21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1910
Okunma


Sevgi, iki yaşındaydı. Küçük evlerinin avlusunda, kendisine göz kulak olan Şükran ablası ile oynuyordu. Avluya bitişik odadan gelen gürültü, dikkatini dağıttı. Koşarak gitti, odanın kapısını açtı. Yerde, devrilmiş duran, oyuncak beşiğini gördü, önce. Sonra, tavandan sarkan ablasının bedenini… En son da çırpınan bacaklarını, gördü. Boş gözlerle baktı, çocuk zihninin anlam katamadığı, bu görüntüler zincirine. Henüz tam olarak beceremediği konuşması ile:
“ Aba’cık beşiğimi bozmuşun.” Diyerek ağlamaya başladı.
…/…
Ayşe, on altı yaşındaydı. Nişanlıydı. Evlilik hayalleri kuruyordu. Ev işlerini bitirir bitirmez, annesinin beyaz geceliğini giyiyor: “ Ben, gelin oldum.” Diyerek dans ediyordu, aynanın karşısında.
Çok seviyordu, nişanlısını. Onun da kendisini sevdiğinden emindi. Kemal’in ailesi, istememişlerdi Ayşe’yi, gelinleri olarak. Ama Kemal, öyle diretmişti ki… Çaresiz kalan aile, nişanı takmak zorunda kalmışlardı. Ayşe, üzülüyordu bu duruma ama evlendikten sonra her şeyin düzeleceğine de inanıyordu.
Annesi ile birlikte, çeyizini hazırlıyorlardı, karşılıklı kurdukları dikiş makinelerinde. Çok mutluydu ama son günlerde bir hüzün çökmüştü, üstüne. Yüzü hiç gülmüyor, gözyaşları dinmiyordu. Annesi ve babası, sürekli, neyi olduğunu soruyorlardı, anlatamıyordu. O anlatamadıkça da, üzüntüsünü, bir aydır haber alamadığı nişanlısına yoruyorlar, fazla üstünde durmuyorlardı.
Komşu kızlarla toplanırlar, dantellerini işlerlerdi, gün içinde. Bir ay kadar önceydi. Yine böyle bir günde; kızlardan biri, diğerinin kulağına eğildi ve Ayşe’ye bakarak, bir şeyler fısıldadı. Kulağına fısıldanan kız, başını kaldırdı ve “ Vah vah “ dedi. Fısıltı, bütün odaya yayıldı ve sonunda Ayşe’nin kulağına kadar ulaştı: Nişanlısı, başka bir kıza sevdalanmıştı. Üstelik bu kızı, aile de onaylamış ve evlilik hazırlıklarına başlamışlardı.
Hemen eve koşan Ayşe, odasına kapandı ve günlerce nişanlısından gelecek haberi bekledi. Günler geçiyor ama ne nişanlısı ne de haber, gelmiyordu.
O sabah, kendisi ile aynı yaşta olan Güler geldi. Nişanlıları, çocukluk arkadaşıydılar. “ Kızın adı; Sevimmiş “ dedi ve gitti. O gittikten sonra Ayşe, odasının kapısını kapattı. Avluda oynayan kız kardeşine, baktı. Oyuncak beşiğinin içindeki çarşafı aldı, tavandaki çengele takıp düğümledi. Ayağının altındaki tabureye vurdu…
…/…
Gülsüm, alışverişini bitirmiş, eve dönüyordu. Aklı, Ayşe’deydi. Dedikoduları o da duymuştu. Hatta o gün, dünürlerine uğramış ve doğru mu diye sormuştu. Dünürleri, böyle bir şeyin olmadığını, anlatılanların sadece dedikodu olduğunu söylemişlerdi. Kızının, günlerdir eriyip, solduğunu gören ve ne yapacağını bilemeyen Gülsümün yüreğine, su serpilmişti. Şimdi, bir an önce eve gidip, anlatmak istiyordu, Ayşe’ye.
Taşıdığı paketlerin ağırlığından kan, ter içinde kalmıştı. Şişman bedenini zorlayarak, evine giden yokuşu tırmanmaya çalışıyordu. Yokuşun başına gelmişti ki kapısının önündeki kalabalığı gördü. “ Hayırdır inşallah “ diyerek adımlarını hızlandırdı. Kapıdaki kalabalığı yararak, içeri girmeye çalışırken “ Komşular, hayırdır? “ diye seslendi. Eğik başlardan ses çıkmadı. Sonunda ebe nineyi gördü. Göz göze geldiler. Elindeki paketleri fırlatarak, odaya doğru koştu. Odanın kapısına geldiğinde, dondu.
Kıpırdayamadı. “ Neden indirmediniz? ” dedi. “Müdde-i umumi gelmeden, elleyemeyiz “ dedi, ebe nine. “ Başlarım sizin müdde-i umuminizden “ dedi ve odaya girdi, Gülsüm. Masanın üstündeki makası aldı. Devrilmiş tabureyi düzeltti. Üstüne çıktı. Bir eliyle kızını tutarken, diğer eliyle de çarşafı kesti.
…/…
Tarık Bey; hatırı sayılır kişisiydi, kasabanın. Her gün, mesai bitiminden sonra, kahveye gider ve sohbet ederdi, kasabalıyla. Kasabayı ve halkını seviyordu. Üç sene önce, tayin olduğu haberini aldığında, Gülsüm hamileydi. O yüzden, önce kendisi gelmiş, evi ve eşyaları ayarlamış, sonra da ailesini getirtmişti. O süre içinde, kasabalının çok yardımı olmuştu, Tarık’a. Onu ve ailesini, hemen kabul etmişlerdi, aralarına. Sevgi’nin doğumundan sonra, komşuları, hiç yalnız bırakmamışlardı, loğusayı. Gülsüm de mutluydu, burada.
Son günlerde aklı, Ayşe’ye takılıydı. Güzeller güzeli kızının üzüntüsü, kahrediyordu, onu. Böyle küçük kasabaların dedikodularını bilirdi, Tarık. Ne canlara mal olduğuna şahit olmuştu, defalarca. Ama Ayşe, akıllı kızdı. Kulak asmazdı, safsata fısıltılara.
Sohbet koyulaşmıştı ki koşarak gelen Ali’yi gördü. “ Tarık komutanım, Tarık komutanım…” diyerek bağırıyor ve el, kol hareketleri yapıyordu, deli gibi. Yanına geldiğinde: “ Komutanım… “ dedi, nefes nefese. “ Dur, oğlum. Soluklan biraz. Ne oldu? “ diye sordu. “ Komutanım, hemen eve gitmeniz lazım. Ayşe abla…”
Gerisini dinlemedi, Tarık komutan. Ok gibi fırladı, yerinden ve cipe atlayıp “ Çabuk eve “ dedi, emir erine. Tozu, dumana katarak eve ulaştılar. Müdde-i umumi ile birlikte girdiler, kapıdan. Gülsüm; Ayşe’nin başı kucağında, yerde oturuyordu. Yüreği yandı. Sendeledi. Son anda kapıya tutunabildi.
Fısıltılar duydu, Tarık. Şöyle bir baktı, etraflarını saran kadınlara: “ Bekaret muayenesi istiyorum.” Dedi. “ Aman komutanım, yapmayın. Nasıl yaparım, nasıl olur? Sizin kızınız… Ayşe… Mümkün mü öyle bir şey?“ diye kekeledi, müdde-i umumi. “ Fısıltıları duymaz mısın be adam? Ne diyorsam, onu yapacaksın.” Diye gürledi, Tarık, komutan sesiyle.
Fısıltılar, sustu. Korkuyla sokuldular birbirlerine, fısıldayanlar. Derin bir sessizlik çöktü, kasabanın üstüne.
…/…
Kemal, dörtnala sürüyordu atını. Bir haftalık izin almıştı, komutanından; hem Ayşe’yi görmek, hem de düğün hazırlıklarını konuşmak için. Yüzüne vuran rüzgar, Ayşe’nin kokusunu taşıyordu burnuna. Mutluydu, çok seviyordu Ayşe’yi.
Kasabaya yaklaştığında, kalabalığı gördü. Bu tür kalabalık, ancak, cenazelerde olurdu ama bu, daha da büyük bir kalabalıktı. Bir anlam veremedi. “ Mehmet ağa, nedir bu kalabalık? “ dedi. Mehmet ağa, yüzüne bakıp, yere tükürdü. Anlayamadı, ne olduğunu, neden olduğunu. Kime sorsa; aynı yanıtı aldı. Cenazeye doğru yaklaşmıştı ki tabutun üstündeki gelinliği fark etti. Hemen ardından da Gülsüm ana’yı gördü. Anladı… Olanları, ailesinden öğrendi.
O gece; bir şişe rakı alıp, sahile indi, Kemal. İçti… İçti… Cebindeki paraları çıkarttı. Borçlarına göre ayırdı. Her birinin altına, borçlu olduğu kişinin adını ve miktarını yazdı. En son kağıda da “ Sana geliyorum, Ayşe “ yazdı. Kumların üstüne, denizi gösteren, bir ok çizdi. Ucuna, kağıdı ve üstüne de yanında bulduğu taşı koydu, uçmasın diye.
Yürüdü… Deniz, ayaklarına değinceye kadar…
Çok aradılar, Kemal’i. Günlerce denizi taradılar, bulamadılar. Kasabanın fısıldayanları; “ Kaçtı “ dediler, kulaktan kulağa. On beş gün sonra, balıkçıların ağına takıldı, Kemal’in cansız bedeni.
…/…
İki gencin canına mal olan olay; bu kadar mıydı? Sanmıyorum. İlla ki gizlediği bir şeyler vardı, Sevgi’nin. Ama üstelemedim. Üzmek, incitmek istemedim; şimdilerde yetmiş üç yaşında olan, dünyalar tatlısı kadını…
Eser Akpınar
23.09.2011
İzmir
Müdde-i umumi’nin, bugünkü karşılığı; Savcı. Olayın geçtiği zamana sadık kalarak, müdde-i umumi’yi kullandım. Yabancısı olduğum bir kelime olduğu için yazım ve kullanım yanlışı yapmış olabilirim. Böyle bir durum söz konusu ise ve düzeltirseniz, sevinirim.