4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
9357
Okunma

Fotoğraf: Mehmet Erbil (Talip Apaydın 12 Aralık 2010)
O’nu tanımadan, kimdir bilmeden öykülerini lise yıllarımda okumaya başlamıştım. Okuduklarım beni öyle etkilemiş ki, hala zaman zaman anlatılarını anımsarım. Sarı Traktör’ü, Telli Gelin’i unutmadım, unutmam da olası değil.
Sonradan Talip Apaydın’ı tanıdıkça bu düşüncelerim daha da yoğunlaştı. Öykülerinin yanı sıra, gazete ve dergilerde çıkan yazıları da oldukça önemliydi. Benim için çok önemli olan bir şey daha vardı. Çifteler Köy Enstitüsü’nü bitirtip, başarılı olması nedeniyle Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne yollanmasıydı. Okula geldiklerinde yüksek kısmın henüz binası yoktu. Bir süre diğer köy enstitülerinin yaptığı binalarda barındılar, dersliklerde derslerini yaptılar. Sonra da tutup elbirliği ile kendi dersliklerini yaptılar. Bir yarış içine girip, iki katlı binalarını bir çırpıda bitirdiler. Yetmedi Güzel Sanatlar Bölümü müzik dersleri için, Açıkhava tiyatrosu yanında müzik derslikleri de yaptılar. Okul alanlarını ağaçlandırmaya, çeşitli meyve ve sebze üretimi için incelemeler yapmaya devam ettiler. En uygun ağaç ve meyve türlerini saptadılar. Ziraat bölümü bunlarla yetinmedi, orta Anadolu florasını inceleyip bilimsel çalışmalar yaptılar. Zararlı otlarla mücadele yöntemleri saptadılar. Bunlar da yetmedi, okulun çeşitli alanlarına ve bina önlerine heykeller yerleştirip sanatla iç içe yaşamayı bildiler. Suut Kemal Yetkin’in dediği gibi; “En iyi ahlak eğitiminin sanat eğitimiyle oluştuğunu” kavradılar. Heykellerden bazılarına çıplak olduğu için değil, sanat yapıtı olduğu için baktılar. Onların bilinci salt gözlerinde değil, tam anlamıyla kafalarındaydı. Bu nedenle yaratıcı ve üretici kuşaklar olarak yetiştiler.
Öyle yetiştiler ki. Yaptıkları binalar, diktikleri ağaçlar, oluşturdukları ormanlar, yeşerttikleri bozkırların hesabı tutulsa, köy enstitülüler devletten alacaklı çıkarlar. Talip Apaydın bu sözün, Van 100. Yıl Üniversitesi’nde bir oturumda kendisine söylendiğini anlattı. Bırakın onların alacaklı olmasını, insanca, onurlu bir şekilde çalışmalarına da fırsat vermediler. Ne yapsalar, ne yana dönseler suç oldu, suç sayıldı. Mahkemelerde yıllarca hakimlerin karşısına çıkarıldılar. Ne oldu? Beraat ettiler. Tümü birden bire askere alınıp çavuş çıkarıldılar. Yılmadılar, yine yazdılar. Yılmadılar, aydınlıklarını yaymayı sürdürdüler. Yıllar sonra aynısı Uğur Mumcu’ya yapıldı. Güçlüler tarihi tekerrür ettirmeye çalıştılar. Başarılı da oldular. Başarılı oldular da, komünist diye suçladıkları, karalar çaldıkları köy enstitülülerin hiç biri, komünistir diye ceza almamıştır, cezalandırılamamıştır. Çünkü iftiralar, Anadolu’daki bu güçlü eğitim ışığını söndürmek içindir. İftiracılar olmadık yakıştırmalarla çarklarını döndürdüler. Döndürdüler de, ancak mumları yatsıya kadar yandı.
Aydınlanmanın, okumanın suç sayıldığı dönemlerdi onların yaşadıkları. Oysa öğrencilik yıllarında hem yapıyorlar, ortaya akıl almayacak işler koyuyorlar hem de okuyorlar. Sindire sindire okuyorlar. Talip Apaydın, çalışma sonrası bir boşluk bulmuş, soluğu öğrenci lokalinde almış. Henüz kimse yok. Açmış kitabını okumaya başlamış. Öyle dalmış ki, yanına birinin yaklaştığını bile duymamış. Bir ara önünde birinin durduğunun farkına varmış. Hafifçe başını kaldırdığında, giysilerinin göründüğü kadarıyla, bunun arkadaşlarından biri olmadığını anlamış. Başını tam kaldırınca da ayağa fırlaması bir olmuş. Çünkü karşında duran Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Şaşırmış elbet. “Otur otur.” demiş gülerek. Sonra da “Bana bir kahve söyle.” diye eklemiş. Lokalde nöbetçi olan arkadaşına kahveyi söylemiş. O günlerde devlet büyükleri, yetkililer polis ordusuyla dolaşmaz, rahat rahat sade vatandaşlar gibi yaşarlardı. Talip Apaydın bu nedenle farkında olmamıştı. Bir süre sonra da etraflarına bir halka şeklinde arkadaşları yığılmaya başlar.
Ancak Talip Apaydın’ın bir sorunu vardı. Cebinde kahve parasını verecek kuruşu yoktu. Ne yapacaktı? Etrafına bakındı, arkadaşı Şükrü Koç’u gördü. Çaktırmadan ondan elli kuruş istedi. Şükrü Koç, kahve parasını kendisinin vereceğini belirtmesi üzerine, “sen, ben” çekişmesine girerler. Sonunda Talip Apaydın, kahve parasını ondan borç alıp verme şerefini sessizce başarır.
“Bedri Rahmi Eyuboğlu, Hasanoğlan’a sık sık gelir. Kardeşi Mualla Eyuboğlu buradadır. Her gelişinde de öğrenci lokaline uğrar hemen orada, resim çalışması yapar, okula hediye ederdi. Öğrenci lokalimizde üç çalışmasının, duvarlarda asılı olduğunu biliyorum. O resimler şimdi ne oldu? Duruyor mu? Bilmiyorum.” Diye açıklamasına devam etti. Evet, bana 1978 yılında müze oluşturma görevi verildiğinde, ancak bir Bedri Rahmi Eyuboğlu resmi ile karşılaşmıştım. Bu resmi 1981 yılında müzeye koydum. Her halde diğerleri kapanın elinde kalmış. Müze yeri değiştirilirken, diğer yapıtların başına geldiği gibi, kimileri ya yok edildi, ya da talana uğradı. Ne diyelim “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” zihniyeti bu olsa gerek.
Talip Apaydın bunları yaşadı, yaşayarak, yaparak öğrendi. Okudu, yaşama bakışı değişti. Okudu, düşünmeyi, yorumlamayı öğrendi. En önemlisi de okudukça yazmayı öğrendi. Okudukça gördü gerçekleri, yılmadan gerçekleri yazdı. Büyüdü, büyüdü geldi bu günlere. O’na ve onlara kara çalmaya çalışanlar, küçüldü küçüldü, yok oldular.
Bu ülke, bu devlet ve de bizler, onlara olan borcumuzu ödeyemeyiz.
Mehmet ERBİL
www.mehmet-erbil.tr.gg