Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
Halacı Mansur: Aşkın ve Kerametin 12 Kapısı Bölüm 1: Çoban Ateşi ve İlk Sırlar Genç Hüseyin, Beyzâ'nın dar sokaklarında değil, çevredeki ıssız dağ yamaçlarında nefes alırdı. Henüz Mansur adını almamış, sadece Hüseyin’di. Ancak ruhundaki ateş, her zaman bir çoban ateşi gibi yükseklere erişmeye çalışıyordu. Mistik yolculuğu, Sehl et-Tüsterî'nin dergâhında başladı. Sehl'in gözleri bir yıldız gibi parlar, talebesinin kalbindeki cevheri görürdü. Hüseyin, hocasının huzurunda, zikri o denli derinleştirirdi ki, çevresindeki dünya bir sis perdesine dönüşürdü. Bir gün, yoksul ve hasta bir ihtiyar, dergâhın kapısına dayandı. Günlerdir açtı. Hüseyin, cebinde verecek hiçbir şeyi olmadığı için utandı. Tam o sırada, oturduğu avlunun kuru toprağından bir avuç çakıl taşı aldı. "Ya Hu! Eğer varlığım Sen'den bir nefes taşıyorsa, şu kuluna ekmek ver!" diye fısıldadı. Eli titreyerek çakılları ihtiyara uzattı. İhtiyar, elindekilere bakıp şaşkınlıkla dondu. Soğuk ve sıradan çakıl taşları, avucunda pırıl pırıl, parlak altın zerreciklerine dönüşmüştü. İhtiyar, sevinçten ağlayarak oradan uzaklaştı. Bu olay, genç Hüseyin'in gücünün ondan değil, kendisini var edenden geldiğini idrak ettiği ilk an oldu. O günden sonra, Hüseyin'in ismi fısıltıyla anılmaya başlandı: "Keramet ehli..." Bölüm 2: Dervişin Hırkası ve Dünya Zühdü Hüseyin, Bağdat'a varıp Cüneyd-i Bağdadî'nin meclisine katıldı. Cüneyd, ona cem’ (toplanma) makamını, yani benliğin eritilmesini öğretti. Ancak Hüseyin'in kalbi, aşk (ayırma) makamına, yani ilahi varlıkta kayboluşa meyilliydi. Hocasıyla yolları ayrıldıktan sonra, Hüseyin, derviş hırkasını sırtına geçirerek doğuya doğru yürüdü: Horasan, Maçin, Hindistan... Bu seyahatler, onun "Halacı" (pamuk atan) lakabını almasına sebep oldu; çünkü o, insanların kalbindeki nefs kirini pamuk gibi atıp temizlemeye gelmişti. Dünyalığı reddetme hali o kadar ileriydi ki, çölde günlerce yiyeceksiz kalır, ama asla şikâyet etmezdi. Bir keresinde, Afganistan'ın sıcak çölünde, susuzluktan helak olmak üzere olan bir kervana rastladı. Kervanbaşı, ona bir damla su karşılığında tüm yükünü teklif etti. Mansur, hırkasını yere serdi, diz çöktü. Başını göğe çevirip bir nefes çekti. Yerden göğe bir nur indi ve Mansur'un serdiği hırkanın etrafında birdenbire yemyeşil bir vaha oluştu. Taze su fışkıran bir pınar ve bol miktarda yemiş bitmişti. Kervan şaşkınlıkla ona secdeye kapandı. Mansur, "Bunlar benim değil, O'nun ikramıdır. Yiyin, için ve sadece O'na şükredin," diyerek hızla oradan uzaklaştı. Dünya, onun gözünde bir gölgeydi; o ise asıl gerçeğin peşindeydi. Bölüm 3: Fatiha Sûresi'nin Sonsuzluğu Mansur, inziva için Mısır'a doğru yola çıktı. Bir mağarada, tamamen zikre ve tefekküre daldı. Bu dönemde, Kur'an'ın kalbi sayılan Fatiha Sûresi üzerine yoğunlaştı. Bu yedi ayetin, tüm varoluşu, ilahi aşkın sırrını, beşeriyetin yol haritasını içerdiğine inanıyordu. Yıllarını, Fatiha'nın her harfine, her kelimesine gizlenmiş sonsuz anlamları çözmeye adadı. Müridleri, bazen ışığın sızdığı mağara girişinden onu izlerdi. Mansur, kâğıtlara öyle bir aşkla yazıyordu ki, yazılar adeta mürekkep yerine nurla yazılmış gibi parlıyordu. Sonunda, beş büyük, kalın ciltlik eseri tamamladı. Toplamda yüzlerce yıl sürmesi gereken bir bilgiyi, ilahi bir ilhamla birkaç yılda kâğıda dökmüştü. Müridleri heyecanla eserin sonunu bekledi. Mansur, en son cildin son sayfasına bir nokta koydu ve yanındaki yardımcılarına dönerek o meşhur cümleyi söyledi: "Beş cildi tamamladım, ama henüz bitmedi. Fatiha'nın sırrı, bu kâğıtlara sığmayacak kadar geniştir. O, yedi kat semadan daha büyüktür." Bu, Mansur’un ilahi bilginin tükenmezliğine olan inancının ve kendi kemalatının bir kanıtıydı. O, sadece bir yazar değil, bizzat ilahi sırrın tercümanıydı. Bölüm 4: Şehirlerin Kalbi ve Mansurîler Mansur'un ünü, Bağdat'a geri döndüğünde zirveye ulaştı. Şimdi o, sadece bir derviş değil, "İnsan-ı Kâmil" (Olgun İnsan) olarak görülüyordu. Vaazları, geleneksel din âlimlerinin cami kürsülerinden verdiği sıkıcı derslere benzemiyordu. O, doğrudan kalplere konuşuyor, kalbin kilitli kapılarını açıyordu. Halkın her kesiminden insanlar -köleler, tüccarlar, sanatçılar, hatta bazı zenginler ve vezirler- onun peşine düştü. Artık o, Halacı Mansur olarak anılıyordu ve müritleri, "Mansurîler" adıyla anılan büyük bir tarikat kurmuştu. Ancak bu şöhret, Bağdat'ın yerleşik düzenini rahatsız etmeye başlamıştı. Kadılar, ulema ve Halife'nin danışmanları, Mansur'un sade giyimine rağmen sahip olduğu büyük gücü kıskanıyorlardı. Onun dilinden dökülen tasavvufi aşk sözleri, şeriatın katı kurallarını yumuşatıyordu. "O, insanları dinden uzaklaştırıyor," fısıltıları saray duvarlarında yankılanmaya başladı. Mansur'un kaderi, omuzlarındaki derviş hırkası gibi, giderek ağırlaşıyordu.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.