12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1390
Okunma

EMANET RUHLAR
Kırmızı yüzünden nefret eder oldum tavşankanı tomurcuk güllerden.
Bekleme salonunun havası az sonra buharlaşıp bir damla su haline gelecek ve tavandan sarkan ampulün ucundan, Cezmi ağabeyin saçsız olan mum gibi sararmış kafasına şıp diye düşecek. O farkında değilken düşen su damlası, fersiz gözlerinin akından süzülüp maske ile sakladığı ağzının kenarından süzülüp gırtlağına doğru oradan da gün be gün onu yiyip bitiren ciğerlerine ulaşacak. Çürümekte olan sol ciğerinin kuytu yerlerinde kol gezen tümörün gülümseyen yüzüne okkalı bir şamar yerleştirip, nasılda her birimizi memnun edecek haysiyetiyle fantasmanın orta yerinde cirit oynarken ben…
Sekreter Sevgi karısının çığırtkan sesi ile beti benzi atmış onca insan, düştükleri uyku dehlizinden uyanıp kendilerine geldiler.
Bense ılgım dünyamdan…
Sekreter Sevgi, kısacık boyundan dolayı yere yakın olan poposuyla öyle bir çalımla yürürdü ki bizler mümkün mertebe kalabalığın arasından ona yer açmaya çalışır, gizli bir itibar gösterirdik. Gizli diyorum zira iç sesimizin dışarı yansıması duyulsa idi ağza alınmayacak nice küfürler gün yüzüne çıkar bu mekân hastaneden çok bir kumarhanenin loş ışıklı dolambaçlı odalarına dönüşebilirdi.
Onkoloji servisinin tüm hasta dosyaları Sevginin beyaz yumak gibi ellerinden öpüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse fedakâr bir kadıncağızdı. Zira tüm poliklinik servisleri sekiz buçukta açılmasına rağmen, Sevgi onkolojinin kapısını gümüş ayıcık anahtarlığıyla yedi
buçukta açar, sabahın kör karanlığında gelen mum yüzlülerin refakatçilerini büyük bir intizamla sıraya sokardı.
Sevgi her hastayı soy ağacına kadar tanırdı. Nedeni şu ki buraya gelen hastalarının en azının
geçmişi beş seneliktir. Onkoloji hastası olmak öyle birkaç aylık tedaviyle son bulacak bir şey değildir ki. Bir birinin ardını kovalayan senelerinizi alır. Üstelik size hiç acımadan… Hatta bir ömrü dersem daha doğru bir lakırdı etmiş olurum. Gözlerinizi son kez yumana kadar kontrol altında olmak zorundasınız. Bu öyle bir durumdur ki her daim içinizde bir yerlerde gizli duran bir elin, ne vakit avucunuzu sıkacağı belli olmayan belirsiz bir düşmanının buz kesmiş parmaklarının sessiz bekleyişi gibidir. Hiç olamadık bir zamanda tam atlattım dediğiniz anda, koca bir pastadan fırlayan kırmızı fistanlı koca gülüşlü kız merhaba ben geldim der.
Zaten değil midir ki insanı hasta eden bu düşüncedir. An be an içimizi gıcıklayan solgun benizlerimize kızıllık saçan, ya bir gün tekrar hortlarsa korkusu beynimizin içini burgu gibi kemiren bu korku bir süre sonra paranoyak hale gelmemize neden olur. Üzerine fazla düşmemek lazım, zira kafayı kırmak içten bile değil. Maazallah.
Galiba içimizde en çok bu korkunun karşısında dipdiri durabilen Şahin teyze... Ona bakıyorum. Yaşına rağmen ne kadar eğrelti duruyor vücudu. Buna rağmen hayata isyankâr bedeni, ringde yılmadan yumruk atan boksör gibi.
Şahin teyze bembeyaz kesilmiş ince dudaklarının arasından okkalı bir küfür savuruyor. Ardından anasını belliyor bu dünyanın. Şansız oluşuna yanıyor. Daha ben doğmadan dünya bana sırtını dönmüş diyor. Hastalığında onu terk edip giden kocasına lanetler yağdırıyor. Daha geçen gün bacağından kan almaya çalışan intöre öyle bir tekme attı ki neredeyse kızın böğrünü delip geçti sandık. Doktor Dilek hanımın tüm çabalarına rağmen kemo öncesi vermesi gereken kanı Nuh dedi peygamber demedi de aldırmadı gitti.
Kemo hani şu bizim yan komşu. Hiç sevmediğimiz. Oturmaya geldiğinde bir an önce kalkıp gitsin diye ardından tuz serptiğimiz lala bulanmış komşu. Çoğumuzu yirmi bir günde bazılarımızı ise çok sevdiğinden haftada bir kere yoklamaya gelen istenmeyen kadın. Kadın diyorum. Çünkü kırmızı renk en çok bir kadına yakışır değil mi?
Kemoterapi ünitesi kocaman bir salon…
Açılır kapanır kapısından girdiğinizde sizi beyazlar giyinmiş beyaz gülüşlü hemşireler karşılar. Her bir tanıdık simalarıyla selamlar sizi. Hal hatır sorarlar otomatikleşmiş tebessümleriyle. Sizde özdevimsel hareketler ile cevaplar verirsiniz. Elinizdeki bir çanta dolusu ilacın hazırlanması için küçük pencereli dolaba doğru yönelirsiniz. Hazırlık odasının metalik renkli dolabının havuzuna ilaçları bırakıp hemen giriş kapısının yanında duran tartının üzerinde kilo tartımını gerçekleştirip etrafı mahmur bakışlarla süzersiniz tanıdık birileri var mı diye. Çok kilo vermeniz demek ölüme kapı aralıyorsunuz, kilonuzun çok üzerine çıkmanız ise tedavi sürecini uzatıyorsunuz demektir. Ortasını bulmanız da tamamen sizin marifetinize kalmış bir beceridir. Hadi kolay gelsin bakalım. Çık işin içinden.
Karşılıklı yerleştirilmiş kırmızı deri koltuklardan boş olan birini gözünüze kestirip o tarafa yönelirsiniz. Bilirsiniz ki o anda tüm ölgün bakışlar sizi süzmekte. Nasıl ki yeni bir emanet ruh içeriye girdiğinde sizin de onu süzdüğünüz gibi. Siz fersiz hareketler ile önünüzdeki sehpaya dosyanızı, telefonunuzu su şişenizi ve çoğunlukla bir paket tuzlu krakerinizle birlikte yanınıza aldığınız kitabı yerleştirirken anında kırmızı saçlı hemşire başınızda biter. İçeride hazırlanmış ilaçlarınız önünüze gelir tıpkı bir gün gözlerinizin önüne serilip hesabı sorulacak günahlarınız gibi.
Kırmızı saçlı Münker bildik olduğundan sağ elimi hazırlamamı işaret ediyor. Biliyor ki sol yanım her daim sancıyor. Ömrüm boyunca da sancıyacak olan sol yanım bana küskün son on aydır. O şimdilerde konuşmaz oldu benimle. Ara sıra varlığını göstermek adına sancıyor o kadar. Otuz dokuzundan sonra istirahat onun için pek can sıkıcı geldi. Sevinmelimi üzülmeli bilemedim gitti.
Bazen teselli edercesine okşuyorum onu. İnat ediyor da yüz vermiyor ya bana celâlleniyorum. İtiyorum elimin tersiyle. Ufalıp küçülüyor oturduğu yerde kalakalıyor.
Sağ koluma açılan damar yolunda ki iğnenin ucundan beyaz ilaç süzülüp damarlarımda gezinmeye başlıyor. Sürekli aynı kolun kullanılmasından ve yakın komşum kemonun yüzünden daralan ve incecik kalan damarları süzülen ilacın ağırlığında un ufak olmak üzereyken, dudaklarımdan kelimeler dışarıda yağan kar gibi dökülüveriyor.
Allah’ım şifası ver yarabbi. Kurtar beni tüm bu acılardan.
Bugün canım kitap okumak istemiyor. Çok sevdiğim Dostoyevski’nin delikanlısını dahi.
Dışarıda kar yağıyor. Lapa lapa. Ne çok özlemişim karı. Sekiz senedir görmediğim kar özlemlerimin en büyüğü olmuş ta haberim yokmuş. Bu cansız gönlüme nasılda iyi geldi.
Beyaz umut, beyaz derinlik, beyaz sonsuzluk, beyaz var olmanın gerçekliği kadar gerçek üstü güzellik. Canım nasılda dışarıda olmayı arzuluyor. Fütursuzca koşmak, küçük tekmeler savurmak, havaya kaldırmak beyaz gelincikleri. Yuvarlanmak, beyaz ila doyasıya sevişmek, minik öpücükler kondurmak serin dudaklarına.
Heyhat!
Ne mümkün!
İçime siniyor acısı. Uzunca zamandır beklenen sevgilinin ardından akıtılan gözyaşları gibi tepetaklak yuvarlanıyor gözlerimden yaşlar. Sırılsıklam kesiliyor, soluk dudaklarımı gizleyen maskem. Çekip fırlatmak geliyor içimden kolumdakiler ile beraber. Kapıdan bile değil pencereden dolambaçsız yoldan kaçmalı bu ölü evinden. Sonrasında zıplamalıyım, gökyüzüne fırlatıp atmalıyım kar yumaklarını. Havadan süzülüp dökülüvermeli kirpiksiz gözlerimin üzerine peşin sıra kar beyazları. Yıkamalı solgun yüzümü. Can vermeli. Aynı ibrede takılı kalmış kanımı sulandırmalı, can vermeli can suyuma.
Başımın üzerindeki cihazın hiç susmayan bip sesiyle kafamın içinden uçup giden usum anında yerine gelip yerleşiyor. Sese aşikâr olan beyaz saçlı, kara çatık kaşlı hemşire anında yolundan dönerek iradedışı hareketler ile kırmızıyı sakladığım poşetin içinden çıkarıp biten serum poşetinin yerine takıyor. Sahte olmayan ama beni de hiç memnun etmeyen görev icabı gülümsemesiyle birlikte bir diğer bip sesine doğru yöneliyor.
Damarlarımdan içime süzülen, nerede saklı olursa olsun mutlaka düşmana ulaşabilmesi mümkün olan komşum kemo, hızlı bir şekilde görevini ihya etmeye başlamıştı bile.
Hangi babayiğit tümör ya da kardeşi metastaz ondan kurtulabilirdi ki. Zaten değil miydi ki, bizler bundan dolayı onca kahrını çeker olmuştuk. Yoksa çekilecek dert değildi. Hem vallahi hem billahi... Boşuna dememişler çeken bilir diye. Hay ağzını seveyim bu lafı söyleyenin ben.
Bir keresinde Doktor Yasemin hanıma sormuştum. Neden onkoloji hastaları tıpkı Dow hastaları gibi birbirlerine benziyorlar diye.
Kurbanlık koyun gibi şişirilmiş yüzler, kocaman göz bebekleri, sapsarı bir ten, manasızlaşmış bakışlar, kirpiksiz ve saçsız kafalarıyla aynı yumurta ikizleri gibi yan yana dizili onca insan siluetleri.
Sırasıyla gözlerim üzerlerinde geziniyor.
Şu karşıda yatan çocuk var ya, işte o minik bedenin ayakları hiç okul yolunu arşınlayamamış. Böbrek üstü bezlerine kelebek gibi konan tümörün kanatları kırılınca umut doğmuş. Bir yıl süren tedavinin ardında özlem ve heves ile yapılan okul alışverişin ardından sadece bir hafta sonrasında, sırtının orta yerinde yumru şeklinde büyüyen yeni bir tümör şimdilerde hüsranlı günlerin orta yerinde süklüm püklüm oturmuş vaziyette.
İsmiyle sesleniyorum.
_ Kiraz!
Bana bakıyor. Yüzüne büyük gelen maskesinin ardında saklı kalmış kısık gözleriyle, fersiz devinimler ile gülümsemeye çalışıyor. Elindeki bebeğini uzatıyor görmem için. Mutlu olsun diye kahkaha atmaya çalışarak on numara işareti yapıyorum. Galiba gülüyor. Çözemiyorum. Yanına gidip sarılmayı istiyorum. Aynı kaderi paylaştığımızı, hiç korkmaması gerektiğini, iyileşeceğini haykırmak istiyorum. Bir kez daha…
Heyhat!
Gencecik bedeniyle tüy kadar hafiflemiş ruhuyla uçmaya hazırlanan, melek gibi sapsarı kesilmiş, yüzüne düşen gölgemsi bir elin varlığından bunalıp incecik kalmış gözkapaklarını perde gibi kapamış Ayşenur öylece uyuyor gibi. Yüzünün sarımtırak hali öyle şeffaf ki kulak kepçelerinin ardında kalan tüm nesneleri görmemiz mümkün. Öyle narin bir hali var ki. Sanki hemencecik kırılıver ilecek gibi rüzgârda savrulan gelincik çiçeğinden pek farkı yok. Yüzünün rengini almış incecik parmakları sanki kendisini çoktan terketmişcesine yabancı duruyor. Giydiği kot pantolonunun içinde saklı kalmış, iki değneği andıran uzun bacaklarının titrek halleri de olmasa can vermiş sanabilirsiniz.
Hani derler ya, can önce bacaklardan çıkar diye.
İçimden kalkıp dürtmek geliyor o bacakları. Kalk ayağa. Kendine gel. Ne bu canım teslimiyet canım diye avazım çıktığı kadar bağırmak.
Ardından diğerlerine işaret parmağımı sallamak…
Herkesin söylemekten çekindiği lakırdıların sözcüsü olmak…
_ Ne bu haliniz ya! Ölmüşsünüzde ağlayanız yok gibi. Atın kolunuzdakilerle beraber usunuzun ardına sakladığınız tüm ketum düşünceleri. Bu ruh bize emanet... Emanete ihanet etmek niye… Takılın ardıma. Bakın ne güzel kar yağıyor. Beyaz iyi gelecek bize. Beyaz umudun pençesinde sallanan kiraz çiçeği gibi…
Dün gece rüyamda kar çiçeği gördüm. Biliyorum kar çiçeği bana iyi gelecek. Hepimize iyi gelecek. Yeter ki siz umudunuzu ne olur kaldırmayın tozlu raflarınıza.
_ Sevilay Hanım! İyi misiniz? Uyanın lütfen.
İçim geçmiş. Sol yanım inceden bir türkü tutturmuş gidiyor. Sızım sızlamakta. Sağ yanım uyuşmuş vaziyette. Son ilaç olan damarları yıkayan serumu kırmızının yerine asarken gözüm kırmızının pörsümüş boş poşetine takılıyor. İçiminde bir yerlerin o poşet gibi pörsüdüğünü hissediyorum. Umut ediyorum. İşe yaramaz yerlerim öyle un ufak olup ölüp gider diye.
Ünitenin kapısı açılıyor. Öğle vakti olmuş. Yemeklerin dizili olduğu masayı içeriye sokmaya çalışıyorlar.
Günün yarısını burada geçirmek çok sevimli olmasa da en azından arkadaşları görmek, birbirimize hiç söyleyemediğimiz sözler ile teselli vermek farklı bir güzellik yaşatıyor insana. En azından yalnız olmadığınızı, çok kalabalık bir insan gurubunun bir ferdi olduğunuzu anlamak bir nebze dahi olsa ferahlatıyor. Hatta bazen eğlenceli dahi olabiliyor. Daha doğrusu bunu eğlenceli hale getirebilen insanlar ile beraber olmak o günü gülme kriziyle geçirmenize neden olabiliyor. Geçen ay; radyoloji servisine bir ay boyunca haftanın beş günü gidip gelince az kaldı altın günü yapacaktık da bölüm hocası kızlar abartmayın diye ikazda bulununca makaraları koyuvermiştik.
Hayat her şeye rağmen harika…
Şu yağan beyaz gelinliğe baksanıza… Nasıl terk edilir bu güzellik?
Ey kar! Bütün alamet sende...
Seviyorum seni.
Var mı ötesi?
Yağ içime.
Doldur yanan bağrıma buz gibi erimiş sularını.
Dolaş tüm uzuvlarımda
En çok yüreğimin içinde kal.
Sonra el ve ayak tırnaklarımdan, saç diplerimden fışkır.
Can ver tüm cansızlara.
Mutfak penceremde ki menekşeme can suyu ol.
Hiç solmasın benim gibi emi?
SEVİLAY DİLBER.
Bu öykümü; Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Onkoloji Bölüm hastalarına hediye ediyorum.
Dipnot: Kemoterapi ilacı olan Doxorubicine rengi kırmızıdır. Bundan dolayıdır öykü karakterinin bu renge olan nefreti.