Hazine Avcıları: Antik Dünyanın Kapıları Açılıyor!
Bu kitapta, define avcılarının nefes kesen maceralarına tanık olacak, heyecan dolu bir serüvene atılacaksınız. Tarihin derinliklerinde gizlenmiş, u...
Bölüm 1: Yoksul Arkeolog ve Issız Dağlar Şeref, Ankara Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nü birincilikle bitirmişti. Duvarları posterlerle, masası kazı raporlarıyla dolu küçük öğrenci evinde geçen uykusuz gecelerin ve tozlu kazı alanlarında ter dökülen yazların tek bir amacı vardı: ülkesinin kültürel mirasına hizmet etmek. Ancak mezuniyetten sonra geçen dört yıl, bu hayalin ne denli ulaşılmaz olduğunu göstermişti. Atama umudu, her geçen gün sönen bir mum gibiydi. Yüksek lisans tezi "Anadolu Mitolojisinde Kayıp Kentler" rafta tozlanırken, Şeref büyük bir hayal kırıklığıyla işsiz kalmıştı. Kirayı ödemekte zorlanan, gururu incinmiş bir arkeolog olarak, artık 'etik' sınırlarını zorlayan bir karar alma aşamasına gelmişti: Define arayıcılığı. Bir akşam, eski bir yerel gazete kupüründe gözüne bir haber ilişti: "Gavur Kaya Mağaraları Bölgesinde Esrarengiz Buluntular." Bu bölge, medeniyetlerin kesişim noktasında, tarih boyunca korsanların ve kaçakçıların uğrak yeri olmuş, halk arasında 'lanetli' olduğu söylenen sarp dağlarla çevriliydi. Şeref, sırt çantasını topladı. İçine biraz konserve, eski bir pusula, bir defter ve üniversiteden kalma jeofizik ölçüm cihazını attı. Amacı, bilimsel yöntemlerle efsaneleri birleştirmekti. Birkaç gün süren yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından, adı sadece haritada geçen, yolun bittiği yerdeki dağ köyü Kızılyokuş’a vardı. Köy, yoksulluktan ve göçten yorulmuş, sessizliğe gömülmüş gibiydi. Bölüm 2: Çoban Ali ve Keçi Kızılyokuş’ta ilk aradığı kişi, bölgeyi avucunun içi gibi bilen bir çoban olmalıydı. Köy kahvesinde, yüzü dağ rüzgârlarından nasırlaşmış, gözleri zekâ ve hayat tecrübesiyle parlayan yaşlıca bir adamı sordu: Çoban Ali. Ali, Gavur Kaya eteklerinde, taşlardan örülü derme çatma bir ağılda yaşıyordu. Şeref, ağıla yaklaştığında, Ali'nin elinde bir hayvan ayağını dikkatle incelediğini gördü. "Merhaba, ben Şeref," dedi yorgun bir sesle. "İstanbul'dan geldim. Sizinle önemli bir konu hakkında konuşmak istiyorum." Ali, elindeki işi bırakıp doğruldu. "Hoş geldin delikanlı. Ben Ali. Gel otur. Şöyle söyleyeyim, buralara İstanbul'dan turizm için gelen olmaz." Şeref, dolandırmadan konuya girdi. Dürüsttü; mesleğini, atamasının gelmediğini ve umutsuzluğunu anlattı. Ardından asıl niyetini açıkladı: "Ali amca, ben buradaki efsaneleri biliyorum. Gavur Kaya'nın sırrını... Biliyorum ki, bölge define işaretleriyle dolu. Ben arkeolog olarak, bilimle bu hazineyi bulabilirim. Senin de bu dağları benden iyi tanıdığını biliyorum. Güvenilir bir ortağa ihtiyacım var. Bulursak, adilce paylaşırız." Ali, Şeref'i baştan aşağı süzdü. Bu genç adam, gördüğü diğer defineciler gibi sarhoş ve aceleci değildi. Gözlerinde yitik bir idealistin ateşi yanıyordu. Ali gülümsedi. "Senin derdin başkalarının altınları değil, değil mi? Senin derdin o bilginin, o eğitimin karşılığını almak." Sonra elindeki hayvan ayağını Şeref’e uzattı. Bu, ağıldaki keçilerinden biriydi. Keçinin bileğinde, paslanmış, toprağa bulanmış ama parlayan, ince, el işçiliği harikası altın bir zincir duruyordu. "Bu sabah buldum bunu," dedi Ali. "Keçi, sarp bir yamaçtan dönerken ayağına takılmış. Bin yıldır bu dağlardayım, böyle bir şeye ilk defa rastlıyorum. Keçi, nereye gitmişse, o yere bir bakın der gibi. İşte senin aradığın hikâye bu zincirle başladı bile, delikanlı. Sanırım kader bizi bir araya getirdi." Ali, elini Şeref'in omzuna koydu. "Anladım seni. Tamam, Şeref. Ben sana güveniyorum. Gavur Kaya'ya giden en eski patikaları, saklı su kaynaklarını ben bilirim. Sen de o toprağın altında ne yattığını bilirsin. Yarın sabah, gün ağrımadan yola çıkıyoruz. Macera başlasın!" Bölüm 3: Gavur Kaya'nın Sırrı Ertesi gün, güneş doğmadan Ali ve Şeref, dağlara doğru tırmanışa geçti. Ali, dağ keçisi çevikliğiyle önde yürüyor, Şeref ise elindeki not defterine bölgenin jeolojik yapısını ve eski haritalardan çıkardığı koordinatları işliyordu. Ali, keçinin zinciri bulduğu yeri gösterdi: Sarp, çamurlu bir yamaç. Yamaç, antik çağlardan kalma büyük bir lahit kapağına benzeyen, çatlaklı bir taş bloğun hemen altındaydı. "Bu zincir sıradan bir takı değil, Ali amca," dedi Şeref, zinciri incelerken. "İşçiliği, Roma İmparatorluğu'nun erken dönemlerine ait, soylu bir esere benziyor. Bu keçi, bir mezarın veya bir mahzenin girişini farkında olmadan işaretledi." Şeref, hemen jeofizik cihazını kurdu. Yerin altındaki boşlukları ve metal yoğunluğunu ölçmeye başladı. Ali, merakla onu izliyordu. Öğleden sonra, cihazdan gelen sinyal Şeref'in yüzünü güldürdü. "İşte bu!" diye bağırdı Şeref. "Ali amca, tam şu taş bloğun altında, yaklaşık beş metre derinlikte büyük bir boşluk var. Ve evet, yoğun metal sinyali alıyorum! Sadece altın değil, demir ve tunç karışımı başka nesneler de olmalı. Bu bir mahzen ya da gizli bir sığınak!" Kazmaya başladılar. Ali'nin dağcılıkta kullandığı sağlam aletler ve Şeref'in bilimsel kılavuzluğuyla, iki gün süren zorlu bir çalışmanın ardından taş bloğun kenarındaki toprağı temizlediler. Taş blok, gerçekten de bir kapak gibiydi. "Bunun bir mezar mı, yoksa bir sığınak mı olduğunu anlamak için bir işaret olmalı," dedi Şeref, elindeki fırçayla taşın yüzeyini temizlerken. Birkaç dakika sonra, taşın üzerine oyulmuş, silik bir figür belirdi: Başında miğferi olan, bir elinde kılıç, diğer elinde ise bir meşale tutan bir figür. "Roma lejyoneri... Bu, bir askeri sığınak olmalı," diye fısıldadı Şeref, gözleri parlayarak. "Ama meşale ne anlama geliyor? Karanlığı aydınlatmak... Ya da bir tuzak..." Ali, pratik zekasıyla hemen çözdü: "Meşaleyi tuttuğu tarafta bir kaldıraç olmalı. Kapak buradan açılmıyordur." Gerçekten de, taş bloğun hemen sağ tarafındaki oyukta, dikkatlice gizlenmiş, küçük bir demir halka buldular. Halkayı çekince, gıcırtılı bir ses eşliğinde devasa taş blok yana doğru kaymaya başladı ve altındaki zifiri karanlık bir ağız açıldı. İçeriden ağır, yüzyıllık bir toprak kokusu yayıldı. Bölüm 4: Karanlıkta Bir Miras Mağaranın ağzı, iki adamın ayakta durabileceği kadar genişti. Ali, yanındaki gaz lambasını yaktı ve içeri süzülen titrek ışıkla etraf aydınlandı. Şeref, elindeki feneri içeri tuttu. Gördükleri karşısında ikisi de nefesini tuttu. Bu, sadece bir define yatağı değildi; bir zaman kapsülüydü. Mağaranın ortasında, ahşap sandıklar yığılıydı. Sandıkların üzeri yosun tutmuştu ama etrafa dağılan bronz miğferler, kılıçlar ve paslanmış zırh parçaları, buranın bir lejyoner erzak deposu olduğunu gösteriyordu. Ancak, define arayışlarının asıl hedefi, mahzenin en köşesinde duran, diğerlerinden farklı, tunçtan yapılma küçük bir sandıktı. Sandık, o kadar ağırdı ki, iki adam zorlukla yerinden oynattı. Şeref, sandığın kilidini inceledi. "Bu kilit, bilinen Roma kilitlerinden farklı. Bir mekanizması olmalı." Kilidin üzerinde, Yunanca 'Gnothi seauton' yazıyordu: "Kendini Bil." Şeref anladı. Bu, sadece bir kilit değil, bir bilmeceydi. Çevresindeki eşyaları inceledi, mitoloji bilgilerini yokladı. En sonunda, duvardaki bir nişte duran, ucu kırık bir kılıç kabzasını fark etti. Kabzayı eline aldı. Üzerindeki oymalar, kilitteki sembollerle birebir uyuşuyordu. Kılıç kabzasını anahtar gibi kilide soktu ve çevirdi. Klik sesiyle kilit açıldı. Sandığın kapağını açtıklarında, gaz lambasının ışığında göz kamaştırıcı bir görüntüyle karşılaştılar. Sandık, tamamen altın paralarla doluydu. Roma İmparatorluğu'nun çeşitli dönemlerine ait, pırıl pırıl parlayan dinarlar. Yüzyılların tozu bile üzerlerindeki ışığı azaltamamıştı. Sadece altın değil, mücevherlerle bezenmiş hançerler, nadir heykeller ve en altta, bir parşömen rulosu vardı. Şeref, önce parşömene uzandı. Sandıkta yatan zenginlik, artık onun için sadece bir başlangıçtı. Parşömeni açtı. Üzerinde Latince şunlar yazıyordu: “Ben Lejyon Komutanı Gaius, bu hazineyi değil, bu bilginin tohumunu sakladım. Paralar sadece araçtır. Asıl miras, Gavur Kaya'nın ardındaki gizli vadiye giden yolun işaretleridir. Orada, İskender'in kayıp kütüphanesi ve Anadolu'nun en büyük sırrı saklıdır.” Şeref ve Ali, birbirlerine baktılar. Bu, sadece bir define değil, yepyeni, çok daha büyük ve tehlikeli bir maceranın kapısıydı. Keçinin ayağına takılan o küçük altın zincir, genç arkeologun hayalini gerçekleştirmek için değil, onu kaderinin en büyük sırrına götürmek için tasarlanmış bir yol haritasıydı. Yoksul arkeolog Şeref, artık sadece define avcısı değildi. O, Anadolu'nun kayıp miraslarının izini süren, kaderi altınla yazılmış bir maceraperestti. Çoban Ali ise bu yeni yolculuğun sadık ve bilge rehberiydi. İkisi de sessizce gülümsedi. Sandıktaki altını görmezden gelerek, parşömendeki yeni işaretlerin izini sürmeye başladılar. Gerçek macera, şimdi başlıyordu.
Keçinin Ayağına Takılan Altın Zincir Bölüm 5: Parşömenin Şifresi ve Karanlık Gölge Şeref, elleri titreyerek parşömenin Latince metnini tekrar okudu. Lejyon Komutanı Gaius, paraları sadece dikkat dağıtıcı bir yem olarak kullanmış, asıl mirası başka bir yere saklamıştı: İskender’in kayıp kütüphanesi ve Anadolu’nun en büyük sırrı. "Ali Amca," dedi Şeref, sesi heyecandan kısılmıştı, "bu parşömen, sandıktaki altından çok daha değerli. Gaius, bize 'Gavur Kaya'nın ardındaki gizli vadiye giden yolu' işaret ettiğini söylüyor. Bu, muhtemelen dağların arkasındaki, kimsenin bilmediği bir geçit olmalı." Ali, başını salladı. "Gavur Kaya'nın ardı 'Ölü Vadi' olarak bilinir. Sarp kayalıklar, sürekli heyelan tehlikesi ve neredeyse hiç su yok. Ama ben çocukluğumda, bir dağ keçisinin peşinden giderken, kimsenin bilmediği bir patika görmüştüm. Patika, eski bir taş ocağının yanından, dar bir boğaza iniyordu. Orası olabilir." Şeref parşömeni dikkatle inceledi. Metnin kenarlarında, güneş, ay, bir yılan ve bir kartal figürleri çizilmişti. Altında ise, küçük Latin harfleriyle “Avis Solis” (Güneşin Kuşu) yazıyordu. "Bu bir coğrafi şifre," dedi Şeref, arkeolog kimliğine geri dönerek. "Yılan ve kartal figürleri, Likya ya da Hitit mitolojisindeki yol gösterici sembollerdir. 'Güneşin Kuşu', bölgede sadece gün doğarken görülebilen, kayalıkların üzerindeki bir kaya formasyonunu veya antik bir oymayı temsil etmeli." Altınları ve mücevherleri mahzende bıraktılar; onlar bekleyebilirdi. Tek amaçları, parşömenin gösterdiği gizli vadiye ulaşmaktı. İhtiyaçları olan malzemeleri yanlarına alıp, mahzenin girişini eski haline getirip mühürlediler. Ertesi gün, Ali'nin bahsettiği taş ocağına ulaştılar. Gerçekten de, taş yığınlarının arkasında, insan eliyle açılmış gibi duran, dikenli fundalıklarla kamufle edilmiş dar bir boğaz vardı. "İşte o yol," diye fısıldadı Ali. "Buraya son inen ben değilim sanırım." Yere baktılar. Patika, uzun süredir kullanılmamış olsa da, taze ayak izleri vardı. İzler tek bir kişiye aitti ve ne çobana ne de köylüye benzeyen, modern bot izleriydi. "Bizden başka birileri daha bu efsanenin peşinde, Ali Amca," dedi Şeref, sesinde endişe vardı. "Ve bizden önce buraya varmışlar. Acele etmeliyiz." Bölüm 6: Ölü Vadi ve Antik Gözcü Dar boğazdan geçiş zorluydu. İlerledikçe hava kararıyor, sıcaklık düşüyordu. Nihayet, boğaz bir yayla gibi açıldı. Burası, gerçekten de Ali’nin bahsettiği Ölü Vadi’ydi: Rüzgârın sesiyle inleyen, kurumuş otlar ve çorak kayalıklarla dolu ıssız bir yer. Şeref, pusulasını ve eski haritaları karşılaştırdı. "Güneşin Kuşu'nu bulmalıyız." Gün batımına yakın bir saatte, vadiye tepeden bakan en yüksek kayalığın zirvesinde, gerçekten de bir formasyon fark ettiler. Kaya, kanatlarını germiş dev bir kuş siluetini andırıyordu. Ama bu bir doğal oluşum değildi; insan eliyle şekillendirilmiş devasa bir oyma, antik bir gözetleme kulesinin kalıntısıydı. Tırmanmaya başladılar. Kaya, yer yer basamaklarla desteklenmişti. Zirveye vardıklarında, Şeref’in gözleri parladı. Kuş formasyonunun tam ortasında, neredeyse görünmez bir niş vardı. Nişin içinde, mermerden oyulmuş, üzerinde yine altın bir zincir figürü bulunan küçük bir tablet duruyordu. Tabletin yanında ise, parşömendeki el yazısına benzer bir not vardı: "Buraya sadece bilen gelir. Anahtar, suyun gölgesinde saklıdır." "Zincir yine karşımızda," dedi Ali. "Bu, Gaius'un bizi sürekli denediği, sınadığı anlamına geliyor. Peki 'Suyun Gölgesi' neresi?" Vadi çoraktı. Birkaç yüz metre aşağıda, sadece kurumuş bir dere yatağı vardı. Şeref, bir an duraksadı ve Gavur Kaya'nın coğrafi yapısını düşündü. Bu dağların bir yerinde büyük bir yeraltı nehri olmalıydı. "Suyun gölgesi, suyun kendisi değil, onun yansımasıdır, Ali Amca. Yani yeraltı sularının izi... Kireçtaşı bölgesi burası. Vadiye en yakın yerde bir dolin (obruk) olmalı." Aşağı indiler ve dere yatağını takip ettiler. Kısa süre sonra, otların ve çalılıkların arasına gizlenmiş, dairesel, derin bir çukur buldular: Kısmen çökmüş bir obruk. Obruğun kenarında, birkaç saat önce yapılmış, modern bot izleri daha yoğundu. "Biri bizden sadece birkaç adım ötede," diye fısıldadı Ali, elini belindeki bıçağa atarak. "Dikkatli olmalıyız." Bölüm 7: Yeraltı Kütüphanesi ve Bekçi Obruğun dibinde, bir zamanlar büyük bir yeraltı gölü olan bir mağaraya inen tünel vardı. Tünelin girişinde, kimsenin fark edemeyeceği kadar ustaca gizlenmiş, ahşap bir kapı duruyordu. Ali ve Şeref, kapıyı zorla açtılar. İçerideki hava, küf ve eski kâğıt kokuyordu. Fenerlerini yakıp ilerlediler. Tünel, onları devasa bir yeraltı salonuna çıkardı. Burası, Gavur Kaya'nın kalbindi. Ancak salonun ortasında, kitaplar, parşömenler ya da altınlar yerine, bir insan silueti duruyordu. Siluet, karanlık giysiler içindeki, uzun boylu, kaslı bir adamdı. Elinde, modern bir jeoradar cihazı tutuyordu. Yabancı, tünelden gelen ışığa doğru yavaşça döndü. "Demek geldiniz," dedi adam, akıcı ama soğuk bir Türkçe ile. "O altın zincirin sizi buraya kadar getireceğini biliyordum. Güzel bir yol haritası." "Sen kimsin?" diye sordu Şeref, Ali'nin gerisinde durarak. "Bizim izimizi mi sürüyordun?" Adam alaycı bir şekilde gülümsedi. "Benim adım Demir. Ben de senin gibi, eski eserlerin bilimsel değerine inanan biriyim. Ama benim yöntemlerim, senin gibi 'ataması gelmeyen arkeologların' etik sınırlarını aşar." Demir, eliyle salonun duvarlarını işaret etti. Duvarlar, binlerce nişten oluşuyordu. Ve her nişin içinde, yüzlerce yıllık parşömenler ve kil tabletler vardı. İskender’in Kayıp Kütüphanesi buydu. "Bu kütüphane, sadece bir bilim hazinesi değil," dedi Demir. "Asıl sır, burada saklı. Komutan Gaius'un parşömeninde bahsedilen 'Anadolu'nun En Büyük Sırrı'." Demir, yavaşça elindeki cihazı bir kenara bıraktı ve parmağıyla salonun merkezindeki bir lahit benzeri taşı gösterdi. "Gaius, sadece paraları değil, aynı zamanda o keçi zincirini de korumakla görevliydi. O zincir, sadece bir işaret değil, aynı zamanda o taşın kilididir." Demir, belinden, tıpkı Keçi'nin ayağındaki gibi olan, ama daha büyük, anahtar formunda ikinci bir altın zincir çıkardı. "Ben bu zinciri, yıllar süren araştırmalar sonunda, Gaius'un soyundan gelen birinden aldım. Şimdi, o taştaki kilit mekanizmasına tam oturacak. Ve o zaman, Anadolu'nun ve belki de tüm Akdeniz'in kaderini değiştirecek bilgi ortaya çıkacak." Şeref anladı. Karşısındaki adam, sadece hazine peşinde değildi; gücün peşindeydi. Ali ile göz göze geldiler. Artık macera, bir define avından, antik bir sırrın korunması için verilen bir mücadeleye dönüşmüştü. "O kilit, sana ait değil!" diye bağırdı Şeref, kendini ileri atarken. "Anadolu'nun mirası, senin gibi hırslı bir tüccara bırakılamaz!" Ali, bu sırada Demir'in dikkatini dağıtmak için bir ses çıkardı. Demir döndüğünde, Ali, dağcı çevikliğiyle tünelin kenarındaki bir taş yığınını Demir'in üzerine yuvarladı. Demir, son anda kendini kenara attı. Bu karmaşada Şeref, Demir'in elindeki zinciri kapmaya çalıştı. İki arkeolog, karanlık yeraltı kütüphanesinin ortasında, yüzlerce yıllık bir sırrın kilidi olan altın zincir için boğuşmaya başladı. Sadece bilginin değil, aynı zamanda Anadolu'nun kaderinin de bağlı olduğu nefes kesici bir dövüş başlamıştı.
Keçinin Ayağına Takılan Altın Zincir Bölüm 8: Kütüphane'de Hesaplaşma Şeref ve Demir’in mücadelesi, İskender’in binlerce yıllık sessizliğe gömülmüş kütüphanesini doldurdu. Sandıklar ve tozlu parşömenler devriliyor, bronz miğferler yere çarpıyordu. Demir, fiziksel olarak daha güçlüydü, ancak Şeref’in gözlerinde yanan azim, üniversite yıllarında kazı alanlarında edindiği pratik çeviklikle birleşmişti. Şeref’in amacı Demir’i yenmek değil, sadece elindeki ikinci altın zincir'i almaktı. Ali, taş yığınını yuvarladıktan sonra hemen toparlanıp destek olmak için hareketlendi. Bir anlık boşlukta, Şeref, Demir’in kolunu yakaladı ve onu çevirerek büyük bir rafın üzerine itti. Raf devrilirken, yüzlerce yıllık parşömenler etrafa saçıldı. Bu kargaşada, Demir’in elindeki zincir yere düştü ve karanlık bir nişin içine yuvarlandı. "Onu alamazsın!" diye bağırdı Demir, hırsla Şeref’in üzerine atlarken. Tam o sırada Ali, bir çobanın sessizliği ve hızıyla hareket etti. Yere düşen zinciri, Demir’den önce kapmayı başardı. "Şeref! Zincir bende! O taşın kilidi bu olmalı!" diye bağırdı Ali. Demir öfkeyle Ali’ye yöneldi. Ali, Lejyon Komutanı Gaius'un lahit benzeri taşının yanına doğru koştu. Taşın yüzeyinde, tıpkı Keçinin ayağındaki gibi olan, küçük bir zincir halkasına benzeyen bir oyuk vardı. Demir, Ali'ye yetişmeden saniyeler önce, Ali elindeki ikinci zinciri oyuğa yerleştirdi ve çevirdi. Grummb! Devasa taş lahit, şiddetli bir gıcırtıyla yana kaymaya başladı. İçeriden taze, temiz bir hava dışarı doldu. Artık sadece bir lahit değil, gizli bir bölmenin kapağı olduğu anlaşılmıştı. Demir, hedefine ulaşamamış olmanın verdiği çılgınlıkla, çaresizce bağırdı. "Hayır! O bilgi benim olmalı!" Taş tamamen açıldığında, içeride bir yığın altın ya da mücevher yerine, tek bir nesne duruyordu: Mermer bir kaide üzerine yerleştirilmiş, yüzlerce yıllık, yosun tutmuş bir parşömen kutusu. Demir, her şeyi unutup kutuya doğru atıldı. Ancak, tam o sırada Şeref, arkasından yetişti ve Demir'e bir omuz darbesi indirdi. Demir sendeledi ve dengesini kaybederek kutunun önündeki lahit boşluğuna düştü. Düşerken, elindeki bıçağı Şeref’e fırlattı, ancak Şeref eğilerek kıl payı kurtuldu. "Git buradan Demir!" diye haykırdı Şeref. "Bu sadece bir başlangıç. Devletin yetkilileri kısa sürede bu bölgeye gelecek!" Demir, mağaranın karanlık bir köşesine doğru sürünerek, yenilmişliğin ve öfkenin acısıyla tünelin derinliklerinde kayboldu. Onun hırsı, onu amacından uzaklaştırmıştı. Bölüm 9: Anadolu'nun En Büyük Sırrı Şeref ve Ali, nefes nefese, lahidin yanına geldiler. Yüzyıllardır mühürlü kalmış olan mermer kutuyu titizlikle açtılar. İçindeki parşömen, en üst düzeyde korunmuştu. Şeref, parşömeni nazikçe açtı. Üzerindeki yazı, diğerlerinden farklıydı: Bilinmeyen bir uygarlığa ait, neredeyse mitolojik sayılabilecek bir dilde yazılmıştı. Ancak metnin en altında, Lejyon Komutanı Gaius’un titiz el yazısıyla bir özet vardı: “Ben Gaius, bu metni İskender'in bilginlerinin kayıp eserlerinden aldım. Buradaki sır, Anadolu'nun merkezindeki bir kaynaktan gelen, sıradan suyu dahi iyileştirme gücüne sahip özel bir mineralin formülüdür. Bu sır, bir imparatorluk kuracak güçtedir ve bu nedenle saklanmıştır. Bu coğrafyanın hazinesi altın değil, toprağın içindeki şifadır. Bunu kim bulursa, yoksullara, haysiyetle ve bilimin ışığında hizmet etsin. Zincir, mülkiyetin değil, görevli olmanın işaretidir.” Şeref şaşkınlık içinde okuduklarını tekrarladı: "Anadolu’nun En Büyük Sırrı, bir şifa kaynağının, bir mineral formülünün bilgisiymiş. Bu bir hazine değil, insanlığa sunulmuş bir armağan, Ali Amca!" Ali, yüzündeki kırışıklıkların arasına yerleşmiş derin bir tebessümle başını salladı. "Keçi, bizi altının peşine değil, bilginin peşine düşürdü. İşte bu, senin asıl amacın Şeref. Bir arkeolog olarak, bulduğun şeyi korumak ve paylaşmak." Sonuç: Zincirin Yeni Anlamı Şeref ve Ali, iki gün daha yeraltı kütüphanesinde kaldılar. Yanlarında taşıdıkları kamera ve defterlerle, Lejyon Komutanı Gaius’un sandığındaki tüm altınları ve kütüphanedeki parşömenleri titizlikle belgelediler. Şeref, en değerli olan, şifa kaynağının formülünü içeren parşömeni dikkatle sakladı. Kızılyokuş'a döndüklerinde, yasal prosedürü başlattılar. Tüm bulguları, dürüstçe yetkili makamlara
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.