11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3778
Okunma

”Mey biter saki kalır, her renk solar haki kalır. Diploma insanın cehlini alsa da, mayasında varsa eşeklik, baki kalır”
-Anonim-
Ben ortaokulu ve liseyi 60’lı yıllarda okudum.
O yıllarda okullarda yabancı dil olarak Fransızca öğretiliyordu. Büyük yerleşim yerlerinde bulunan okullarda İngilizce eğitimi olsa da, küçük yerleşim yerlerinde İngilizce öğretmeni olmazdı. Aslında küçük yerlerde diğer dal öğretmenleri de bulunamazdı. Bir iki dal öğretmeni olan okul ve bu okulların öğrencileri şanslı sayılırlardı.
Gel zaman git zaman devir değişti. Fransızca, dünyada olduğu gibi bizde de önemini yitirdi İngilizce ön plana çıktı. İngilizce bilenler daha gözde ve aranan kimseler oldular. Tekstil atölyesine overlokcu alınacağı zaman bile, işçinin İngilizce bilip bilmediğine bakılır oldu.
Değişen bu duruma ayak uydurabilmek için, sayısını unuttuğum kadar, ben de İngilizce öğrenmek için girişimde bulundum ancak Türk gibi başladım ve yine Türk gibi sonuna ulaşamadım. İngilizce eğitimim hiç bir zaman “Hello!” dan öteye gitmedi.
Bundan birkaç hafta önce yolda yürürken, elinde haritayla sağa-sola bakınan birine rastladım. Tam yanından geçiyordum ki, bana doğru dönerek bir şeyler söyledi. Söylediklerini anlamadım ama halinden tavrından yabancı olduğu ve bir adresi aradığı belliydi.
Okullardan bildiğim bütün Fransızca kelimeler ile oradan buradan duyduğum bütün İngilizce kelimeleri bir araya getirerek, turiste gitmek istediği yeri tarif etmeye çalıştım ancak nafile, anlaşamadık. Yanımda olan eşime,
“ Bizi anlamıyor, biz de anlatamadık galiba” dedim.
Bir an gözleri parlayan turist bana, Türkçe olarak;
“Sen Türk?” diye sordu.
Ben öyle kaptırmışım ki kendimi birden;
“ Yes” dedim.
Turist;
“Ben biliyor az Türkçe” dedi.
O anda turist kıza sarılıp öpesim geldi.
Bir turist, benim ülkemde bana, Türkçe olarak “Türk müsün?” diye soruyor. (Etraftaki dükkân tabelalarına bakıp kendini Amerika da, bizi de Amerikalı zannediyordu galiba). Çok mutlu oldum. Gideceği yeri tarif ettim ve yanından ayrıldım.
Ayrıldım, ancak, bir taraftan da kendi kendime, İngilizce bilmeyişime kızdım. O günlerde, İlan tahtalarında, Antalya Belediyesinin eşgüdümünde -AB destekli- açılan ASMEK (Antalya Sanat ve Meslek Edindirme Kursu)’nun duyurularını gördüm ve hemen gidip İngilizce kursuna eşimle birlikte kaydımı yaptırdım.
Kurs başladığından bu yana bir hafta geçti, ben de hayatımda ilk defa “Hello!” dan öteye geçtim. Çok azimliyim bu defa bu işi başaracağım. Bundan böyle bir turistle karşılaşırsam sular seller gibi, gideceği yeri tarif edip, bir vatandaş olarak görevimi yerine getirmenin mutluluğunu yaşayacağım.
Benim bu yaşta kursa gittiğimi duyanların ilk tepkileri,
“Bu yaşta İngilizceyi ne yapacaksın, ne işine yarayacak?” oluyor.
Ben de onlara, bilimsel olarak;
“Bir: İnsan doğduktan (Hatta anne karnından) ölünceye kadar, başka bir ifadeyle, yaşam boyu öğrenme ihtiyacı içindedir. İnsan olmamın gereğini yapıyorum.
İki: Bilmediğim bir konuda bir şeyler öğreniyorum. Beynimin sürekli çalışır vaziyette kalmasını sağlayarak, böylece Alzheimer hastalığına yakalanmamayı umuyorum.
Üç: Kurs gördüğüm derslik, binanın üçüncü katında, her ders arası hava almak için, günde dört defa, merdivenleri inip çıkarak, spor yapıyorum, Böylece “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü doğrulamış oluyorum.” diye, cevap veriyorum.
Bilimle işi ve ilişiği olmayanlara da;
“Öte dünyada hesaba çekilirken, soruların yarısını Arapça, yarısını da İngilizce soracaklarmış, bana kalırsa, sende bir an önce İngilizceye başla!” diyorum.
“Bir yabancı dili öğrenmek mi, öğretimi yabancı bir dille yapmak mı?” tartışmaları yıllardır yapılmakta. Ben bu tartışmaya girmeden hemen fikrimi ifade edeyim ki, bir ya da birçok yabancı dili öğrenmeye EVET diyorum. Yabancı dille eğitime HAYIR diyorum. Çünkü eğitim, düşünmeyi gerektirir, düşünceyi geliştirir ve herkes kendi ana dilinde daha iyi düşünür. Bir kimse düşünmeyi yabancı dille yapmaya başlarsa, kişi kendinden, dilinden, kültüründen uzaklaşmaya başlar, bu uzaklaşma milli benliğin kaybolmasına kadar gider.
1933 yılında, İstanbul Üniversitesi kurulurken, Almanya’daki Nazi baskısından kaçan Alman ve Yahudi kökenli bilim insanları ve öğretim görevlileri Türkiye’ye sığınmış. Bir kısmı da Türkiye’nin daveti ile gelmiş. İstanbul Üniversitesinin kurulmasında ve bu üniversitedeki birçok kürsünün açılmasında bu insanlardan çok faydalanılmış. Ancak, öğretim görevlilerine, Üniversitede ders verebilmeleri için, Türkçe öğrenmeleri, yapılan iş sözleşmelerinde ön şart olarak konulmuş. Bu kişilerin büyük çoğunluğu, dersi Türkçe olarak anlatacak seviyede Türkçe öğrenmiş. Bir kısmı da Türkçeyi öğrenememiş, Türkiye’deki kütüphanelerin yetersizliğini gerekçe göstererek Türkiye’den ayrılmışlar.
Bir zamanlar memleketimde, ders verebilmek için öğretim elemanlarına, Türkçe öğrenmeleri şart koşulmuşken, devran değişmiş, bilgisini daha üst seviyelere çıkarmak için yüksek lisans eğitimi almak isteyenlere, bir yabancı dili bilmek ön şart olmuştur. Gerekçe; öğrencinin yabancı kaynaklardan araştırma yapabilmesi. İleride üniversite eğitimi almak için de bir yabancı dil bilmeyi ön koşul haline getirirlerse hiç şaşırmayacağım.
Seksen seneye yakın bir zamandır, bilimsel incelemelere kaynaklık edecek bilgiyi üretemeyen gece kondu üniversiteler, kendi kabahatlerini örtmek için Türk gençlerini, Türkçe düşünmemeye, yabancı dille eğitim yapmaya zorluyorlar.
Yazıklar olsun.
Bakınız, Kemanî Serkiz Efendi ne diyor;
"Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime.
Perde-i zulmet çekmiş, korkarım ikbalime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime."
Bekir GÜÇLÜER