5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1501
Okunma

kimse bana inanmıyor Yağmur, sen de mi yoksa?
Sevgilim,
Son zamanlarda düşünme işlerini sadece kendi adıma yapabildiğim bir fiiliyata çevirdiğim için, hayattan çokça koptum. Bunun benim için ne kadar kötü olduğunu sen de biliyorsun, ama elimde olmadı bu kez. Hiçbir türlü düşünmeye yoğunlaşamadım. Farkındayım, sana da yazamıyorum. Ama gerçekten yazacağım bir şey olmadığı için değil. O kadar çok aklımda planladığım eser var ki! Yalnız benim de kafamı toparlamaya ihtiyacım var.
Şimdi bu nereden çıktı diyeceksin? Evet, sana hiç söylememiştim. Sonbaharda yanıma geleceğini biliyordum, bu yüzden uzaklardan sana seslenmek istemedim. Bu sefer ciddi bir şekilde anakronik davranacağım. Sahip olduğum mevcut teknolojik imkânlardan kendimi kısıtlamaya başladım. İlk başta dizüstü bilgisayarından uzaklaşmam ile gerçekleşti bu. Dahası da gelecek ve yazdığım eserlerin bir kısmını paylaştığım sanal ortamları da terk edeceğim.
Sen benim daima yazmamı istiyorsun, biliyorum. Ama artık yazmak, gerçekten zor geliyor bana. Cümlelerim anlatım bozuklukları ile çoğalmaya başladı. Mantık hatalarım, düzensiz fikir yığınlarım yorulmuşluğumu ayan beyan ortaya koyuyor. Ne etsem, ne okusam ve de ne hakkında düşünsem artık boş! Sadece bazen düşünüyorum, yani düşünme gibi bir his geliyor içime. Sorular soruyorum kendi kendime ve yalnızca kendime cevaplamak zorunda hissettiğim sorular ile artık can sıkıntımı geçirmeye çalışıyorum. Sen de biliyorsun canım, yazmaktan hiçbir menfaatim yok. Yalnızca aklımda olanları yeşertmek adına zamanı gelince büyük eserler vermek adına kendimi bu işe daha fazla vermeliyim. Ama böyle bir durumda olmuyor. Hayatı astıkça, hayat beni kendinden uzaklaştırdıkça, meşguliyetlerimin kompozisyonlarında yabani sorumluluklarımın ardınca riyalı kalemden başka bir şey olamıyorum.
Soruyorum kendime: ‘Kime göre insanız biz? Kim için yaşıyoruz? Kimler için para kazanıyoruz ve kimler için para harcıyoruz? Hiç düşündünüz mü? Kazandığımız parayı, tekrardan harcamak için aynı yere uğramıyor muyuz? Bizi kim kandırıyor bu kadar? Biz kimiz? Özgür insanlar mı, yoksa özgür gibi gözüken köleler mi?’
Evet, anakronik takılıyorum. Esasında buna asrımız içerisinde farklı olmak ve de spekülatif takılıyor gibiyim. Ama inan bana sevgilim, böyle değilim. Ruhum gerçekten bunları amaçlamıyor. Belki de insanlık için gerekli olacak çareyi bulmaya çalışıyorum. Çağdışı düşünüp, çağdışı işlerle ilgilendik mi, o zaman hayatı daha iyi anlayacağımıza dair içimde farklı bir umut var. Bunu seninde gerçekten anlamanı çok isterdim ama nedense bunları sana dillendirmek için yüz yüze görüşme imkânımız bir türlü olmuyor. Mektup ile de ne kadar sana anlatabilirim, şüphe içindeyim.
Hayatta alanlarımızın devrimleştirilmiş yaralarında esrik dönme dolapları olan ruh çıkmazlarımız içerisinde düşündüklerimi ele alırsam, özgür olmadığımı hissediyorum. Eğer ki özgür olabilseydim ya da farklı bir tezahürle sana anlatmak istersem, eğer ki özgürlüğün tadını damağımda tadıyor olsaydım, bu mektubun aynısını üstün hitabet gücümle beraber senin karşında dile getirirdim. Ama yok, olmuyor. Özgürlük isteğim kesinlikle haram dairede bir şeyler arzulama değil, sadece bu afak tablomu kelimelere döktüğüm şu anda, aynen sözlerimle gözlerinin içerisinde tahayyül eylemeden yansıtmak isterdim. Elbette özgür değiliz ve de özgür olmamızda gerekmiyor. Çünkü biz sindirilmeye alışmış bir milletiz. Osmanlı imparatorluğu benim için en büyük ilhamdır ve ölene dek de Osmanlı ruhunu içimde taşımaya devam edeceğim. Fakat her şey bu ruhun içinde de devam etmiyor. Vatanı kurtarma ideaları içerisinde, tamamen sömürge zarların matemine bürünen bir toplum olarak, benim elimle kazanabildiğim bir ‘özgürlük’ modeli bile bu ülkede geçerli değil. Peki, ben gerçekten ne istiyorum? Tek isteğim tüm istediklerimi yapabilmek mi? Ben ne istiyorum ki?
Söz söylemeye de hakkım yok. Çok az şey biliyorum. Dışarıdan fazla bildiğim izlenimleri de bir başkasının bilmemesi. Sadece şarkılarda vakit geçirip, düşüncelerimin istifa dilekçelerini her nefes de enfes hayaller ile süslediğimiz hayatlarımızın rüzgârlarına salıyorum. Ama farkına varıyorum ki sonradan, sadece keşkeler ile yaşıyorum. Pusulam sadece iki üç yılda bir kullandığım reylerden ibaret. Siyasetten uzaklaştıkça, siyasete küfredesim geliyor. Yazı yazma örgülüğümün kısıtlanması, benim için tüm özgürlüğün kısıtlanışına kanıt demek. Bunu sende iyi biliyorsun. Açız filan demiyorum, asla. Diğer fakir ülkeleri görünce, Allaha şükür diyesim var. Ama bir gerçek var ki; o da ülkenin zenginliğine ait kaymağından %10 gibi bir kısım besleniyor. Rabbim daha fazlasını versin. Özgürlüğün kısıtlanması adına o kadar çok şey var ki, biri de bu zenginlerin yediklerinden içtiklerine kadar her şeyin haber edilmesi. Diğer taraftan da fakir olarak saydığımız insanların, çeşitli ödüller adına kullanılması. Paranın değeri artarken, insan değeri azalıyor. Bunu Eylül’ler daha iyi anımsatıyor ve de istisnalar kaideyi de bozmuyor. İnsanın yine de sorması geliyor içinden. ‘Kardeşim, zevk uğruna harcadıklarınla ile beraber bir günde onlarca insan doyabilir.’ Bunu açıklamak çok zor! Türkiye’de fakir yok diye genel bir düşüncede hâkim. Ama bu ‘öylesine’ bir hüzün olarak tanımlanıyor. Neyse, geçmem lazım. Özgürlüğümü ben kendi ellerimle kısıtlıyorum.
Sana olan aşkımla kime yaklaşsam ve kimi ciddiye alsam, ben ciddiye alınmıyorum. Esasında bu yazılarıma da yansıyor. Eğer kafam rahatsa, ağır konular altına girebiliyorum. Ama yüreğim sızlıyorsa ve de rahatsız oluyorsam, gerçekten usanıyorum yazmaktan. Yazsam yazsam en fazla aşka dair oluyor, o da beni tatmin etmiyor. Eksik kalıyor bir şeyler. Bu yüzden kendi yalnızlık kaleme kilitlediğim ömrümde artık yazmak fiiline karşıda eski iştiyakım kalmadı. Keşke yanımda olsan da, gözlerinden okuyabilsem gerçeği! Durmadan yara alıyorum ve her bir yerimde yaralar oluşuyor, yüreğim kanıyor, ciğerim kızgın alevlerde bir top olup sıkıyor benliğimi. Can çekişir gibi hissediyorum. Biliyorum ki, normal bir durum. Geçecek diyorum, evet geçecek! Ama bu acım geçse de, yazmaya karşı iştiyakım kalmayacağı için eskisi gibi, artık bırakmalıyım, vazgeçmeliyim bu sevdadan.
Dünyanın uzaydaki boşlukta aldığı yol gibi, soğuk yalnızlığın pençesi ile yüzleşirken, yüreğimin en temiz yanığıyla parlatmaya çalıştığım bazı yürekler kan ağlıyor güvenler adına. Sanki Che ile savaşıp, Bolivya dağlarından kaçıp da, bir yük gemisine binip Atlas okyanusundan Türkiye’ye gelmiş biriyim. Tüm anlamlarımı ve iyelik takılarımı yitirdiğim için bir nevi şanslıyım, ama neden bir yaşamı paylaşmak ve de onunla gündüzlere ulaşmak delişmen bir arzu ki! Anlam veremiyorum gerçekten, gerçekten zor. Ünlü ‘chaos theory’ ile alakalı bir şey mi? Yoksa Illumınatı cemaati ile alakalı bir şeyler mi var, bilmiyorum gerçekten.
Bu arada kime söylersem, kime anlatsam bana inanmıyorlar. Biliyorlar zor olacağını, biliyorlar ki kaç defa denedim ve yapamadım. Ama bu kaçış değil, varlık da yokluk olacak.
Yarını anımsayıp dünden kalan üzüntülerle, çürümüş köprüleri onarmak için artık yol alma vakti. Zor olacak biliyorum ve ben ne kadar sevdiklerimin yanında olmak isteyip de olamadığım gibi, beni seven her kimse yanımda olmayacak. Herkes gibi ben de yeniden başlamanın, şakaklarımda ki garip ve tuhafsı yanını hissedeceğim. Uçurumların kıyısında yürürcesine bir hayata merhaba diyeceğim. Bu yüzden kimseye artık bana inanması için uğraş vermeyeceğim. Bundan sonra su alan gemilerden korkan insanlardan kaçıp, yalnızca ben olacağım. Biliyorum zor olacak, ama deneyeceğim.
Eylül yeni bir başlangıç, yüreğim bir garip destan yazar gibi; inanmak istediğime inanıp yol almaya devam ediyorum. İnşallah sevgilim, tez zamanda rüzgârlar bulutları semaya getirirde, saçlarımın diplerine kadar gözlerinle ıslatırsın beni.
Sana çok ihtiyacım var çünkü Yağmur!