16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1203
Okunma


Tepeören Köyü’nden Pendik’e taşındığımızda yedi yaşlarındaydım. Okullar çoktan açılmıştı. Süreyya Paşa İlkokul’una beni yazdırmaya çalışan annem epeyce zorlandı. Sınıfların dolu olduğu söylenip, beni almak istemiyorlardı. Israrla bir alfabe istedi onlardan ve benim okumamı istedi. Çatır çatır okuduğumu gören öğretmenler, bu defa beni kapma yarışına girdiler. Sonunda Saadet öğretmenin öğrencisi oldum.
Yaramaz bir çocuğun yanına oturttu beni. İkide bir ellerimi çimdikliyordu. Şikâyetçi olduğum zaman da beni azarlıyordu. Başarısız bir okul dönemi geçiriyordum.
Pendik Dörtyol’a yakın bir gecekonduda kiracı olarak oturuyorduk. Annem ilk eşinden olan iki ablamı da evlendirmişti. Hafızamda yer yapmayan yegâne olaylar, onların evliliğiyle ilgili olanlardır. Bu konuda tek bir şey hatırlamıyorum.
İlk eşinden olan ağabeyim, benden iki yaş büyük ablam , annem ve ben beraber yaşıyorduk. Annem, sanırım evlere temizliğe falan gidiyordu. Ağabeyim de bir süre ayakkabı dükkânında, daha sonra da bir manavda çırak olarak çalştı; tabii okul saatleri dışında. Ben de o zamanlar pazar günleri kurulan Pendik pazarında su satıyordum. İnşaat halindeki Çarşı camii avlusundaki çeşmeden plastik sürahime doldurduğum suları, yine plastik bardağımla, bardağı beş kuruşa.
Diğer günler de, yine tanesi beş kuruştan hayat şekeri satıp para kazanıyor, kazandıklarımı da anneme getiriyordum. Çok seviniyordu annem. Ben de onu sevindirmekten gurur duyuyordum. Ablam kıskanıyordu beni. Çoğu kez, su sattığım plastik sürahimi tığ ile deliyordu. Annem ise yakarak tamir ediyordu .
Okuldan döndüğüm bir gün, evimizin önünde bekleyen bir kamyon gördüm. Tepeören’li Nalbant Ahmet amcanın kamyonuydu bu. Minibüslerin olmadığı o günlerde, köylülerin ulaşım aracı olarak kullandığı iki-üç kamyondan biri.
Annem, geldiğimi görünce eve girip az sonra elindeki bez pazar çantasıyla dışarıya çıktı. Hiç bir şey söylemeden kamyonun ön tarafına bindirdi beni. Kamyona binmek güzel bir şeydi. Her çocuk gibi ben de sevindim. Gezmek geldi aklıma. Pazar çantasını da ayaklarımın dibine koyduktan sonra, Ahmet amcayla bir şeyler konuştular ve Ahmet amca kamyona binip direksiyona geçti, gaza bastı.
Nereye gidiyordum, kime gidiyordum ? Neden hiç bir şey söylenmedi bana ? Bu bir veda ise, niçin kucaklaşmalar, öpüşmeler yoktu ?
Bu soruların cevabını kim ne zaman verecekti bana ?
Kurtköy’e doğru yola çıktığımızda bile ben halâ hiç bir şey anlayamamıştım. Bildiğim tek şey ; babamın Kurtköy’de yaşadığı idi. ’ Babam kötüydü!’ . Öyle söylemişti annem. Hem de yıllarca. Bize sürekli onu kötülemiş, ondan soğumamızı hatta korkmamızı, kaçmamızı sağlamıştı. Kaç defa Pendik’te gördüğümde kaçmıştım adamdan. Bir defasında kaçamamıştım da, elimden tutup cebindeki tüm bozuk paraları bana vermişti.
Kurtköy’e vardığımızda, yolun kenarına park etti kamyonu Ahmet amca. Aşağıya inince, az ilerideki kahveye doğru seslendi.
- İncirliiiiiii ! Bak kimi getirdim !
Mustafa’ydı aslında babamın adı. Ona galip geldiği , bir kilo incirine yaptığı güreşten sonra bu lâkap verilmişti : İncirli.
Sonra, benim tarafımdaki kapıyı da açıp elimden tutarak aşağıya indirdi. İçinde yedek giysilerimin olduğunu daha sonra öğrendiğim pazar çantasını da elime tutuşturup kahvenin önünden bize doğru gelen babama doğru gönderdi.
Babamın yüzünde mutluluk vardı. Sevinmişti beni gördüğüne. Oysa ben, korkmuştum. Çünkü ’ Kötüydü o!’ Annem öyle söylemişti.
Öyle bir ağlamaya başladım ki , kahvenin bahçesindeki asırlık kara çınardaki kargalar ürkmüş olacak, kaçışmaya başladılar. Kızmışlar mıydı acaba bana ? Ön taraftaki ıhlamur ağacındaki serçeler de ürkmüştü belki ama onların ötüşleri başka türlüydü. Ağlıyorlardı belki de . Yine kahvenin önündeki küçük bir köpek, ağlar gibi havlıyordu. Ya Tekir kedi ; o da ağlar gibi miyavlıyordu.
O Karabaş köpek ve o Tekir kedi, kısa sürede en yakın arkadaşlarım olacaklardı .
Babam sevgiyle, özlemle beni kucakladığında, sarıldığında, ben halâ ağlıyordum.Üstelik korkumdan ağlıyordum. Karabaş ve Tekir de ağlıyorlardı. Serçeler kararsızdılar. Hem ürkek, hem de üzgün.
Kendisiyle evlenmek isteyen İsmail efendinin isteği ile babama göndermişti beni annem. Kötülük diyemem buna ; çaresizlik diyorum sadece. Yıllarca uzak durdum annemden. Ara sıra günahından korkup çaldım kapısını.
Tam kırksekiz yıl ayrı kaldık annemle. Ve tam kırksekiz yıl sonra sarılabildi bana. O da ölüm döşeğinde. Konuşamıyordu ama af diliyordu benden. Bırakmıyordu kollarımı bir türlü.
- Korkma anneciğim ! Senden asla davacı değilim. Yeter ki sen benden davacı olma !, dediğim zaman rahatlayabildi ancak. Bir gün içinde de göçüp gitti.
Kızmıyorum anneme. Kadınlara kin duymuyorum asla.
Bir tek yara kaldı içimde :
Gönderirken bir sarılıp öpseydin ya anne ! Yanaklarıma bir öpücük konduruverseydin de gittiğim yerde yanımda olduğunu hissetseydim !
Fikret TEZAL