12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2115
Okunma

Semra, köyün en güzel kızı değildi. Ama çok farklı bir havası vardı. Yürüyüşü, duruşu, başını tutuşu, elini sallayışı… Görenler, bir daha dönüp bakıyorlar fakat onda kendilerini etkileyen, bir daha baktıran şeyin ne olduğunu bilemiyorlar, bulamıyorlardı.
On sekizine yeni girmişti, Semra. Köyün diğer kızları gibi çeyizini hazırlıyordu, harıl harıl, Günlük işlerini bitirdikten sonra, camın önündeki sedire oturuyor, dantelini eline alıyordu. Bir yandan da radyoda çalan türküye eşlik ediyordu, keyifli keyifli. Açık camdan dışarı süzülen billur sesi, Seyit ağanın oğlu Haydar’ın dikkatini çekiyordu.
Haydar, askerden yeni gelmişti. Ağa olan babasından aldığı güçle türlü eziyetler yapıyordu, köylüye.
Arkadaşları ile sık sık kasabaya gidiyordu, Haydar. Dudu’nun evinin baş müşterisiydi. Önce sofralar kuruluyor, rakılar içiliyor sonra da kızlar çıkıyorlardı, sırayla. Yeni gelen her kızı, önce Haydar’a sunuyordu Dudu Kadın. Paranın nereden kazanılacağını çok iyi biliyordu.
İçki, kadın derken, gitgide daha ahlaksızlaşıyordu, Haydar. Köylüler, ondan yaka silkiyorlar, kızlarını nasıl koruyacaklarını bilemiyorlar ama ağa oğlu olduğu için de korkuyorlar, seslerini çıkartamıyorlardı.
Haydar, Semra’ya takmıştı aklını, uzun zamandır. Git gide de saplantı haline dönüşüyordu. Üstelik bir de söz kesilmişti Semra’ya, kahvenin sahibi Musa’nın oğlu Mahmut’la. Bu haber daha da çıldırtmıştı Haydar’ı. Çocukluk günlerinden beri sevmezdi Mahmut’u, köylünün aksine. Efendiliği, saygısı ile köylünün sevgilisi olan Mahmut’un canını yakmak için fırsat kolluyordu, senelerdir.
…/…
Gün, her zamanki gibi başladı. Semra, evi toparladıktan sonra tavukları yemledi. Ninesi, çok yaşlanmıştı ve yerinden bile zor doğruluyordu, ağrıları yüzünden. Bu yüzden de yapılması gereken bütün işleri Semra yapıyordu. Hiç gocunmuyor, şikayet etmiyordu. Çünkü ninesini çok seviyordu. Anne ve babasının ölümünden sonra onu ninesi büyütmüştü.
“ Nine, ormana yakacak toplamaya gidiyorum.”
“ Tamam, kızım ama sakın ağır taşıma. Eşeği de al.”
“ Alıyorum nineciğim, merak etme.”
Mis gibi havayı içine çekerek, ormanın derinlerine doğru yürüdü, Semra. Bir yandan türkü söylüyor, bir yandan da gözüne ilişen ağaç dallarını topluyordu. Keyfi yerindeydi. Mahmut’la çocukluklarından beri sevdalıydılar. Düğünlerine de çok az kalmıştı. Tek sorunu Haydar dı. Son günlerde, sık sık peşinde görür olmuştu Haydar’ı. Aralarındaki husumeti bildiği için Mahmut’a bir şey söyleyemiyordu. Nenesine açılmayı düşünmüştü ama onu da üzmek istememişti.
O sırada, koca çınarın altındaki mantarlar ilişti gözüne. Eşeği ağaca bağlayıp mantarları toplamaya başladı.
O kadar dalmıştı ki yaklaşan ayak seslerini duyamadı. Ağzına kapanan el ve beline sarılıp yere çökerten kol. Son hissettikleri bunlardı, gözleri kapanmadan önce.
…/…
Tarhana ovalamakta olan Hacer nene, bir çıtırtı duydu. Başını kaldırdığında kendisine bakan küçük sincabı gördü.
“Ne işin var senin buralarda? Ormanda olman gerekmiyor mu?”
Aynı anda bir gariplik olduğunu fark etti. Yavaşça doğruldu yerinden. Kendi etrafında döndü. Çevreye bakındı. Garipliğin ne olduğunu bulmaya çalıştı. Ses yoktu. Ormanın sesi yoktu. O anda Semra geldi aklına. Hiç bu kadar geç kalmazdı. Eve girdi, saate baktı. Dört saat olmuştu gideli. Tekrar avluya çıktı. Küçük sincap deli gibi zıplıyordu, olduğu yerde.
Yüreği sıkıştı. “ Hayır, hayır… Tanrı’m ne olur aklıma gelen olmasın.” Diyerek çıktı kapıdan. Yaşlı bacaklarının izin verdiği hızla köy meydanına doğru koşmaya başladı.
…/…
Haydar, kahveden içeri girdi.
“ Bana bir çay getir, kahveci Mahmut. Tavşankanı olsun ama haaaa!”
“ Hayırdır Haydar, pek mutlu görünüyorsun? Bilmediğimiz bir şey mi var? “ diye sordu, yan masada pişpirik oynayan arkadaşı.
“ Hee… Pek bi keyfim yerinde bugün, nedense?“
Mahmut, Haydar’ın yüzündeki pis sırıtışı görmezden gelmeye çalışarak çayı doldurdu. Tam masaya koyuyordu ki Hacer nenenin yazmasını savurarak, telaşla geldiğini gördü, camdan. Koşarak dışarı çıktı.
“ Mahmut, yetiş! Ağalar, yetişin!”
“ Ne oldu Hacer nene?”
“ Semra yok Mahmut. Yakacak toplamaya gittiydi ormana. Dört saat oldu, hala yok.”
Bütün kahve bir anda ayaklandı. Hayra alamet değildi, Semra’nın bu kadar zaman yokluğu. Hepsinin korkusu aynı şeydi ama dillendiremiyorlardı.
Mahmut önde, köylü arkada ormana doğru koşmaya başladılar. Haydar da karıştı aralarına.
“ Semra… Semra…”
Aramaya başlayalı bir saat geçmişti ki eşeğin anırması çalındı kulaklarına. Sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladılar, hızla. İlk Mahmut gördü, ağacın dibindeki karaltıyı.
“ Semraaaaaaa…” diye haykırarak koştu.
Kırık bir bebek gibi yatıyordu, Semra. Diz çöktü, sözlüsünün yanına. Başını kucağına aldı. Dudağının kenarındaki kanı silmeye çalıştı, yemenisinin ucuyla. Gözyaşları sel olmuştu, Mahmut’un.
Hacer nene, dondu kaldı, olduğu yerde. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi.
Köylüler sessizdi. Orman sessizdi.
Acı çığlığı yankılandı Mahmut’un, ormanın derinlerinde:
“Ah! Benim talihsiz Semra’m. Hangi şerefsiz, hangi vicdansız, hangi ırz düşmanı kıydı sana? ”
Nereden geldiği, nasıl olduğu bilinmeyen bir rüzgar çıktı. Önce ince dalları sallandı, ağaçların. Sonra yerdeki otlar savruldular sağa, sola. Semra’nın kanlı yemenisi dalgalandı, hafiften. Otlarla birlikte havalandı. Kalabalığa doğru süzüldü, süzüldü… Boylu boyunca örttü, Haydar’ın başını.
Minik bir sincap geçti, Hacer nenenin önünden.
Eser Akpınar
01.03.2011
İzmir.