Bu kitap, bir anda şehir merkezine konulan bombalı saldırıda hayatını kaybeden bir yasak aşkın hikayesidir. Son cümlesini bile söyleyemeden...(Gerçek hikayedir)...
Sonra... Önce ses gelmedi. Önce hava büküldü. Gökyüzü yere indi sanki. Ciğerlerimi söken, kulaklarımı patlatan o basınç geldi. Dünya bir anda sessize alındı. O meşhur kalabalık, o çocuk sesleri, o "Ne alırsan 5 milyon" bağırışları... Hepsi bıçak gibi kesildi. Gözümü açtığımda gördüğüm şey o renkli cadde değil, gri bir toz bulutuydu. Ne olduğunu anlamadım. Beynim durdu. Ama ellerim... Ellerim garip bir refleksle o iki gazoz şişesini daha sıkı kavradı. Camlar parmaklarımı acıtacak kadar sıkı. Sanki onları bırakırsam düşecekmişim gibi. Tozun içinde insanlar koşuşturmaya başladı. Ağızları açılıp kapanıyordu ama sesleri bana gelmiyordu. Bir sessiz film sahnesindeydim. Gözlerim o bankı aradı. 20 metre... Sadece 20 metreydi az önce. Şimdi kilometrelerce uzakta gibiydi . Adım atmaya çalıştım. Tozu yararak yürüdüm. Ve o kalabalığın, o kırık camların arasında... Gözüme tek bir detay takıldı. Yeni boyanmış bir ayakkabı. Tozun içinde pırıl pırıl parlıyordu. Tanıdık bir ayakkabı. Sadece ayakkabı... Ve içinde... Ayağı . Bomba tam orada, onun oturduğu bankın yanındaki çöp konteynerinde patlamış. Konteyner parçalanmış, ters dönmüş. Bank yok. Tutsak yok. Sadece o ayakkabı var. Zaman durmuştu. Dünya yerinden oynamıştı ama ben hala elimde o iki gazozla, olduğum yerde dikiliyordum. Biri kolumdan tuttu, "İyi misin?" diye sarstı beni. Cevap veremedim. Ağzımı bıçak açmıyordu . Olay yerinden birkaç metre öteye, bir duvar dibine çektiler beni. Saatlerce bekledim orada. Elimde ılıklaşmış iki gazoz şişesiyle... İnsanların parçalarını cımbızla toplamalarını seyrettim sessizce . İçimdeki o "SonŞair" o an öldü mü, sustu mu bilmiyorum. Tek bildiğim, havada asılı kalan ve cevabını asla öğrenemeyeceğim o yarım cümleydi: "Sana bir şey söylemem gerek..." Sonradan öğrendim; parçalarını ailesine teslim etmişler. Yanında kimse yoktu, tek başınaymış demişler. Cenazesine gidemedim. Babasının, benimle olduğunu duyup bacaklarını kırmasına gerek kalmamıştı artık. Kader, ikimizi de daha beter kırmıştı. Neden sakladım, neden çıkıp "O benim sevdiğimdi!" diyemedim? Belki o anki şoktan, belki de ölümünden sonra bile arkasından "Sözümüzü dinlemedi, gitti o serseriyle buluştu, bak gördün mü sonunu?" demesinler diye. Korudum onu. Cesedini değil, hatırasını korudum. Zaman geçti. İnsanlar o "Ne alırsan 5 milyon" tabelalarının önünde yine kapış kapış alışveriş yapmaya devam etti. Hayatın ne kadar ucuz olduğunu, o gün o tabelalara bakarken anladım. Biz kendimizi çok önemli işler yapıyor sanırken, "şimdi meşgulüm anne sonra ararım" diye sevdiklerimizi ertelerken; hayat aslında o askıdaki beş milyonluk bez parçası kadar ucuzmuş. Bütün o manevi değerler, o ertelenen "seni seviyorum"lar, o yarım kalan sohbetler... Sadece beş milyonluk bir giysi için miydi?. Ben acının fiziksel bir şekli olduğunu, dokunulabilir, katı bir cisim olduğunu o gün öğrendim. Şimdi sokakta kime baksam onu görüyorum. Herkes ona benziyor; onun gibi yürüyor, onun gibi gülüyor. Ama o gelmiyor. Ve her gece... Her gece rüyama giriyor. Tam ağzını açıp o cümleyi söyleyecekken, büyük bir gürültüyle, o patlamayla uyanıyorum. Kafamın içinde sürekli aynı cümle yankılanıyor: "Canım sana bir şey söylemem gerek...". Beynimin içindeki ses, kafatasımın bütün duvarlarına çarpa çarpa öyle bir yankı yapıyor ki, başka hiçbir sesi duyamaz oluyorum. Bazen diyorum ki; Keşke o an o parmağım kırılsaydı. Kırılsaydı da, "Sus" işareti yapmasaydım. Kırılsaydı da dudaklarına götürüp o son sözünü kesmeseydim. Belki söyleyeceği şey çok önemsizdi. Belki "Susadım" diyecekti, belki "Sıkıldım" diyecekti. Ama ya önemliyse? Ya "Seni seviyorum" diyecekse? Ya da "Korkuyorum" dediyse? Bunu öğrenmenin bir yolu var mı? Ölen insanların son söylemek istediklerini duyabilmek mümkün mü?. Hayattayken bir damla gözyaşına ömrümü verebilirim dediğim kadının; hayattan kopup gittikten sonra bile, her gece rüyalarımda gelip ağlamasına sebep olmak... İşte bu, dayanılır gibi değil. Elimde iki ılık gazoz şişesi kaldı. O, yarım kalan cümlesiyle gitti. alternans bitti. Düz çizgi sonsuza kadar sürüyor. Patlamadan sonraki o üç günü hatırlamıyorum. Beynim o kısmı bir makasla kesip atmış sanki. Montaj masasında çöpe atılan bozuk bir bant kaydı gibi. Eve nasıl geldim? O gazozları ne zaman elimden bıraktım? Kim getirdi beni? Bilmiyorum. Bazen "Keşke hatırlasam" diyorum. Belki o boşlukta ona dair son bir iz, son bir koku vardır. Ama bazen de "İyi ki hatırlamıyorum" diyorum. Belki de insan aklının kaldıramayacağı o saf acıyı sildiği için beynime şükretmeliyim. Ne işe gittim ne radyoya. Telefonları fişten çektim. Perdeleri kapattım. Selim de sustu, SonŞair de sustu. Derin, koyu bir sessizlik hakimdi evde. Ben sadece duvara bakıyordum. Duvarda, o "Ne alırsan 5 milyon" tabelasının hayali asılıydı. Ve geceler... Geceler gündüzden daha ağırdı. Uyuduğum an o geliyor. Tutsak. O bankta oturuyor. Yüzü masum, pırıl pırıl. Ter damlaları hala alnında. Dudaklarını aralıyor. O cümleyi söyleyecek: "Canım sana bir şey söylemem gerek..." Ben ne yapıyorum biliyor musun? Koşuyorum rüyamda. Yanına gidiyorum. Ve işaret parmağımı dudağına bastırıyorum. "Sus!" diyorum. "Sus, yalvarırım konuşma." Gerçekte onu susturduğum için bin pişman olan ben; rüyamda onu tekrar tekrar susturuyorum. Çünkü biliyorum... Eğer konuşursa, eğer o cümleyi bitirirse, kıyamet kopacak. O konuşmasın ki zaman dursun. O konuşmasın ki o bomba patlamasın. Onu susturarak hayatta tutmaya çalışıyorum kendi kafamda. Ama fayda etmiyor. Ben "Sus" dediğim an, kafamın içinde o korkunç gürültü kopuyor. Büyük bir patlamayla, kan ter içinde uyanıyorum yatağımda. Etrafıma bakıyorum. Bank yok. Toz bulutu yok. Sadece karanlık odam ve beynimin içinde yankılanan o bitmeyen çınlama var. O günlerde anladım: Ben o patlamadan sağ kurtulmamışım. Sadece gömülmeyi unutmuşlar.
Birkaç gün sonra... Nasıl oldu bilmiyorum, ayaklarım beni yine o binaya, o stüdyoya götürdü. Belki alışkanlık, belki de gidecek başka hiçbir yerimin olmayışı. Koridorlardan geçtim. Kimse yüzüme "Tuhaf" bakmadı. Kimse "Başın sağ olsun" demedi. Kimse "Geçmiş olsun" demedi. Diyemezlerdi. Çünkü kimseye anlatmadım. O tozlu caddede, o duvarın dibinde bıraktığım şeyi; o yarım kalan cümleyi ve o tek ayakkabıyı kimseye söylemedim. Susmak, benim yas tutma biçimimdi. Eğer anlatırsam, eğer biri bana acıyarak bakarsa, Tutsak'ın hatırası kirlenir sandım. Onu o evden, o baskıdan kaçıramamıştım ama hikayemizi "dedikodu" olmaktan kaçırabilirdim. Ve öyle yaptım. Bu sırrı, göğsümün ortasına, o yanmış sinirlerin üzerine bir mühür gibi bastım. Stüdyonun kapısını açtım. İçerisi aynıydı. O tanıdık sünger ve elektrik kokusu... Sandalyeye oturdum. Kulaklığı taktım. Yeşil ışıklar yandı. Kırmızı "ON AIR" yazısı parladı. Normalde o an kalbim çarpardı. Heyecanlanırdım. Ama bu sefer... Hiç. Nabzım sabitti. Ellerim titremiyordu. Çünkü içimdeki o korkan, seven, heyecanlanan "Selim" o patlamada ölmüştü. Geriye sadece işini yapan, duyguları simüle eden profesyonel bir operatör kalmıştı. Fader'ı kaldırdım. Müziği girdim. Ve konuşmaya başladım. Sesim... İnanılmazdı. Hiç olmadığı kadar gür, hiç olmadığı kadar pürüzsüzdü. İçimde beni durduracak, sesimi titretecek bir "kalp" kalmadığı için; kusursuz bir makine gibi okuyordum şiirleri. "Acı..." dedim mikrofona. "Acının fiziksel bir şekli vardır..." Binlerce insan radyolarının başında ağladı o gece. Mesajlar yağdı: "Abi ne kadar içten okuyorsun, ciğerimizi yaktın." Bilmiyorlardı. Ben yanmıyordum. Kül yanar mı? Ben artık bir insan değildim. Ben, acıyı taklit eden, hüznün frekansını tutturan, duyguları taklit eden kusursuz bir robottum. O gece anladım;
Mesajlar yağıyordu. Herkes kendi derdinden bir parça buluyordu sesimde. Ama kimse o sesin sahibinin derdini bilmiyordu. Yıllarca o kulaklıktan binlerce insanın hayatı aktı içime. Aldatılanlar, terk edilenler, yoksullar, umutsuzlar.... Hepsini dinledim. Canlı telefon bağlantılarıyla evlerine, en mahrem acılarına misafir oldum. Analiz ettim onları. Seslerinin titremesinden, "Alo" deyişlerinden ruh hallerini çözdüm. Her derde ortak oldum, herkese bir omuz verdim. Ama ben... Ben kimseye tek kelime etmedim. Ne o mikrofonda milyonlara, ne de gerçek hayatta yanımdaki dostuma. Kendi yangınımı, o tozlu caddede bıraktığım o iki şişe gazozu ve o tek ayakkabıyı kimseye anlatmadım. İçimde o kadar çok insan biriktirdim ki... Yüzlerini hiç görmediğim, sokakta görsem tanımayacağım ama ruhlarını ezbere bildiğim binlerce "ses" var içimde. Onlar anlattıkça hafiflediler, ben dinledikçe ağırlaştım. Ben şehrin kara kutusu oldum. Herkesin sırrı bende güvendeydi ama benim sırrım, benimle birlikte o mezara gidiyordu. İşte bu yüzden, o gece anladım; Selim kapıda kalmamıştı bu sefer. Selim, o kalabalığın gürültüsü ve kendi sessizliği arasında yok olmuştu. İçerideki o koltukta oturan, o duygusuz ama herkesi ağlatan adam, sadece ve sadece SonŞair'di.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.