2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
983
Okunma
“Siz tevekküllü biri misiniz?”
Afallamıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sorunun cevabı çok netti ama kontrollü ve tedbirli olmamı söyleyen yanım, çok iyi tanımadıkça kimseye kendimi açmamam gerektiğini öğütleyen yanım beni durdurdu. Hem bu konuşmada patron ben değil miydim, soruları benim sormam gerekmiyor muydu, söz buraya nasıl gelmişti? Güven içinde oturduğum bu büro koltuğu ve beni kötülüklerden koruduğuna inandığım bu kutsal masa nasıl olup da ortadan kalkmış, kendi ofisimde beni çırçıplak bırakmışlardı? Duvarın dibindeki sedye, yanımdaki kitaplık gitmiş, penceredeki tüller uçmuştu. Karşımda bir kadın oturuyordu ve ikimizin arasında, tam ortada da bir soru duruyordu sadece. Hemen şimdi delikanlıca bir cevap veremezsem bunun hesabını da veremezdim. Yine de çok güçlü olmayan bir ses tonuyla “evet biraz öyle” dedim.
Aslında sadece fazla kilolarından kurtulmak isteyen, elli yaşlarında, yuvarlak yüzlü, kısa saçlı, çok güzel yeşil gözleri olan bir hanımdı. Genel sorularla başladım. Dul ve iki çocukluydu, mühendisti. “Hani o kimsenin beğenmediği (filan site) evleri var ya onları yapıyorum” dedi. O evleri biliyordum, saray yavrusu değillerdi, ama kötü de değillerdi. Konuşma konusunda herkes benden hızlıdır, o ortalama birinden de hızlıydı. Bu kadar hızlı konuşması galiba anlatacak çok şeyi olmasına bağlıydı diye düşünüyorum şimdi.
Bilinen dahili bir hastalığı var mı? Kahvaltı yapıyor mu? Beslenme alışkanlıkları neler? Düzenli spor yapar mı falan filan. Herkese sorduğum şeyleri soruyordum. Herkesten isteyeceğim tahlilleri isteyecek ve herkese önerdiğim gibi ona da “diyetisyene gidin” diyecektim. Aylarca üstünde düşünmeyecektim. Şimdi bu kâğıda yazacak bir şeyim de olmayacaktı. Birkaç dakika sonra gözleri dolmaya başlamasaydı, bu kadar içten olmasaydı, beni de bu kadar çaresiz bırakmasaydı, yaptığımın bir yudum su için yalvaran birinin ağzına üflemek kadar faydasız olduğuna inanmasaydım eğer.
“Kızımı da getirecektim ama sabah kalktı ve ‘ben gelmiyorum’ dedi” o kadar. “Zaten saat 9.00 randevusu onundu.” “Kızınız gelmediğine göre onun saatini de size ayırabiliriz.” dedim. Yüzümde çoğu kez işe yaradığını bildiğim “bana güvenin” gülümsemesi vardı. Sesime de “rahat olun burada biz bizeyiz” tonunu vermiştim.
Genellikle masa başında çalıştığını söyledi. Bazı zamanlar işten geç çıkıyordu. Spora ayıracak zamanı yoktu. Aslında spor salonlarından pek hoşlanmıyordu. O anlatırken ben de bir yandan dosyaya notlar yazıyordum. “Yemek yapmayı da yemeyi de seviyorum” dedi. “İnternetten tarifler alıyorum, yeni yemekler deniyorum, benim için bir hobi” Gülümsedim. Yazmaya devam ettim. “Çok stresli bir hayatım var aslında” dedi. “ Stres” sözcüğü önemliydi. Stresle baş etmek için yemek yeme yolunu seçen çok obezite hastası görmüştüm, bu yaklaşım değişmediği sürece kilonun da değişmediğini bilecek deneyimim vardı. Konuşma tahmin ettiğim yere doğru gidiyordu ve bu sulardan defalarca geçmiş bir kaptan rahatlığında dinlemeye devam ettim. Sık ağlama, uykusuzluk, sinirlilik gibi bazı ayrıntıları yakalarsam kara göründü demekti ve sözü antidepresan kullanmanın yararına getirebilirdim.“ İş ortamı gergin, kafa dengi tek bir kimse bile yok” Başımı kaldırdığımda gözlerinin nemli olduğunu gördüm. Yazmaya biraz ara vermem lazımdı. “Emekli olmayı düşünmediniz mi?” dedim. Karşımdaki insanla hem hal olabilmek için iyi niyetli bir çabaydı sadece. “Nerede emekli oluyorsun, şehir dışında özel üniversitede çocuk okutmak kolay değil. Evet varlıklı bir aileden geliyorum ama yine de tek ebeveyn olarak bazı maddi sorumluluklarım var” dedi. Geri adım attım “Anlıyorum” dedim. “Puanı buradaki okulları da tutuyordu ama şehir dışında gitmek istedi. Şimdi tatil için geldi. O da çok kilolu. Geldiğinden beri evden çıkmadı. Öğlene kadar uyuyor sonra da elinde cips, hep televizyonun karşısında. ‘Kızım kalk, gezelim, alışverişe gidelim” desen ‘yok.’ Benimle de hiç geçinemiyor, her şeyden beni sorumlu tutuyor. Çalıştım çabaladım iki çocuğumu da tek başıma ben büyüttüm ‘yapmasaydın’ deyip çıkıyor. Sürekli aşağılama, sürekli suçlama” Artık basbayağı ağlıyordu. Sesinde bir titreme yoktu ama gözlerinden yaşlar inmeye başlamıştı. Kutudan bir kâğıt mendil uzattım. Böyle durumlarda yabancı filmlerden öğrenilmiş olduğunu düşündüğüm anlamsız bir kibarlıkla özür dilerler. Ben de ortada bir kabahat olduğuna inanmadığım halde alicenap bir tavırla “rica ederim, rahat olun” filan derim. Ama bu kadın özür dilemedi. Sırası gelmişti. “Acaba kendinizi biraz toparlamak için ilaç kullanmayı…?” “Bir süre antidepresan kullandım. Psikiyatriste gittim o önerdi. Beni sersemletmekten başka bir işe yaramıyorlar. Koşullar değişmedikten sonra. Sadece bende bir duyarsızlık oluyordu hepsi bu. Ben de bıraktım.” Bu cümlelerden sonra doktor olarak yapabilecek bir şeyim kalmadığını anladım. Tababet ilmi yine yetmiyordu. Bu insana bir yararım dokunacaksa, bu doktor rolündeyken olmayacaktı. Kalemi masaya koyup sadece dinlemeye karar verdim. Zaten artık dosyaya ne yazacaktım ki! “Oğlum da Kanada’da, bazen ‘anne gel burada kal biraz’ diyor ama gitmek istemiyorum. Evde yalnızım sosyal bir çevrem yok”
“Acaba bir takım sosyal gruplara filan katılsanız sizin için daha iyi olur mu? Mesela bazı hobi kursları var.” “Ne yapayım, tahta mı boyayayım?” dedi. Karşımda ıslak, kanlı, kocaman iki yeşil göz parlıyordu. “Hadi canım sen de!” diyorlardı. “biz ne anlatıyoruz sen ne anlıyorsun” diyorlardı. Oyalanmak, avutulmak, aldatılmak istemeyen iki yeşil göz. Söylediğim bana da çok saçma geldi. Orada, acı çekse de gerçekle yüzleşmek isteyen, zehir gibi akıllı bir kadın oturuyordu, beni muhatap alıp içine döküyordu ben de hobi kurslarından bahsedip onun zekâsını küçümsüyor, hayata dair ağır dertlerini geçiştirmeye çalışıyordum. İçindeki hayat kandili çatlamış, yağlar etrafa dağılmış ve alev almış gibiydi ve o kandilin kahve falı ve televizyon dizileri hakkında sohbetlerle ve boncuk dizmekle, tel bükmekle onarılabileceğini düşünmek budalalıktı. “Yaşlı bir annem zekâsı biraz durgun bir kız kardeşim var. Birlikte oturuyorlar. Bir de yeğenim var on üç yaşında. İşte bu hafta sonu onlara gittim mesela. Çocuğun dersleriyle ilgileneyim dedim. Biraz çalışıyoruz sonra dikkati dağılıyor, beni dinlememeye başlıyor, kalkıyor masadan. Benden başka ilgilenebilecek kimse de yok. İyi bir geleceği olsun istiyorum, okusun istiyorum ama boşuna”
Seçilmişti. Her ailede seçilmiş bir evlat vardır. Diğerleri yuvadan uçar, o kalır, diğerleri bayramlarda telefon açmakla yetinir, o ise annesinin düşüp şaşmadan yıkanabilmesinden, babasının ilaçlarını düzenli kullanıp kullanmadığına –hatta bu örnekte olduğu gibi, yeğeninin okuluna-kadar her şeyi düşünmek zorundadır. O seçilmişti. Sorumluluk duygusu yüksekti, iş bitirici ve becerikliydi, duldu, bütün bu işler ona düşerdi, kendini feda etmek ona münasipti. Her işe yetişeyim derken kendisini unutmuştu sanki. Seçilmişler böyledir. Fedakârlık zamanla işkenceye dönüşse bile duramazlar, eksilmekte olduklarını göre göre vermeye devam ederler, güçlerinin tükendiğini bile bile oradan oraya koştururlar, yardım istemeyi bilmezler.
“Ne kadar çok sorumluluk almışsınız üstünüze” dedim. O çocuk okurdu, okumazdı, işe girerdi belki, belki de haytanın teki olurdu. Su akıp yolunu bulmuyor muydu hep. Herkes kendince bir hayat sürüyordu iyi kötü. “Her şey mükemmel olsun istiyorsunuz ama bu bizim elimizde mi ki?”
“Siz tevekküllü biri misiniz?”
Afallamıştım. Ne diyeceğimi bilemedim.
Çok iyi eğitim veren üniversitelerden birinden mezun olduğunu söyledi. “Tabii ki bizim de ailemizde dindar büyüklerimiz vardı ama biz böyle bir eğitim almadık, böyle görmedik. Bizim kuşağımız her şeyin akılla çözüleceğine inanır. Öyledir de zaten. Çalışarak doğru planlamalar yaparak, aklını kullanarak istediğin sonuçları alırsın. Ama işte… Bazen dua edeyim diyorum ama olmuyor, inanamıyorum.”
Yazdığım tahlil kâğıtlarını uzatırken “siz en iyisi Kanada’da oğlunuzun yanında bir tatil yapın” diyebildim. Budalalıktı.