Küçük bir mahallenin tozlu yollarında başlayan bir aşk hikâyesiydi bu. Fırın bacasından tüten duman ve ekmek kokusu içimizi ısıtırdı. Hafta sonları sinemaya bilet almak için uzun kuyruklara girer, çıkışta kağıt helva yerdik hepimiz.
Asil Bey’in fabrikasında çalışan işçiler, dik yamaçlara kurulmuş bu mahallede yaşardı. Herkes farklı şehirlerden göç etmişti; birbirlerine yabancıydılar ama aynı zamanda birbirlerini çok iyi anlarlardı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi.
Hacı Ahmet ile Aygül, yıllardır birbirlerini seven iki âşıktı. Hacı Ahmet, doğum esnasında annesini kaybetmişti; iki kardeşi, babası ve babaannesiyle birlikte yaşıyordu. Aygül ise kalabalık bir ailenin en küçük kızıydı.
Hacı Ahmet, her sabah Aygül gelmeden fabrikaya gitmezdi. Köşedeki fırıncı Cuma ustadan poğaça alır, onun hazırlanıp çıkmasını kapılarında sabırla beklerdi. Hayat onlar için öylesine güzeldi ki, mutluluktan gözleri gülüyordu. Bir hafta sonu denize gitmeye karar verdiler. Tüm arkadaşlar toplanıp bir turla anlaştılar. Çünkü çoğu, ilk defa denizi görecekti.
Heyecanla o günün gelmesini beklediler; her sabah fabrikanın yolunda, her akşam evin avlusunda tek konu buydu. Gözlerinde çocukça bir sevinç, kalplerinde ilk aşkın taze heyecanı vardı.
O gün nihayet gelmişti. Mahallenin gençleri sabahın erken saatlerinde fabrikanın önünde toplandılar. Her biri en güzel elbiselerini giymiş, yanlarına annelerinin hazırladığı yiyecekleri almıştı. Hacı Ahmet’in gömleği ütülüydü, Aygül’ün saçları örgülerle toplanmıştı.
Otobüs kalktığında içi şenlik yerine dönmüştü. Bir yanda türküler söyleniyor, bir yanda kahkahalar yankılanıyordu. Aygül cam kenarında oturmuş, yol boyu pencereden dışarıya bakıyordu. Hacı Ahmet ise yanına oturabilmenin huzuruyla sessizce onun heyecanına ortak oluyordu.
Saatler sonra, otobüs kıyıya vardığında, gençlerin gözleri birden büyüdü. Çünkü karşılarında, sonsuz bir mavilik uzanıyordu. Hiçbiri daha önce böyle bir manzarayla karşılaşmamıştı.
Aygül, gözlerini denizden ayıramadı. “Ahmet, bak… sanki gökyüzü yere inmiş de dalgalanıyor,” dedi. Sesinde hem hayranlık hem de çocukça bir sevinç vardı.
Hacı Ahmet ise denize değil, Aygül’ün gözlerine baktı. O an düşündü: “Asıl mucize deniz değil, yanımda onun varlığıdır.”
Arkadaşlar kumsala koştu, ayakkabılarını çıkarıp suya girdiler. Dalgaların şıpırtısı, kahkahalara karışıyordu. Hacı Ahmet ile Aygül ise biraz geride, kumların üzerinde yan yana oturuyorlardı. Ayaklarına dokunan serin su, kalplerindeki sıcaklığı söndüremiyordu.
O gün, ikisi de biliyordu: Deniz onların hatıralarında sadece maviliğiyle değil, aşklarının en saf günü olarak kalacaktı.
Akşam yavaş yavaş inerken, güneş denizin üzerine kızıl bir örtü serdi. Gençler yorgun ama mutlu adımlarla tekrar otobüslere bindiler. Kumun tuzu saçlarına, dalgaların serinliği ellerine sinmişti.
Otobüs yol boyunca kahkahalarla çınladı; kimi denizde düşüşünü anlattı, kimi ilk defa gördüğü martıları. Ama hepsi aynı fikirdeydi: Bu gün, hayatlarının en güzel hatıralarından biri olmuştu.
Mahalleye vardıklarında sokak lambaları yanmıştı. Evlerin bahcesine kurulmuş ekmek sobalarından dumanlar yükseliyor, anneler kapı önlerinde çocuklarını bekliyordu. Her biri evine dönerken, yüreğinde denizin kokusunu ve o günün büyüsünü taşıyordu.
Hacı Ahmet ve Aygül içinse bu gezi, sadece bir deniz yolculuğu değil, ömür boyu unutamayacakları muhteşem bir anıydı. Artık aralarında, sadece kalplerinde saklı bir sır gibi duran o ilk sevda değil, paylaştıkları bir “ortak hatıra” da vardı.
Günler su gibi akıp geçiyordu. Her şey, gün be gün değişiyordu; mahallede yeni evler yükseliyor, fabrikadan çıkan dumanlar gökyüzünü daha çok kaplıyordu. Çocuklar büyüyor, sokak aralarındaki oyunların yerini ağır sorumluluklar alıyordu.
Ama değişmeyen bir şey vardı: Hacı Ahmet ile Aygül’ün birbirine bakışları. Onlar için zaman, ne kadar hızlı geçerse geçsin, kalplerindeki sevda hep aynı tazelikteydi.
Yine de hayat, sadece mutluluklarla örülü değildi. Fabrikanın gürültüsü, alın teriyle kazanılan ekmeğin zorluğu, bazen insanların yüzüne gölge düşürüyordu. Ve her geçen gün, ailelerin de gençlerin aşkına dair söyleyecek sözleri artıyordu.
Bir gün, fabrikanın öğle paydosunda herkes sıra sıra yemekhanede ekmek aralarını yerken, masaların üzerinde bırakılmış gazetelerden biri Aygül’ün gözüne ilişti. Kocaman puntolarla yazıyordu:
“Almanya işçi alımı yapacak.”
O an kalbi hızla çarpmaya başladı. Sanki içindeki bir ses, yeni bir hayatın kapısını aralıyordu. Mahallede yıllardır süren aynı günler, aynı yüzler, aynı dertler… Belki de bu ilan, onun kaderini değiştirecekti.
Aygül uzun süre düşündü, fakat kimseyle konuşmadı. Ne ablasına, ne annesine, ne de en çok sevdiği Hacı Ahmet’e… Kimseye tek kelime etmeden gizlice başvurusunu yaptı.
O gün eve döndüğünde, herkes sıradan bir akşam yaşıyordu. Babası avluda çayını yudumluyor, çocuklar sokakta sek sek oynuyordu. Hacı Ahmet ise köşedeki bakkaldan aldığı taze simitleri getirmiş, her zamanki gibi Aygül’ün gözlerinin içine bakıyordu.
Ama Aygül’ün içi içini yiyordu. Sevdiği adam tam karşısında duruyor, ona gülümserken… O, içinden bir sırrı saklamanın ağırlığını hissediyordu.
O gece, mahallenin sokaklarını ince bir serinlik sarmıştı. Evlerin pencerelerinden sarı ışıklar süzülüyor, uzaktan çocukların gülüşmeleri geliyordu. Hacı Ahmet her zamanki gibi fabrikanın dönüşünde Aygül’ün kapısına uğramıştı. Elinde iki sıcak poğaça vardı.
Aygül, kapının eşiğinde duruyordu. Gözleri dalgın, yüzünde tarifsiz bir hüzün vardı. Ahmet, bunu fark etti:
“Ne oldu Aygül? Bir derdin mi var?” dedi, yavaşça yanına yaklaşarak.
Aygül, başını eğdi. Bir süre sustu. Sonra, içindeki yük daha fazla taşınmaz hale gelince, gözleri dolarak konuştu:
“Ahmet… Sana bir şey söylemem lazım. Ben… ben Almanya’ya işçi alımı için başvurdum.”
O an Ahmet’in elindeki poğaçalar yere düştü. Kalbi sanki sıkıştı, nefesi boğazına düğümlendi.
“Ne diyorsun Aygül? Sen… sen beni bırakıp gidecek misin?”
Aygül’ün gözyaşları yanaklarına süzüldü. “Bırakmak değil Ahmet… Belki de daha iyi bir hayat için… Belki de geleceğimiz için. Burada hep aynı kısır döngüdeyiz. Çalışıyoruz ama bir şey değişmiyor. Orada yeni bir düzen kurabiliriz.”
Ahmet sustu. Denizin kıyısında gördüğü mavilik kadar derin bir sessizlik çöktü üzerine. Yüreği paramparça olmuştu; çünkü sevdiği kadının gözlerinde hem umut hem de ayrılığın gölgesi vardı.
Ahmet, başını önüne eğdi. Yüreğinde büyük bir fırtına kopuyordu, ama gözlerini Aygül’ün gözlerinden ayırmadı. “Sen mutlu olacaksan… ben ne diyeyim ki?” diye fısıldadı sadece.
Sesindeki kırıklık, Aygül’ün yüreğine bıçak gibi saplandı. Ama Ahmet’in yüzünde tek bir öfke yoktu, sadece derin bir hüzün vardı. O, sevdiği kadının önüne set çekmek yerine, kendi içine kapanmayı seçmişti.
Gece boyunca mahallede köpekler havladı, sessizlik hakimdi, çocuklar uykularına daldı. Ama Ahmet’in gözüne tek damla uyku girmedi. Avluda oturdu, yıldızlara baktı, ellerini birbirine kenetleyip kendi kendine sordu:
“Onu kaybetmeye razı mıyım? Yoksa onun yoluna taş koyarsam, sevdamızın adını kirletmiş mi olurum?”
Sabah olduğunda yine fabrikanın yolunu tuttu. Yüzünde her zamanki gibi bir gülümseme vardı, ama gözlerinin içi gülmüyordu artık. Arkadaşları fark etti ama kimse bir şey soramadı.
Aygül ise her bakışında Ahmet’in içindeki yangını görüyordu. Onun bu sessizliği, en büyük feryat gibiydi.
Akşam fabrika çıkışıydı. İşçiler yorgun adımlarla evlerinin yolunu tutarken, Aygül kapıda Ahmet’i bekledi. Yüzündeki hüznü gördü; gün boyu göz göze gelmişler ama doğru dürüst tek kelime etmemişlerdi.
Aygül derin bir nefes aldı, sonra hafifçe gülümseyerek, “Hadi Ahmet… yapma böyle. Asma suratını. Gel, çay içmeye gidelim. Hem sohbet ederiz, kafamız dağılır biraz,” dedi.
Ahmet önce tereddüt etti, sonra gözlerinin içindeki o samimi ışıltıya yenildi. “Tamam olur,” dedi kısık bir sesle.
Birlikte mahalledeki küçük çay bahçesine gittiler. Masa kenarında otururken, demli çaylar ince belli bardaklarda önlerine geldi. Çaydan yükselen buhar, aralarındaki kırgınlığı hafifletir gibi oldu.
Aygül, Ahmet’in yüzüne bakarak, “Hatırlıyor musun, denize gittiğimiz günü? Ne kadar gülmüştük. Bizi hep o an hatırlasın insanlar; mutlu, neşeli…” dedi.
Ahmet’in dudaklarında uzun süredir görünmeyen bir tebessüm belirdi. Gözleri hafifçe parladı, başını salladı: “Evet… o günün üstüne gün görmedim ben. Sen yanımdayken, başka şeye gerek yok.”
O akşam, uzun uzun konuştular. Bir ara Ahmet kahkahalarla güldü, arkadaşlarının yanında olduğu eski günlerine döner gibi oldu. Aygül de içinden, “Belki de gitmemeliyim,” diye geçirdi. Ama sonra yine gazeteyi, başvurduğu formu, ve hayalini hatırladı…
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.