4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
546
Okunma

" Meryem bizim yan tarafı tutmuşlar ışığı yanıyor"
Meryem heyacan dolu bir sesle ;
" İnşallah diğer taşınanlar gibi kavga etmezler."
Bunları söylerken, içindeki ızdırap kasırgası; onu dehşet dolu, bitip tükenmeyen akşam kavgalarındaki seslere sürükledi.İçi sızladı.İlk zamanlar ona ne çok acı verirdi.
Ama zaman onuda komşuları gibi kör ve sağır yapsada Meryem’ in gönül gözü hiç durmadan kanadı.Ta ki geçen hafta onlar taşınana kadar da devam etti.
Beyoğlunun renkli ışıkları ve sanat muzikleriyle dolu sesleri birkaç sokak ötede yerini soluk sokak lambalarına ve arabeks dünyasının yaşanan boyutuna sürüklüyordu.
Meryem bunu hiçbir zaman sevmemişti ve sevmiyordu da. Ama başka çareside yoktu.Sığınacağı, gideceği başka bir şehir yoktu.İstanbul. ( Yusuf Hayaloğlunun dediği gibi acıların kraliçesi)
Tek sığındığı ise duaları sonrasında; Çicekçi Mehmet ve Midyeci Hikmet ve annesi Hacer’in düşlerinden başka bişeyi yoktu. İstanbul, Karanlık Çeşme Sokak ; o acı dolu inlemelere ev sahipliği yaparken; ordaki işkenceye belkide suç ortaklığı yapıyordu.
Yan dairedeki kulakları sağır edip tırmalayan çığlıklar, yalvarma ,yakarış sesleri iki sokak öteden duyuluyordu.Sonra bu çığlıkları İstanbul emiyor, tüketiyor sonrada boğazın derin sularına atıyordu. Kendileri dahil tüm mahalle bu sesler karşısında sağır ve kör kesiliyordu.Meryem’den bile kör.
Hiç kimse kafasını kaldırıp sesin geldiği yere bile bakmıyordu. Hikmet ilk bu sesi duyduğunda, yardıma koşmuştu. O da nasibini almıştı. Şarap Hüsnü’nün boş şarap şişesinden kafasına yediği darbeyle, altı dikişle nasipleşmişti. o günden sonra Hikmet’te bu sessizler kervanına katılmıştı.
Bu sesler duyulurken ; mahalle sakinleri; gayet sakin, radyolarını dinleyip, televizyondaki dizilerine dalmış oluyorlardı. Gönüllü olarak vicdanlarını kör ve sağır edebiliyorlardı.Belki onlarda haklıydı ama yinede bir insanın çığlığını ; bir martı çığlığı gibi dinlemek...
Bu daireyi Hüsnü diye bir adam ve ailesiyle tutup taşınmışlardı. Meryem taşınan insanların içindeki çocuk seslerini duyunca bayram etmiş. Sevinci içinden dışına çıkmış o gün Hikmet’ i soru yağmuruna tutmuştu.
"Hikmet Amca çocuğun saçının rengi ne, boyu ne kadar, kaç yaşındadır, şiman mıydı , zayıf mıydı ?..." sorularıyla kulağına gelen sesin sahibi olan çocuğun zihninde resmini çizmeye çalışıyordu.O sesin sahibiyle tanışmaya can atıp durmuştu bütün gün.
Ama bu sevinci; o ilk gece aile kavgasını ayırmaya giden Hikmetin kafasına dikiş attırmaya gitmesiyle sona ermişti.Şarap Hüsnü o gün Hikmet’ e ;
" Ulan bir daha bu daireye kafanı sokarsan deşerim ulan seni "
diye tehdidin üzerine korkudan Meryemle her akşam sessizce kendi dairelerine çekilirlerdi.
Oysa Meryem; tek bir ışığa duyduğu özlem gibi bir arkadaşa da o kadar özlem duyuyordu. O geceden sonra tüm ümitleride karanlığa karışıp kaybolmuştu.
Her gece kadının yediği dayak inlemeler ve taşınırken ismini öğrendiği Ali’nin ağlamaklı titrek sesi ;
" Allah aşkına ne olur baba yapma ! annemin kafasını duvara vurma !vurmaaa "
Ve o acımasız ses avazının geldiği kadar bağırarak
" Kes ulan anası kılıklı..."
diye devam edip dururdu hatta bir gün sonrasında; bir çocuk çığlığı (Ali’nin kolunu kırmıştı ) . Böyle geçen altı ayın sonunda Şarap Hüsnü’ nün sarhoş eve gelirken Tarlabaşı Bulvarında bir arbanın altına kalmasıyla mahallelide bu seslerden kurtulmuştu.
işte o günden sonra geçen üç ay boyunca kimse tutmamış.Ama o çığlık dolu evin ışığı yanarken ilk kez sükuneti yaşıyordu. Bu ışığı şimdilik Hikmet görüyordu ama Meryemin de bu ışığı bir gün göreceğinden habersizdiler.
Zifiri karanlığın ve acıları İstanbulun nemi kadar içine çekmiş duvarlarını olan bu apartman koridorundan parmaklarının ucunda süzülerek geçtiler. Hikmet pantolonunun sol cebinden anahtarını çıkarırken ;
" Bismillah ... "
derken Meryem;
"Hikmet Amca taşınanlar kim acaba ? Ne iş yapıyorlardır ? " derken kafasında binlerce endişe ve soru geçmişti.
"