23
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4721
Okunma
Meltem, aynanın karşına geçip, gece karası saçlarını okşarcasına taramaya başladı. Aynadaki yüzünü incelerken, “Hiç fena değilim; hatta güzel bile sayılırım” diye düşünüyordu. Taradığı saçları omzunun üzerinden savruluyordu. Aynanın karşısında bir kez döndü. Yine kendini beğendi. Mutluydu çünkü. Annesinin dilinden düşürmediği “Mutlu kadın güzel kadındır.” Sözünü anımsadı. Ne zaman kendiyle baş başa kalsa, hep sevdiği adamı ve tanışmalarına vesile olan o güzel günü hatırlayıp, tekrar tekrar o anı yaşıyor, onu karşısına çıkardığı için
Tanrı’ya şükrediyordu.
Meltem, esmer, uzun boylu, zayıf, kapkara gözlü ve gece gibi siyah saçlıydı. Öğretmendi. Bu şehirdeki bir okula geçen yıl tayin olmuştu. Küçük bir daire tutmuş, kendi başına ve yapayalnız yaşıyordu. Yaklaşık üç dört ay kadar öncesi, akşam geç yattığı için sabah erken kalkamamış, pencereden süzülen ışık gözlerini alınca yatağından fırlayarak uyanmış ve telaşla hazırlanıp, deli gibi sokağa fırlamıştı. Sokakta, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başladığında şemsiyesini yanına almadığını fark etmişti ama geriye dönüp zaman kaybetmeyi de göze alamıyordu. Çantasını, kitap gibi başına siper edip, durağa doğru koşmaya başlamış, yanında hızla geçen arabaların korna seslerinden olsa gerek, fermuarı açık çantasından yere savrulan ve iki parçaya ayrılan cep telefonunun sesini bile duymamıştı. Arkasından gelen bir genç, yere düşen telefonu süratle yerden alıp, bir yandan telefonun kapağını takıyor, bir yandan ise kıza yetişmek için var gücüyle koşuyordu. Kızın yanına geldiğinde nefes nefese bir sesle:
“Bayan bakar mısınız?” diye seslendiğinde Meltem, oldukça sinirli bir eda ile geriye dönerek, gencin yüzüne bile bakmadan: “Ne var? Ne istiyorsun?” diye adeta kükremişti.
Genç adam, elindeki ıslak telefonu uzatıp: “Şey, Hanımefendi! Bunu düşürdünüz” diye kekelediğinde; Meltem, onun bu nazik ve insancıl davranışı karşısında mahcup olarak kızarmış ve gayet müşfik bir ses tonuyla: “Teşekkür ederim. Biraz acelem vardı da fark edemedim düştüğünü” diyebilmişti.
Hala nezaketini koruyan genç adam: “Önemli değil, nasılsa yetiştim size. Çok ıslanmışsınız. Daha fazla ıslanmayın ne olur, şemsiyem ikimizi de korur. Lütfen durağa kadar size refakat etmeme müsaade edin!” dediğinde, Meltem, biraz tereddüt etse de bu yardım ricasını kabul ederek, onunla birlikte durağa kadar yürümüştü.
Durağa geldiklerinde, kalabalığın arasında Meltem’in arkadaşı Şengül de vardı. İkisini yan yana görünce heyecanla seslenmiş ve sanki arkadaşı Meltem’i sorguya çeker gibi konuşuyordu:
”Siz tanışıyor musunuz?”
”Yooo!”
”Eee, ikinizi aynı şemsiye altında görünce tanışıyorsunuz sandım.”
”Uzun hikâye şimdi anlatamam canım.”
”Madem yan yana yürüyor ama tanışmıyorsunuz. O zaman ben sizi tanıştırayım
canım! Ağabeyim Murat ve arkadaşım Meltem!”
Meltemle Murat, tanıştıktan sonra el sıkışıp memnuniyetlerini dile getirmişler, o günden sonra sık sık görüşen bir üçlü olmuşlardı. Meltem, ara sıra da olsa Muratla yalnız olarak geziyordu. Arkadaşlıkları birkaç aydır devam etmesine rağmen hiç evine davet etmemişti Murat’ı. Bugün oldukça heyecanlıydı ve Murat ilk kez, üstelik yanında kız kardeşi olmadan gelecekti Meltem’in evine.
Meltem, elindeki tarağı bırakmış ve yüzünü son kez inceliyordu aynada. Sandalyeyi çekip oturdu. Abartısız bir makyaj yaptı. Tekrar yüzüne baktı. Güzeldi. Bugüne kadar kendisini bu denli sevdiğini hiç hatırlamıyordu. “Demek ki insanın kendisini sevmesi için başkasını sevmesi gerekiyormuş.” diye düşünerek, isteksizce aynanın karşısından kalkıp, mutfağa geçti.
Yemek masasını tekrar gözden geçirdi, her şey tamamdı.
Üzerine pembe ipek bir bluz altına da siyah mini bir etek giymişti. Kıyafetini tekrar gözden geçiriyordu ki kapı çaldı. Kapıyı açmaya giderken heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu. Kapıyı açtığında; Murat, bir demet kırmızı gülle içeriye girdi. Gülleri Meltem’e verirken uzanıp dudaklarından öptü. Meltem gülleri kucakladı. Murat kolunu Meltem’in omzuna attı, birlikte içeriye girdiler. Biraz havadan sudan sohbet ettikten sonra mutfağa geçtiklerinde
Murat, kurulan sofraya hayran kalmıştı:
”O! Bu kadar marifetli olduğunu bilmiyordum canım. Bunların hepsini sen mi yaptın?”
Meltem, alınmış gibi yaparak, dudağını büzdü ve:
”Yok! Annem gelip yaptı Adana’dan.”
Murat, Meltem’in sandalyesini çekerken boynuna bir öpücük kondurdu:
”Şaka yaptım canım! Hemen alınma!
Masaya oturup neşeli neşeli yemeklerini yediler. Yemekten sonra Meltem birer kahve yaptı salona geçtiler. Divana yan yana oturup kahvelerini yudumlamaya başladılar. Murat, elindeki fincanı sehpaya koyup Meltem’in beline kollarını dolayarak kendine doğru çekerken dudaklarından öptü. Genç kızın kalbi heyecandan duracak gibiydi. Bir eliyle Murat’a sarılırken, diğer eliyle fincanı sehpaya uzatıp koydu.
Murat’ın ateşli öpücüklerine karşılık vermeye başladı. Göğüsleri dikleşti, kasıklarının üzerinden ılık bir nehir geçtiğini hissetti birden. Murat kızı belinden çekip ağır ağır divana yatırdı. Bir eliyle de pantolonundan kurtulmaya çalışıyordu. Üzerinden çıkardıklarını kenara fırlatıp attı. Bir eliyle kızı kendine çekerken, diğer eliyle bluzunun düğmelerini çözdü. Sutyenin kopçasını açınca kızın diri göğüsleri özgürlüğüne kavuşmuştu. Murat, ateşli buselerini kızın boynundan aşağılara doğru kaydırırken, kız nefes nefese inliyordu. Birden kasıklarında hissettiği sertlikle irkildi kız. Ani ve hesapta olmayan şiddetli bir tepkiyle Murat’ı kucağından iterken, korkuyla bacaklarını büzdü ve kekeleyerek, “sakalların batıyor Abi” diye kekeledi. Ancak kâbus gören birinin fısıldayabileceği kadar cılız olan bu serzenişti bu. Murat kızı duymadı bile. Zevkin doruk noktasındaydı. Sevdiği kadına, asla kopamayacak kadar sımsıkı kenetlenmişti. Buzullar gibi katılaşan kasları sonunda eridi. O zayıf anında sevgilisinin canhıraş haykırışıyla irkildi.
”Bırakın beniii! Hepiniz aynısınızzz!
Meltem, üzerindeki adamı bütün gücüyle itti. Altından kalkıp karşı duvarın köşesine büzüldü. Hıçkırarak ağlamaya, kendi kendine konuşmaya başladı.
”Yapma Abi! Yapma! Sakalların batıyor. Canım acıyor yapmaaa!
Murat, köşede titreyen Meltem’e baktı. Şaşkındı. Ayağa kalktı, odanın içinde çıplak heykel gibi dolaşırken eliyle sakallarını kontrol etti ama gelirken tıraş olmuştu. Meltemin durumuna bir anlam veremedi. Yanına gidip diz çöktü.
”Ne oldu canım neyin var? Canını yaktıysam özür dilerim.”
Meltem çıldırmış gibiydi. Yerinden hışımla kalkıp divanın örtüsünü çekerek üzerine doladı. Bağırmaya başladı:
“Dokunma banaaaa!”
Meltem, elinde olmadan yirmi yıl öncesini yaşıyordu şimdi.
Yirmi yıl önce, bir yaz günü öğle vaktiydi. İnsanlar sıcaktan evlerine sığınmış, birçoğu öğlen uykusuna yatmış, şehir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Annesi, küçük kızını güçlükle yatırıp, kendisi de dinlenmek için gidip yatmıştı. Uyumak istemeyen küçük kız, annesini uyutup yavaşça yatağından kalkmış, ayaklarının ucuna basarak yavaşça dışarıya çıkmıştı. Bir kat yukarda oturan arkadaşı Seval’le oynamak istiyordu. Bir kat yukarıya çıkmış, ayaklarının ucuna basarak zili çalmış ve beklemeye koyulmuştu. Az sonra kapı aralanmıştı ama arkadaşı değildi karşısında dikilen. Saçı sakalı birbirine karışmış orta yaşlı bir adam vardı. Üzerinde kısa bir şorttan başka bir şey de yoktu üstelik. Kapıda küçük kızı görünce gülümsemeye çalışmıştı:
”Hoş geldin küçük kız; kime baktın?”
”Ben Seval’e bakmıştım. Canım sıkıldı da.”
”Seval yok; ama ben varım. Benim de canım sıkılıyor, benimle oynamak istemez misin?”
”Annem kızar ama yabancılarla konuşmama.”
Adam omuz silkmiş, ona Seval’in dayısı olduğunu söylemiş, bir anlamda şeker ve oyuncak vereceğini de vaat ederek onu içeriye almıştı.
Daha içeri girer, girmez adam onu kucağına almış, yanaklarını, boynunu, neresi denk gelirse öpmeye başlamıştı.
Kız, canhıraş bir sesle bağırıyordu.
“Sakalların batıyor Abii!”
Adam aldırmamıştı bile. Küçük kızı divana atıp bir hamlede külotunu çıkarıp üzerine abanmıştı.
Küçük kız acıyla bağırıyordu…
05.03.2011/ Emine UYSAL
NOT: Öykü yaşanmış hayat hikayelerindendir. Yorum hakkı siz değerli okuyucularıma aittir.