9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1474
Okunma

Merhaba Kadim Dost’um...
Biraz mırıldanmaya geldim...
Bugüne kadar sana verdiğim bütün sözleri tuttum. Geçen sefer yine yazacağımı söylemiştim. Bundan sebep yine buradayım. Kendimi ne kadar uzağa gidersem gideyim sonunda yine senin yurdunda buluyorum. Bir nevi ’derdistan’ diyebiliriz senin coğrafyanın bu eşsiz dinginlikteki kutsal topraklarına.
Bugünlerde aklım bir hayli tuhaf çalışıyor. Köşe kapmaca ve gölge oyunlarına takıldım kaldım. Hani şu bazen iki kişi, bazen bir kaç kişi oynanan biraz stratejik biraz da eğlenceli; savunma sanatı dediğimiz türden olan oyunlar... Oyundaki kurallar, hileler, kurnazlıklar, mızıkçılıklar… Mesela senin kaptığın köşelere benim hiç yanaşamamam. Benim köşelerime senin hiç uğramaman. Hangimiz ebe, hangimiz kaçan ve oyunda başka kimler var köşelerimizi kapan! Bizim köşelerimizi, bizim sınırlarımızı zorlayan. Oysa bu arenada yalnız ikimiz varız sanıyordum. Bir yerde bu oyunun yalnızca çocukluktan kalma bir alışkanlık olmadığını duymuştum. Hatta büyüyünce daha çetrefilli bir hal alıyormuş. İşin içine riyalar, kinler, öfkeler, gururlar, aldanışlar girince köşe kapmaca da boyut değiştirmeye başlıyormuş. Gölge oyununda durum biraz daha farklıymış. Kuklalar üzerinden prim yapanlara, hisse vermek yetmezmiş gibi ahmakça bir yanlışa düşmüşlük düşüyormuş, hatta kaçıyormuş içimize.
Geçen gün rüyamda gördüm seni. Belki de bundan sonra yalnızca rüyamda görebileceğim kim bilir. Öyle güzel bir rüyaydı ki, gerçek olması için dua ettim. Ama sıçrayarak yüzüme yapışmış o sırıtkan tebessümle uyandığımda gün ağarmıştı. Yine de yüzümde bahar sevinci yaratmaya yetti bu rüya. O kadar mutlu oldum ki! Sevindim demiyorum bak, mutluluk diyorum! Seninle daha evvel sevincin mutluluğa kıyasla, güneşin yanında sönük bir gaz lambası gibi kaldığını konuşmuştuk. ’Bir insan her şeye sevinebilir, neşelenebilir ama herkes onu mutlu edemez’ demiştin sende…
Bugün kuşların cıvıltılarıyla uyandım. Geceleri sesi soluğu çıkmayan kuşlar, sabah olduğunda aydınlığa hasret mahkumlar gibi hortlayıveriyor sanki. Bunca kuş sesi arasında kendi sesimden korktum. Sonra sabahın o erken saatinde, bir karınca yuvası gördüm, görmeliydin! Sanki çaydanlıkta dibini bulmuş çay posasını dökmüşler gibi görünüyordu. Kımıl kımıl bir yumak. Kördüğüm olmuş gibi iç içe geçmiş karınca topluluğu. Ama tek sıra halinde bir yürüyüşleri vardı ki, anlatamam.
Aklıma görünen ve görünmeyen gerçekler geldi onları izlerken. Hayatta öğrendiğim yegane doğru buydu belki de. Hiç birşey göründüğü gibi değildi. Karıncalar çay posası değildi, çay posası da karınca sürüsü değildi. Uzaktan her şey insana başka görünüyor olabilirdi. Bakmak ve görmek dedikleri bile bazen yeterli gelmiyordu anlayabilmek için. Kavramak, idrak etmek, geniş açılı bakmak, esnek olmak ama en çok da inanmak gerekiyordu bazı şeylerin doğruluğuna, yoluna, yönüne, hayata karşı duruşuna… İnanmak ne büyük yük, ne zor bir itham, ne büyük meziyet! Bunu bir sen anlamadın! Bu mide kramplarım kahve ve sigaradan değildi. Kalp ağrılı, sancı kıvamlı gecelerden kalmaydı. Korkularım yalnızca gelecek için değildi, kırılmaktan ve kırmaktan da korkuyordum birilerini. Yanlış anlaşılmaktan aklımın çıktığı gibi… İstiyordum ki çok sev beni. Bekler gibi... Yargılamadan sev, ilk kez sever gibi... Baktığında dokunur gibi, dokunurken titrer gibi… Şöyle ağız dolusu haykırırken, tıka basa sev beni.. Tıka basa sev istiyordum, taşar gibi...
Sevgili dostum, biliyor musun son zamanlarda gerçeklerden gitgide uzaklaştım. Varolan duygularımı şiddetle reddeder oldum. Olan ve olmayan mantıklı veya tutarsız her davranışımdan soyutlanmış gibiyim.. Kızgın bir çölde bir su birikintisi bulma ümidim tükenmiş olduğundan arkama bakmadan hızla koşuyorum; güneşin bağrına, güneşin ciğerine, güneşin en dibine, yanacağımı bile bile bu arzumun telaşını anlamış değilim. Ama kaçışım sürüyor o yöne.
Bazen paldır küldür darmadağın bir caddenin çıkmaz sokağında buluyorum ikimizi. Azap gibi birşey bu apansız biten muhabbetimiz. Hırsız gibi, suçlu gibi hep içimde yaşayan bir pişmanlıkla yüzleşiyorum. Kemire kemire, dirhem dirhem azaltan birşey var seni ve beni. Sürekli sorgucu gibi kendimi tenhalara çekip sualler soruyorum. Diyorum bazen de, belki de hiç başlamamalıydı. Başladıysa böyle bitmemeliydi. Bittiyse böyle ağlamamalıydı içimdeki kız çocuğu. O kız çocuğunun neden gözleri hep puslu bakıyor diye kendime bazen lanetler okuyorum. ’Ne hakkın vardı onu üzmeye’ diyorum. Belki de müstahak diyorum bana bu ızdıraplar. Bir kere daha demiştim yine diyorum. Belki de hak ettiğim tam da buydu....
En sonra çok sevgili kadim dost’um; bilmem anlar mısın beni ama mavi kırılmalar oluyor içimde. Masmavi kırılmalar… Hani suya bir şeyin gölgesi düşmüş gibi, biraz da ağlamaklı olup üzüntüden, kırılmışlığın verdiği o alaturka nidalar gibi. Yani demem o ki, biraz kırgın, biraz mavi hatta malum türküdeki gibi çok asi! Ama en çok hüzünden kalma, rutubet hali. Senin yüzünden hüzünkolik oldum hepten. Mavi demişken, geçen gün sana haksızlık ettim, affet. Renkleri sevmezsin yazmıştım. Oysa severdin… Ne çok severdin hem de kırmızıyı. Baktığım her yerde kırmızılı telaşların uçuşurdu. En çok kırmızıyı saklardın aklında... Kırmızılı sevdaları, kırmızıya çalmış mısraları….
‘’Kırmızı. Sana sadece kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum kırmızı. Hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım. Bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim. Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım. " {Umay Umay}
Belki yine gelirim, selamdan sabahtan yoksun kalmayalım diye çabalayabilirim. Ama tek taraflı bu duvar sohbetlerime sen olmadan daha ne kadar dayanabilirim bilemiyorum can’ım dost’um. Ve sen beni dinlemeye daha ne kadar katlanabilirsin, daha ne kadar suskun kalabilirsin bu geveze harflerime… Umarım uzun sürmez. Zira seni çok seviyor ve özlüyorum..
Eyvallah kadim dost’um…
fulya-mayıs2011