Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır. goethe
Alternans
Bu kitap, bir anda şehir merkezine konulan bombalı saldırıda hayatını kaybeden bir yasak aşkın hikayesidir. Son cümlesini bile söyleyemeden...(Gerçek hikayedir)...
8. Bölüm

BÖLÜM 7: LOBİDEKİ UMUT

31 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Ona adresi verdim. Sıradan bir apartman dairesi sanıyordu belki. Ama geldiği yer, şehrin göbeğinde yükselen, çatısında dev antenlerin olduğu o ulusal kanalın heybetli binasıydı.
Burası sadece bir radyo değil; televizyon stüdyolarının, yüzlerce çalışanın, koşuşturan muhabirlerin olduğu dev bir medya üssüydü.
Ertesi gün öğlen... Binanın lobisindeyim. Burası stüdyonun o loş, güvenli karanlığına benzemez. Beyaz mermerler, x-ray cihazları, kimlik soran güvenlikler, sürekli açılıp kapanan otomatik kapılar...
Her şey çok büyük, her şey çok resmi. Ben bu devasa çarkın içinde, teknik bilgimle ve sesimle var olan o adamdım.
Kapıya bakıyorum. O koca döner kapı yavaşça dönüyor. İçeriye takım elbiseli adamlar, şık kadınlar giriyor. Ve sonra... O. Tutsak.
O devasa binanın, o soğuk mermerlerin arasında o kadar "kendi halinde", o kadar "gerçek" duruyor ki... Ürkek adımlarla güvenliğe yaklaşıyor.
Kimliğini veriyor. O an anlıyorum; bu kız, babasının o "bacak kırma" tehdidine rağmen, bu koca binanın ürkütücülüğüne rağmen gelmiş.
Sadece bir sesi değil, o sesin sahibini bulmaya gelmiş.
Turnikelerin arkasında bekliyorum. Göz göze geliyoruz. Kalabalık, gürültü, anons sesleri... Hepsi bir anda "cızırtıya" dönüşüp yok oluyor.
O an ne ulusal kanalın büyüklüğü kalıyor ne de etraftaki kalabalık.


Turnikeden geçti. Adımlarını saydım. Kalbimin atışıyla yarışıyordu. Ve tam karşımda durdu.
Ortalama bir boydaydı, belki bir altmış beş... Tam kalbimin hizasına gelen, ne ulaşılmaz kadar yüksek ne de kaybolacak kadar ufak; tam sarılmalık bir narinlikteydi. Üzerinde gösterişsiz, krem rengi, sade bir elbise vardı. Ama benim gözüm kıyafetinde değildi.
Saçları... Kumral, güneşin altında parlayan başak tarlaları gibi. Hafif kıvırcık, dalga dalga omuzlarına dökülmüştü. Sanki kuaför eli değmemiş de, rüzgar kendi elleriyle şekil vermiş gibi doğal ve dağınıktı. O dalgalar, omzundan aşağı süzülürken, benim içimdeki bütün denizleri kabartıyordu.
Ama beni asıl vuran, beni olduğum yere çivileyen şey gözleriydi. Mavi... Ama öyle sıradan bir gökyüzü mavisi değil. Derin, uçsuz bucaksız, dibi görünmeyen bir okyanus mavisi. O gözlerin içinde sadece rengi değil, okyanusun o tekinsiz derinliğini, sessiz fırtınalarını gördüm. Hapis kaldığı o evin duvarlarına çarpan dalgaları, o sessiz çığlıkları o mavilikte saklamıştı sanki.
Yüzünde makyaj yoktu. İhtiyacı da yoktu. Buğday teni, o okyanus mavisi gözlerle öyle bir tezat oluşturuyordu ki; etrafta koşuşturan o süslü plaza kadınlarının arasında, betonun ortasında açmış nadide bir çiçek gibi duruyordu.
Beni gördü. O okyanus gözler, bir anlığına benim üzerimde durdu. Bakışları bir serçe kadar ürkekti ama o devasa kapıdan girip buraya gelecek kadar da cesurdu. Hayalimdeki ses, ete kemiğe bürünmüştü ve hayalimden bile güzeldi.
Geniş, siyah deri koltuklara karşılıklı oturduk. Üzerindeki o krem rengi elbise, siyah derinin üzerinde bir ışık hüzmesi gibi parlıyordu. O koca koltuğun içinde o kadar narin, o kadar kırılgan duruyordu ki...
Çaycı geldi. Tepside iki ince belli bardak. "Buyurun abim," diyerek bıraktı önümüze. Çay kaşıklarının bardağa vuran o ince şıkırtısı... Bu devasa, kurumsal binanın, o ciddi sessizliğinin içinde duyduğumuz en samimi, en bizden sesti.
Bir süre konuşamadık. Sadece birbirimize baktık. Ben onun o dalgalı, rüzgar yemiş saçlarına; o, benim yıllardır hayalinde kurduğu o yüze bakıyordu. Gözleri... O okyanus mavisi gözleri, lobinin spot ışıkları altında daha da derinleşmişti. İçinde fırtınalar kopuyordu ama yüzeyi durgundu.
Ellerine uzandım. Masanın üzerinde duran ellerine. Parmakları inceydi ama tırnaklarını yemişti biraz. O evdeki baskının, o hapis hayatının, "babam duyacak mı" korkusunun izleriydi o tırnaklar. İçim ezildi.
Sessizliği bozmak için çayı bahane ettim. "Çayın..." dedim, sesim heyecandan hafifçe çatallanarak. "Soğumasın." Gülümsedi. O gülümseyince okyanuslar duruldu. "Soğusun," dedi fısıldayarak. "Senin sesin ısıtır."
O an, etraftaki takım elbiseli adamlar, turnikelerden geçenler, telefon sesleri... Hepsi silindi. Sadece biz vardık. O siyah koltuklarda, iki kaçak.
Yüzündeki gülümseme yerini yavaşça hüzünlü bir ciddiyete bıraktı. "Babamdan çok korkuyorum," dedi. Gözlerini çay tabağına indirdi. "Burada olduğumu bilse... Ama geldim. O sesi, o hayali ete kemiğe bürünmüş haliyle görmek için her şeyi göze aldım."
Başını kaldırdı, gözlerimin en içine, Selim'in en savunmasız yerine baktı. "Peki bundan sonra ne olacak?" diye sordu. "Hep böyle kaçak mı dövüşeceğiz? Hep böyle korkarak mı yaşayacağız?"
O an içimdeki SonŞair sustu, mantıklı düşünen, dürüst Selim konuştu. Ellerimi gösterdim ona. O ince işçilikten, lehimden, tornavidadan nasır tutmuş ellerimi. "Benim bir mesleğim var," dedim gururla. "Elim anahtar tutar, devre çözer, makine tamir ederim. Alnımın teriyle kazanıyorum. Radyo benim gönül işim, serseriliğim değil."
Gözleri parladı. Bu söylediklerim hoşuna gitmişti. Babasına karşı savunacak bir kalesi vardı artık. "Eninde sonunda bizi anlayacaktır," dedim. O an buna tüm kalbimle inanıyordum. "Zamanı gelince giderim kapısına. 'Efendi' derim, 'Ben kızını seviyorum. Öyle boş adam da değilim, ekmeğim elimde.' O da sonuçta bir insan, bir baba. Taş değil ya kalbi... Anlayacaktır."
Rahatlamıştı. Omuzlarındaki o gerginlik gitmiş, yerine tatlı bir huzur gelmişti. Çaylarımızı son damlasına kadar içtik. Gelecekten bahsettik, bir sonraki buluşmanın hayalini kurduk. Her şey yoluna girecekti. Planımız basitti: Sabredecek, kendimizi ispatlayacak ve o onayı alacaktık.
Ayrılırken turnikelerin orada bana el salladı. Yüzünde umutlu bir gülümseme vardı. Ben asansöre binip stüdyoya çıkarken, o da o döner kapıdan çıkıp şehrin kalabalığına karıştı. İkimiz de o akşam yastığa başımızı koyduğumuzda, hikayemizin en zor kısmını atlattığımızı, güzel günlerin başladığını umuyorduk.
Artık kırmızı güllere, şifrelere, parolalara gerek yoktu. Haftada en az bir gün buluşuyorduk. Bazen bir çay bahçesinin en kuytu köşesinde, bazen vapurun arka güvertesinde rüzgarı yüzümüze yiyerek...
O evdeki hapis hayatından kaçıyor, ben içimdeki boşluktan çıkıyordum. O birkaç saat, bizim için haftanın geri kalanına yetecek oksijeni depolama seansıydı.
Babası hala tehditti, gölgesi hala üzerimizdeydi ama biz artık "kaçak dövüşmeyi" öğrenmiştik.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL