6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1184
Okunma
Günler günleri kovalıyor, yalnızlığım arttıkça arttı. Ve her artışında kirli gecelerinde İstanbul’un kadehler yoldaş oluyor ve her kadehte yıkandığımı sanırken daha da kirleniyor ruhum. Mayısın ilk günü bugün. İşten yine izin alarak çıktım. Ne yapacağımı düşünüyorum. Eve gitmekten vazgeçtim. Oraya tıkılıp yalnızlık sorgusu yapmaktansa bir yerlerde oturmak en iyisi. Neden yalnızlığım bu kadar büyük derseniz anlatacak çok şey var aslında. Acılarımın yanında sancılarım az bile kalır
Hayatta bir tek annem ve babam vardı. On yedi yaşındaydım, yani on iki yıl önce. Onun öncesinde hemen hemen her sene bir şehre taşınırdık. Kırşehir, Malatya, Ordu, Samsun...Son durağımız Yalova oldu. Babam pazarlama işi ile uğraşırdı. Annem ise ev hanımıydı. Babam haftalarca evden uzakta kalırdı. Çocukluğum annemle geçti. Lise ikinci sınıfı bitirdiğim yaz Ağustos ayı idi. Babam en büyük müjdeyi vermişti bize. Artık eskisi gibi evden uzakta kalmayacaktı. Gayet neşeli ve mutlu günler birbirini izledi. …Ağustos gecesi ailece sofraya oturduk. Ardından en mesut insanları kıskandıran bir aile sıcaklığı içerisinde ilerledi gece. Yüzümüzde gülücük, içimizde mutluluk kapattık gözlerimizi derin rüyalara. Daha doğrusu derin acılara uyanışım olacağını ne bilirdim bu gecenin. Kırk beş saniye sürmüştü. Evet sadece kırk beş saniye. Kırk binin üzerinde hayat kayboldu. Sönmüştü ocaklar yığın yığın. İşte o yıl, o ay hayatımın acıya gömüldüğü şu anki ‘ben’in temellerinin atıldığı an oldu. Gözlerimi hastanede açtım sargılar içinde. Yirmi dört saat göçük altında kalmışım söylediklerine göre. Ağır yaralı olarak çıkarılmış bir haftaya yakın yaşam ile ölüm arasında gidip gelmişim. Gözlerimi bembeyaz bir odada açtım tekrar hayata. Ama kimsesiz…Yitirmiştim annem ve babamı. Kanatları koparılmış bir kuştum artık. Hiçbir söz beni teselli edemedi o an. Feryatlarım arşı deliyor, sözcükleri harf harf ağlatıyordu. Yanımdaki hemşire ve doktorlar acıyan gözler ve yanaklarından süzülen yaşlarla izliyorlardı beni. Ellerinden gelen tek şey sakinleştirici iğnelerle beni benden geçirmeye çalışmak. Oysa ben zaten bende değildim ki. Vücuduma saplanan iğnelerden sonra göz kapaklarım kabuslara kapanıyordu yavaş yavaş. Bir sonraki cehennemsi uyanışa hazırlık yaparcasına. İşte o günden beri her ağustos ayında bir başka depreşir acılarım. Ama hayat devam ediyor. Zaman yakıyor, kavuruyor. Yalnız zamanla da içinden çekiliyor ve çekildikçe küçülüyor acılar. Artık sürekli değildirler; ama ara sıra öyle bir zonklatıyor ki beynini ve yüreğini saniyede bin ölüm yaşatıyor. Neyse daha fazla dalmayayım acı denizine, hayat denilen illetin kör dipsiz dehlizine. Tefekküre daldım mı kafayı yiyecek gibi oluyorum. Velhasıl bir daha asla gelmeyecekler. On iki yıldır med-cezirlerin kıskacındayım. Ne zaman mutluluğa yaklaştığımı hissetsem yaşanır yüreğimde yedi buçuk şiddetinde bir deprem ve parçalar gönlümü anılara sadık kalarak. Tomur tomur budaklanmış ömrüme bahar mevsiminde dolu yağmıştı. Acılar dolu dolu yağmıştı umut çiçeklerime. Ama işte önceli veya öncesiz yaşanmalı hayat bir şekilde. Her ne kadar geçmişin dehlizinden çıkmak için çırpınsam da daha fazla batıyorum. Ve kanıyor kalbim cam kesiği gibi. Zonklayan diş gibi sarar hüzün nöbetleri. Yaşam ve ölümü bir arada yaşatan, yas ve müjdeyi bir arada sunan doğum sancısı gibi tarifsizlikler, tezatlıklar içinde düğümlenir boğazım sorgularda.
Rastgele yürüyorum hayatı sorgu sandalyesine oturtarak beynimde ve idamına kalem kırıyorum talihimin. Meğer benim fikirde yaptığımı hayat eylemsel olarak gerçekleştiriyordu. Her seferinde yüreğim giotinde paramparça ve umuda dair ne varsa dökülüyordu ömür ağacımın dallarından. İnsan, hatırladıklarıyla vardır; bense hatırladıklarımla yok oluyorum. ÖLÜYORUM.