İbrahim. Keşke onların dilini bilseydik, diye sürdürdü konuşmasını. —Dillerini bilsen ne yapacaktın? Etmeyin, eylemeyin gidin buralardan mı diyecektin? —Güldürme beni Bamsı. Birini kenarda köşede tek yakalar konuştururdum. —Sen Bizans dilini biliyorsun ya İbrahim. Buluruz birisini. —Ah benim saf arkadaşım. Bunlar Bizanslı değil ki. Bunlar Alman! Ardından Frenkler gelmekteymiş. —Bunlar ya Honaz yoluyla Hanabat’a doğru gidecekler, ya da Kazıkbeli’ni aşmaya çalışacaklar. Durmadan Ladik’ten Tonguzlu’ya doğru aktıklarından Kazıkbeli’nden geçecekler besbelli. Çünkü Akdeniz’e giden en kısa yol Kazıkbeli’nden geçer. Bu arada ağaçlar içine bağladıkları atlarının acı acı kişnediğini duydular. Acele atların bağlı olduğu küçük çayırlığa dönünce üç gözcü şövalyenin atları çözmeye çalıştıklarını gördüler. Şövalyeler atlara yaklaşmaya çalıştıkça atlar şaha kalkıyor, iri gözlerini şövalyelere dikmiş kişniyorlardı. Şövalyeler atlara İbrahim ve Bamsı’nın anlamadığı bir dille bir şeyler diyorlar, zaman zaman bağırıyorlardı. İbrahim ve Bamsı’yı görünce atları bırakıp onlara doğru kılıçlarını çekip kalkanlarını sırtlarından çıkarıp naralar atarak saldırdılar. İbrahim ve Bamsı da kılıçlarını sıyırıp onları karşıladılar. Bir anda atların bağlandığı küçük çayırlık kılıçların şakırtısı, kalkanların gümbürtüsü ve at kişnemeleriyle yankılandı. Üçe iki amansız bir çarpışma başladı. İbrahim şövalyelerin kılıç savurmasından, kalkan tutuşlarından, ileri geri sıçramalarından çok usta savaşçılar olduklarını anladı. Bir an önce bunlardan kurtulmalı ve geri dönmeliydiler. Çarpışma uzarsa naralardan, kılıç kalkan gümbürtüsünden başka gözcü şövalyeler de gelebilirdi. Bu ise onların sonu olurdu. Elini çabuk tutmak için var gücüyle önüne gelen şövalyeye kılıcını savurdu. Ama adam çetin ceviz çıkmıştı. Öyle bir sıçrıyor, atlıyor, eğiliyordu ki bir yolunu bulup kılıç darbelerinden kurtuluyordu. Zırhları da kılıç darbelerinden koruyordu şövalyeleri. Bu arada diğer ikisi daha iri yarı gördükleri Bamsı’ya yumulmuşlardı. Bamsı onları durdurmak için tüm gücünü harcıyor ve geri geri çekilerek kendini savunuyordu. İbrahim son bir aldatıcı hamlenin arkasından öldürücü darbeyi vurup kılıcını önündeki şövalyenin boğazına sapladı. Acı bir çığlık atan şövalyenin boğazından fışkıran kanlar İbrahim’in yüzüne kadar sıçradı. Tüm hızıyla Bamsı’ya yardıma koştu. Bu arada hem Bamsı’dan hem de şövalyelerin birinden aynı anda bir “aaah! diye bir inleme sesi geldi. Yanlarına geldiğinde Bamsı bir eliyle göğsünü bastırıyor, diğer eliyle kendine saldıran ikinci şövalyeyi durdurmaya çalışıyordu. Bamsı’nın yaraladığı şövalye ise yerde debeleniyor, çırpınıyor, hırıltıya benzer bir ses çıkararak çayırları kemiriyor, can veriyordu. İbrahim yaklaşınca öteki şövalye İbrahim’e döndü. Dönmesiyle birlikte İbrahim’in bir ok gibi fırlattığı hançer gözüne saplandı. Şövalye öküz gibi böğürerek yere kapaklandı. Can acısıyla yerdeki çayırları avuçlarıyla yolmaya, dişleriyle ısırmaya başladı. İbrahim yere düşmemek için son gücünü harcayan, yere diz çökmüş Bamsı’yı kucağına aldı. “Bamsı kardeşim! Yiğidim dayan!” diye yalvardı. Bamsı dönen gözleri ile İbrahim’e son kez baktı. Beyaz mintanı kızıl kana boyanmıştı. —Hakladık mı onları İbrahim? diyebildi. —Hakladık. Dayan sen, ata bindireyim ve buradan gidelim. —Benden ümidini kes İbrahim! Bu ya...ra ile faz...la daya…nıl…maz! —Gözünü seveyim Bamsı dayan! Dayan! Bamsı’yı silkeledi, kucaklayıp az ötedeki atına doğru götürmeye çalıştı. Bamsı: —İb..ram… Hakkını he…lâl et… Eşhedü… enlâ…ilahe... deyip gözleri kaydı. Soluk alıp verişi kesildi. Elâ gözleriyle İbrahim’e ‘Çabuk git. Sen bize gereklisin. Karaağaç Ovası seni bekler İbrahim!’ der gibiydi. O anda gürültüyü, kılıç kalkan seslerini duyan beş on gözcü zırhlı şövalyenin hızla kendine doğru doludizgin gelmekte olduklarını gördü. Bamsı’yı yere uzattı. Onun beyazlaşan yanaklarından öptü. Yüreği dayanılmaz bir acıyla yanıyordu. Gözyaşları kana boyanmış sakallarından inip boynunu ıslatmıştı. Elleri, ayakları zangır zangır titriyordu. “Kahraman Bamsı! Bu savaşın ilk şehidi Bamsı! Bu olay biraz da benim tedbirsizliğimden oldu. Hakkını helâl et!” diye mırıldandı. Atına binip doludizgin Honaz taraflarına doğru kaçtı. Ardında naralar atarak, mızraklarını uzatmış şövalyeler geliyordu. Honaz’a doğru amansız bir kovalamaca başladı… İbrahim kendine yaklaşan şövalyelerin zırhlarına ok işlemediğini anlayınca atlarına nişan almaya başladı. Hem kaçıyor hem birden geri dönüp bir ok atışıyla bir atı vuruyordu. Atı yere tökezleyen şövalye sersem tavuğa dönüyor, gerilerde kalıyordu. Bu arada bir şövalyenin attığı bir mızrak kolunu sıyırmış geçmişti. Mintanının kolu kıpkırmızı olmuştu. Honaz’a girdiğinde ardındaki şövalyelerden eser kalmamıştı. Doğruca Aleksi ile tanıştıkları hana girdi. Hancı ve karısı onu hemencecik tanıdılar. —Aaa! Kara Abraaham bu! Bilekkıran Aleksi’yi dize getiren yiğit. Yanılmıyoruz değil mi? —Evet benim. Kara Abraham! —Bu ne hâl şövalyem? —Bana yardım eder misiniz dostlar? —Elbette yiğidim! Anlaşılan sen de o gaddar Haçlı şövalyelerine rastladın. Burada herkes diken üstünde. Herkes dağlara kaçmak için yollara düştü. Haçlılar Türkmen’di, Bizanslıydı demez girdikleri yerde ne bulurlarsa talan ederlermiş. Karşı koyanların başlarını uçururlar, evlerini, barklarını yakar, yıkarlarmış. Bu arada kadın sıcak su, pamuk ve sargı bezleri getirdi. İbrahim’in gömleğini çıkardı. Yarayı iyice temizledi, özenle sardı. İbrahim elini yüzünü bir güzel yıkadı. —Geçmiş olsun, yaran çok derin değilmiş. Kokulacak bir durum yok, dedi. İbrahim hancının getirdiği yeni bir gömleği giyerken Hancı: —Bizim keşiş Haçlıların dostudur. Laodikya’da onların keşişleriyle görüşmüş. “Hoş geldiniz!” demiş. “Türkleri buralardan atın!” diye yalvarmış. Ondan öğrendiğime göre Honaz’dan geçmeyeceklermiş. Buradan Hanabat ovasına gidersek yol çok uzar diyorlarmış. Daha kısa diye Kazıkbeli’nden gideceklermiş. Şükür Tanrıya! Buradan geçerlerse halimiz ne olurdu? dedi. —Emin misin Kazıkbeli’nden geçeceklerine? —Keşiş, onların keşişleriyle görüşmüş dedim ya... Bana ‘Korkma buraya gelmeyecekler,’ dedi. İbrahim handa karnını doyurdu. Yardımları için birkaç Bizans sikkesi uzattı. Hancı: —Olmaz yiğidim, sen bizi Kara Yorgi denen kan içicinin zulmünden kurtardın. Sen olmasaydın her zaman uğrayıp haraç alıp gitmeye alışmıştı. Sana yardım etmek vazifemiz. Yolun açık olsun! dedi. —Bir gün yolunuz Karaağaç’a düşerse Kara İbrahim deyin, herkes beni tanır, deyip atını Honaz dağına doğru sürdü. Hancı ile karısı onu uğurlarken ardından: —Biliyoruz İbrahim. Sen Karaağaçlı bir Türkmensin. Güle güle Kara Abraham! Yolun açık olsun Kara İbrahim! diye seslendiler… *** Kara İbrahim’in Tekkeköy (Şahin Tepesi) sırtlarında bekleyen arkadaşları gün dağlara eğilinceye kadar yolu gözlediler. Gelip geçenler azalmış ama İbrahim ve Bamsı görünmemişti. Gün dağlara değince kaygıları arttı. İçlerinden Alper: —Gün batıyor ama dönmediler. Başlarına bir şey gelmiş olmasın! diye umutsuzca ufuklara göz attı. —Biraz daha bekleyelim. İbrahim bu! En umulmadık yerden çıkıp gelir, dedi arkadaşları. Bazıları: —Gidip Ladik’te, Tonguzlu’da İbrahim’i arayalım, dedi. —Bu Karaağaç’ta bekleyenleri elsiz, kolsuz bırakmak olur. Başımıza neler geleceği belli olmaz orada. Gün battı, dağlar kararmaya, Tonguzlu ışıkları belli belirsiz yanmaya başladı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ufuklara bakmaktan gözleri kamaşmış, kanlanmıştı. Alper üzgün ve kırık bir sesle: —Dönelim arkadaşlar! Sabaha Karahöyük’te olmalıyız. Takdirde yazılan tedbirle bozulmaz. Biz ordumuza katılalım. Başka çare yok! dedi. Başları önde, hiç konuşmadan, ara sıra arkalarına bakarak yola çıktılar. Kazıkbeli’nin derin vadisine vardıklarında gece olmuş, gökte dolunay parlamıştı. Birden aşağılardan gelen bazı sesler duydular. Hemen atlardan inip, ormana gizlendiler. Atları az geriye bağlayıp yanlarına iki kişi bırakıp gelenleri izlemeye başladılar. Çalılar arasında sürünerek onlara yaklaştılar. Konuşmaları duyunca bunların üç Türkmen olduğunu anladılar. Kulak kesildiler. Gelenler kendi aralarında konuşuyorlardı. —Kara İbrahim’den kurtulmanın tek yolu bu Haçlılar olacak! —Almanlar onun Ladik’te olduğunu bir bilseler, işi bitiktir. —İbrahim’in ordusuyla Kazıkbeli’de pusu kurduğunu öğrenseler, mesele kalmaz. —Eğer İbrahim bu seferden de alnının akı ile çıkarsa başımıza bey olması kesindir. Artık çalımından geçilmez. —Yenilirse gururu incinir, el yüzüne bakacak hali kalmaz. —Avşar Beyi’nin de gözünden düşer. —Ya başaramazsak bu işi? Yaptığımız çok tehlikeli bir iş! —O zaman hiçbir şey olmamış gibi obaya geri döneriz. Alper ve arkadaşları bunları duyunca kulaklarına inanamadılar. Kimdi bu hainler? Olacak iş değildi, bir İbrahim kıskançlığıyla koca Karaağaç Türk’üne ihanet etmek! Böylesi görülmüş duyulmuş şey değildi! Biraz daha yaklaşıp birden üstlerine çullandılar. Birer tekmeye yere yıkıp ellerini ayaklarını sıkıca bağladılar. Yüzlerini ay ışığına döndürdüler. Aman Allah’ım gördükleri karşısında neredeyse küçük dillerini yutacaklardı. Bunlar Avşar Beyi’nin yeğeni Murat, öteki Kara Molla denilen sofu, üçüncü de beyin kızı Beyce Sultan’da gözü olan, her güreşte, her yarışta İbrahim’e karşı posta koyan Uzun Sancar’dı. Alper onları saçlarından tutup yüzlerine tükürdü. —Vay utanmazlar vay! Böyle dar bir günde ha! Bir İbrahim çekememezliği ha! İnsan bu kadar kancık olur mu? Şimdi ben sizin boynunuzu vurayım mı? Arkadaşlarından biri Alper’in önüne geçti: —Yapma! Bunları Bey’e teslim edelim. Bey de bilsin ihanet edenleri. Cezalarını o versin! Elleri ayakları bağlı üç haini önlerine kattılar, atlarına bindirdiler. Öfkeden deliye dönmüşlerdi. İbrahim ve Bamsı’nın dönmeyişine acısına üç hainin öfkesi de eklenince adeta kudurmuşlardı. Yolda ağızlarını bıçak açmıyor, açlık susuzluk akıllarına gelmiyordu. Kazıkbeli’ni aşıp, Kızılçukur’a vardılar. Orada azıcık soluklanıp Karahöyük’e yöneldiler. *** Haçlıların Tonguzlu’ya geldiği haberi gün doğmadan tüm Karaağaç ovasına, yaylalarına yayıldı. Kefe, Manda, Eşeler, Şaman, Çameli, Dirmil yaylarına, oradan Gireniz Boğazı’na, Pazarhan’a, İşgen Pazarı’na, Kepez’e (Kızılhisar’a), kadar tüm Türkmenler ayağa kalktı. Damarlarındaki savaşçı kan hızlandı, yürekleri kabardı. Tüm obalardan ellerinde yalın kılıç, başlarında kurt postlu börkleri, sırtlarında ok ve yayları, manda derisinden zırhları ile binlerce çeri Karahöyük’te toplanmaya başladı. Karahöyük böyle bir kalabalığı ne görmüş ne de duymuştu. Tüm obalardan toplanan kadınlar, kızlar gözleri buğulu, gelen çerilerin su ve yiyecek yetiştirmek için koşuşturuyorlardı. Koca çayırlık at kişnemeleri ile uğulduyordu. Ovada yeniden davullar gümbürdedi, salâlar yankılandı, tekbirler yükseldi. Bey’in kurdurduğu çadırda her obadan katılan büyükler, ulular, dedeler ve birliklerden sorumlu subaşılar toplandı. Çadırda oturacak yer kalmamıştı. Ağızları bıçak açmıyor, herkes soluğunu tutmuş bekliyordu. Az sonra Kazıkbeli’ne keşfe çıkan birlik tozu dumanı katarak Karahöyük’e girdi. Elleri, kolları bağlı, yüzleri yedikleri tekmelerden morarmış üç haini sürükleye sürükleye, apar topar Avşar Beyi’nin çadırının önüne getirildiler. Çevredeki kalabalık merakla çadır önüne yığılmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. —Neden elleri, kolları bağlı bunların? —Bunlar Murat, Sancar, Kara Molla değil mi? —Ne oldu ki aralarında? Elleri, yüzleri mosmor olmuş? Avşar Beyi gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamadı. Yeğeni, Molla ve Uzun Sancar elleri kolları bağlı önlerinde diz çökmüştü. Onları getiren Alper ve arkadaşları burnundan soluyorlardı. İçlerinde Kara İbrahim ve Bamsı görünmüyordu. —Bu ne hâldir oğullar? Bunlar neden bağlı? Kara İbrahim ve Bamsı nerede? diye sordu. Alper bir adım öne çıkıp olanı biteni Bey’e bir çırpıda anlattı. Bu üç hainden duyduklarını tekrarladı. Avşar Beyi bunları duyunca öfkeden kudurdu. Önünde diz çökmüş, boyunlarını eğmiş üç hainin yüzlerine tükürdü. —Doğru mudur bu duyduklarım? Sizde hiç utanmak, arlanmak yok mudur? diye gürledi. Önünde diz çökmüş üç hain: —Beyim bir boşboğazlık ettik. Affet bizi! diye kısık bir sesle yalvardılar. —Gecenin yarısında Kazıkbeli’nde işiniz neydi? Nereye gidiyordunuz? —Şey… Beyim. Biz İbrahim’e yardıma gidiyorduk. —Demek yardıma gidiyordunuz, neden onunla birlikte gitmediniz? —Şey Beyim. Aklımıza sonradan geldi yardım etmek. Affınıza sığınıyoruz. —Ben affetsem millet affeder mi? Kullar affeder mi? Şehitler, gaziler, öksüzler, yetimler affeder mi? Neden böyle pis bir yola saptınız siz? Ne derdiniz vardı? —Beyim, size Hak vaki olunca İbrahim başımıza bey olacak diye korktuk, onu konuşuyorduk. —Ulan melunlar, Ulan ahlâksızlar, bir beylik, bir şan için vatan satılır mı? Değer mi buna? Çadırın önünde dört dönüyor, sesi ovayı çınlatıyordu. O bağırdıkça çevrede bekleşenler olay hakkında bir fikir sahibi olunca “Vurun boyunlarını! Vurun!” diye bağrışmaya başladılar. Bağrışları duyan Avşar Beyi durdu, düşündü. Eliyle herkesin susmasını işaret etti: —Susun! Dinleyin beni! Biz bedevi miyiz? Biz yamyam mıyız hemencecik boyun vuracak? Bizim bir töremiz var. Hukukumuz, adaletimiz var! Mahkeme kurup ona göre ceza vereceğiz. Tez elden Karaağaç bilgeleri, uluları toplansın. Kararı onlarla birlikte verelim… Biraz sonra Karaağaç uluları, bilgeleri toplandı. Bey’in kardeşi de ulular, bilgeler arasındaydı. Oğuz Bey, Bedri Bey, Çakır Bey, Taşkın Bey ve din ulusu Eren Dede de gelmişti. Hatun Ana da aralarındaydı. Bir yazman yere çömelmiş ceylan derisi üzerinde alınacak kararı yazmak üzere hazır bekliyordu. Herkes susmuş, çıt çıkmaz olmuştu. Yüzlerde derin bir öfke ve üzüntü okunuyordu. Bey’in kardeşi, oğlunun düştüğü korkunç ihanetin acısıyla derin derin soluyordu. Oğlu böyle can pazarı yaşadıkları bir anda nasıl olur da obasına, milletine ihanet edebilirdi? Gördükleri ve duydukları onu perişan etmişti. “Yaktın beni oğlum! Bu ihanete soyumuzu sopumuzu karaladın. Bundan sonra el içine çıkamam ben!” diyerek arada bir oğluna göz atıyordu. Oğlunun Kara İbrahim’e karşı son yıllarda takındığı tavır gözünün önüne geldikçe onu uyarmadığına bin pişman oluyordu. Ah şu Yobaz Molla yok muydu? Her fitne onun başının altından çıkıyordu. Kurulan mahkemede oğlunu yargılamak ne acıydı! Ne dayanılmaz bir ıstıraptı! Ne kadar üzülse de olan olmuştu. Oğlu ve diğer iki suçlu elleri kolları bağlı, güçlü kuvvetli dört beş çerinin arasında, ayakta zor duruyorlardı. Çadırın önüne bir tahta divan kuruldu. Üstüne kilimler serildi. Avşar Bey’i başkan olmak üzere mahkeme üyeleri yerlerine oturdular. Bey üyelere ve halka dönerek: —Bu büyük millet, bu soylu Oğuz boyu bağrından nice kahramanlar yetiştirmiştir. Üzülerek belirteyim ki, Sultan Alparslan’ı katledenler gibi hainler de çıkmıştır aramızdan. Şimdi hepinizin tanıdığı bu sanıklar vatan ve obamıza ihanetle yargılanacaklardır. Öncelikle tanıklar Alper ve arkadaşları gelsin! Gördüklerini, duyduklarını anlatsınlar! dedi. Alper ve arkadaşları karşıya dizildiler. Teker teker başlarından geçenleri ve Kazıkbeli’nde duyduklarını anlattılar. Bekleşen kalabalıktan bağrışlar yükseldi. —Biz de daha önce böyle ileri geri konuştukları duyduk ve gördük. Sarısu Zaferi’nden bu yana hep buna benzer dedikodular yaydılar. Biz tanığız! Bey kardeşine döndü: —Can kardeşim, yiğit kardeşim! Şu anda ne kadar üzgün olduğunu biliyorum. Ben de bu kendini bilmezler arasında yeğenimin de bulunmasından utanç içindeyim. Ancak biz, bir küçük devletiz burada. Alacağımız karar töremize, devletimize uygun olmalıdır. Sanıklardan birinin benim yeğenim olması sonucu değiştirmez. O ana kadar başını öne eğmiş, hiç ses etmeyen Bey’in kardeşi başını doğrultu. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, eli ayağı titriyordu. Hafifçe doğrularak: —Beyim, vatan ihanet eden benim oğlum bile olsa gereken ceza verilmelidir. Ben oğul acısıyla bağrıma taşlar basarım ama töremize karşı gelemem! Herkesçe böyle biline! deyip yerine oturdu. Bey ayağa kalktı. Burun delikleri kabarıp iniyor, gözlerinden alev fışkırıyordu. —Diyeceğiniz son bir şey var mıdır? diye sert bir sesle sanıklara sordu. Sanıklardan Bey’in yeğeni: —Şeytana uyduk. Kıskançlık aklımızı başımızdan aldı. Affınıza sığınıyoruz, diye dili dolanarak bir şeyler geveledi. Avşar Bey’in duyulmaz bir sesle diğer ululara, beylere bir şeyler danıştı. Onlar da tek tek başlarını sallayıp Bey’in dediklerini onayladılar. Eren Dede, Bey’le konuşurken dua eder gibi yapıp avuçlarını beyaz sakallarında dolaştırdı. Avşar Beyi ayağa kalktı, gözlerini kalabalık ve sanıklar üzerine dikerek: —Karar verilmiştir. Bu üç Türkmen, Kara İbrahim’e duydukları kıskançlığı vatana ve obalarımıza ihanet edecek kadar ileri götürmüşlerdir. Suçlarını da kendileri kabul etmişlerdir. Allah korusun düşman bizim durumumuzu bilse, İbrahim ellerine geçse nasıl bir felâkete doğru sürüklenirdik bilmiyorum. Bu nedenle bu üç kişinin töremiz, hukukumuz ve dinimiz gereğince asılma... Sözünü tamamlamadan kalabalık birden çalkalandı. Bağrışlar, naralar ortalığı inletti. —Kara İbrahim geliyor! Kara İbrahim döndü! —Yaşasın Kara İbrahim! Yaşasın Kara İbrahim! Az sonra atından ter fışkıran, eli yüzü toz toprak içinde, Kara İbrahim alana girdi. Kalabalık açıldı. Bir çırpıda atından indi. Diz çöküp selam verdi. Elleri kolları bağlı üç Türkmen’e göz attı. “Bir şey anlamadım.” der gibi bakındı. Etrafını saran, kendini kucaklayan, öpenlerden sıyrılıp Bey’in yanına yaklaştı. Bey ve uluların ellerini öptü. —Biz sefere hazırlanırken burada neler oluyor Beyim? Bu Türkmen kardeşlerime ne oldu da elleri kolları bağlı? diye sordu. Bey olanı biteni İbrahim’e kısık bir sesle anlattı. İbrahim Bey’i dinlerken gözleri ile Bey’in yeğeni Murat’ı, Kara Molla’yı ve Uzun Sancar’ı izliyordu. Bakışları şimşek gibi parlamış, demiri delecek kadar keskinleşmişti. Bu sert ve anlamlı bakış bir süre sürdü. Sonra Bey’e ve ululara dönüp: —Bana duydukları kin ve kıskançlıktan dolayı ben hakkımı helâl ettim. Onları affettim. İnsanoğlu beşerdir, şaşar. Ben ulularımızın vereceği karara saygı duyarım. Büyüklerim, ulularım bana sorarlarsa derim ki bir şartla bunları affedelim. Bey merakla İbrahim’e sordu: —Nedir bu şartın oğul? —Benimle giden arkadaşım Bamsı şehit oldu. Geride iki çocuk bıraktı. Ev yoldaşı, hanımı Ayçiçek yüklüdür. Bamsı’nın üçüncü cocuğu, Allah izin verirse yoldadır. Bunlar yaşamları boyunca kazandıklarından Bamsı’nın çocuklarına geçimlik pay versinler. Sürülerinin, ürünlerinin yarısını bu iş için ayırsınlar. Ayrıca yaşamları boyunca kılıç, kalkan, ok taşımasınlar. Ordumuza katılmasınlar. Bey ve ulular bakıştılar. Yufka yürekli ve hoşgörülü Kara İbrahim’e hayranlıkları bir kat daha arttı. Bey her birinin düşüncesini sordu. Hepsi de Kara İbrahim’in düşüncesini uygun buldu. Böyle kara bir günde ikinci bir üzüntünün obanın üstüne çökmesini uygun bulmadılar. Avşar Bey’i, beylerle ve ulularla tekrar bir şeyler fısıldadı. Sonra: —Karar verilmiştir. Bu sanıkların ömürleri boyunca silahsız dolaşmalarına, Şehit Bamsı’mızın çocuklarına bakıp büyütmelerine, karar verilmiş ve bu şartlarda affedilmişlerdir. Eğer bunlara uymadıkları görülürse nereye gitseler hemen yakalanıp şu koca kavağın dalına asılacaklardır. Çözün onları! diye seslendi. Biraz önce öfkeden çalkalanan, homurdanan Türkmenlerin yüzleri güldü. —Kara İbrahim sen çok yaşa! diye bağrıştılar. Kara İbrahim gördükleri, duydukları en büyük bahadırdı. Ancak onun bu kadar yufka yürekli olduğunu görmemişler ve duymamışlardı. Onu sevgiyle bağırlarına bastılar, öptüler. Elleri kolları çözülen suçlular bir koşuda İbrahim’in ayaklarına kapandılar. —Affet bizi İbrahim! Şeytana uyduk! diye yalvardılar. İbrahim onlara: —Ben bir hakkım varsa affettim. Gerisini Allah affetsin! diyerek Bey çadırına daldı. Çadıra oba beyleri ve uluları da girdi. Bey’in bir emri ile çadır kapısı kapandı ve çevredekiler çadırdan uzaklaştırıldı. Bey oturduğu yerden: —İbrahim, yiğit oğlum! Arkadaşlarınla geri dönmeyince çok korktuk. Başına bir şey geldi sandık. Ama içimde ‘İbrahim her ne eder, çıkar gelir.’diye bir his vardı. Bamsı yiğidimizin şehit olduğunu duymak yüreğimizi dağladı. Nasıl oldu? Anlat bakalım. İbrahim başlarından geçenleri bir bir anlattı. Kendini kovalayan şövalyelerden nasıl kurtulduğunu, nasıl yaralandığını da anlattı. Bey: —Hay Allah! Kendi işimizden sana bakamadık oğul. Hemen yarana baksınlar, dedi. —Bir sıyrıktı geldi geçti. Beyim. Önemi yok. Honaz’da daha önce tanıştığım bir hancı yaramı sardı, meraklanmayın. Sonra tüm ululara dönerek: —Beyim, atalarım, büyüklerim, biraz önce keşif görevinden döndüm. Ne acıdır ki bu sırada arkadaşım yiğit Bamsı şehit düştü. Düşman o kadar çoktur ki onlarla Menderes Ovası’nda veya Yeşil Sahra dediğimiz Karaağaç Ovası’nda karşı karşıya gelmek çılgınlık olur. Çerilerimiz ne kadar yiğit olursa olsun, kılıçlarımız ne kadar keskin olursa olsun, telef oluruz. Yalnız bir kurt bir it sürüsünde çaresiz kalır, yara bere içinde kavgayı kaybeder. Kurda düşen bir fırsatını bulup it sürüsünü kıstırıp boğmaktır. Bana göre pusuya yatmak en doğru yoldur. Çünkü Haçlıların buradan geçip Antalya’ya gitmek istediklerini öğrendim. Biz bir şeyler yapamazsak düşman elini kolunu sallayarak, çoluk çocuğumuzu kırıp geçirerek, sürülerimizi, otlaklarımız yağmalayıp yoluna devam edecektir. O nedenle onları öyle bir yerde kıstırmalı ki neye uğradıklarını şaşırsınlar. Ayrıca bizim çok kalabalık olduğumuzu sanmalıdırlar. —Öyle bir yer neresi olabilir oğul? —Kazıkbeli en uygun yerdir derim. Kefereler bele tırmanırken yorgun düşecekler ve bir ip gibi uzayıp geçmek zorunda kalacaklardır. Oradan aşarlarken atlılar zorlanacak, yayalar dermansız kalacaktır. Biz ani bir baskınla onları şaşırtabiliriz diye düşünüyorum. Bey ve ulular başlarıyla İbrahim’in sözlerini onayladılar. —Uygundur. Allah muvaffak eylesin! diye dua ettiler. —Tüm çerilerimiz toplanınca hemen yola çıkayım ve çevrede düzen alalım. Pusuya yatayım. Bey İbrahim’e dönerek: —Hemen yola çıkalım oğul! Ancak kolundaki yaraya bakılsın! Az sonra elinde sargı bezleriyle Beyce Sultan geldi. İbrahim’i kenara çekip yara sargısını çözdü, yarayı temizleyip merhem sürdü ve sardı. Yarayı sararken eli ayağı birbirine karışıyor, yüzü renkten renge giriyordu. Beyce Sultan’ın durumunu bilenler, “Vah zavallı kıza! O yanıp yanıp kül oluyor da İbrahim’in haberi yok!” diye mırıldandılar. İbrahim yarası sarılıp çadırdan çıkınca Bey ve ulular onun sırtını sıvazlayıp “Gazan mübarek olsun yiğit oğlumuz!” dediler. Avşar Beyi beyaz bir kaftan giymişti. Başında, beyaz bir tolga vardı. Sabırsızlıkla bekleyen çerilere doğru yöneldi. Avşar Beyi çelik bakışlı genç çerilere bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü. —Yiğitlerim, bahadırlarım, öğrendik ki karınca sürüsünden kalabalık haçlılar kapımıza dayanmış. Binlerce şehidin kanlarıyla sulanmış ve Ergenekon gibi bize yurt olmuş topraklarımıza göz koymuşlardır. Bilge Kağan’ın, Selçuk Bey’in, Alpaslan’ın, Afşin Bey’in torunları olarak onlara yakışır şekilde göğsümüzü siper etme zamanı gelmiş çatmıştır. Düşmanın bizlerden kat kat fazla olması asla sizi kaygılandırmasın. Unutmayın ki biz kırk yiğitle Çin Sarayı’nı basmış bir neslin torunlarıyız. Komutanınız Kara İbrahim Bey’dir. Ben dâhil hiçbirimiz onun emrinden asla çıkmayalım. Çünkü o birçok cenkten alnının akıyla çıkmış bir bahadırdır. Sultan Mesut’un gözbebeği bir savaşçıdır. Ona güvenelim. Hepimiz ölürsek şehit, kalırsak gazi olacağız ancak torunlarımıza şanlı bir tarih ve güzel bir yurt bırakacağız. Ben de Sultan Alpaslan gibi beyaz kefenimi giyip, atımın kuyruğunu bağlayıp ve elimde kılıç sizinle birlikte olacağım. Yanındaki ululardan, oymakbaşlarından sesler yükseldi. —Beyim, obamızı başsız, beysiz bırakmayın. Savaş bu, sonucunu kestirmek zordur. Eğer size bir şey olursa obalarımız başsız kalır. Hem bu yaşta savaşmak size düşmez, diye söylendiler. Avşar beyi belini iyice doğrulttu, dimdik oldu. Yumruklarını sıktı: —Eğer şehit olursam beni bir karaardıç altına gömünüz. Yanına bir çeşme kurunuz. Karaardıçtaki kuşların sesi, yapraklarını okşayan yeller bana yoldaş olsun. Suların şırıltısı türküm olsun, marşım olsun. Şehitlik mertebesi bir Oğuzlu için en büyük bahtiyarlıktır. Obamızı eşim Hatun Ana’nıza ve dünyalar güzeli kızım Beyce Sultan’a emanet ediyorum. Onlar bizleri aratmayacaktır. Geride alan yaşlılarımıza, kadınlarımıza, çocuklarımıza, sürülerimize, otlaklarımıza göz kulak olacaklardır. Gözüm hiç arkada kalmayacaktır. Torunum Karaağaç tam bir bey gibi büyümektedir. Yüce Mevla gazamızı mübarek etsin. Herkes helâlleşip yola çıksın. Haydi, benim aslanlarım, Alplerim! Hakkınız helâl edin! dedi. Eren Dede ezan okudu. Çayırlığa sığmaz kalabalık saf olup namaza durdu. Namazdan sonra zafer için dualar edildi. Tekbir sesleri Karaağaç ovasını bir kez daha inletti. Eren Dede’nin gözleri yaşartan, yürekleri titreten duasıyla kalabalık dalgalandı. Çeriler bölük bölük düzene geçtiler. Avşar Beyi, yanında Kara İbrahim olmak üzere beş bin atlı Kazık Beli’ne doğru doludizgin yola çıktı. Karaağaç Ovası onların nal seslerinden, tekbirlerinden bir uçtan bir uca inledi. Geride kalanlar göz pınarlarından süzülen yaşlarla, göğe yükselen ellerle ve dudaklarda dualarla Kara İbrahim komutasındaki Karaağaç Türkmen ordusunu uğurlandı. Gün batarken Kazık Beli’nin derin vadisinde gözden kayboldular…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.