37
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2285
Okunma

Gün ağarmak üzereydi. Orhan evinden çıkmış, feribotu kaçırmamak için hızlı yürürken, bir yandan da üşüyen ellerini ovuşturuyordu. Ekim ayı ile birlikte soğuklar iyice kendini göstermeye başlamıştı. Sabahın ayaz rüzgarı yüzünü okşarken, paltosunun yakalarını yukarıya doğru kaldırdı, açık olan düğmelerini tek tek ilikleyip, üşüyen ellerini cebine soktu. Yüzünde bir tebessüm vardı. Vücudu üşüse de kalbi sımsıcaktı. Seviyordu, hem de çok seviyordu.
---Şimdi beni nasıl sabırsızlıkla bekliyordur.
Diye geçirdi içinden. Adımlarını daha da sıklaştırdı. Bilet satan gişelere gelmişti. Fazla kalabalık olmayan kuyruğa girdi, birkaç dakika sonra bileti elindeydi. İnsanların arasına karışıp, feribottaki yerine oturdu. Nihayet canından çok sevdiğinin yanına gidiyordu işte…
O gece Nazlı’nın gözüne heyecandan uyku girmiyordu. Yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp duruyor, sanki yerinden çıkacak gibi olan kalbini sakinleştirmeye çalışıyordu. Bütün hazırlıkları tamamdı. Bir gün öncesinden saçını nasıl tarayacağına, ne giyeceğine, nasıl makyaj yapacağına karar vermişti bile. Güzel olmalıydı, hatta çok güzel olmalıydı. Orhan’ı O’na bakınca gözleri kamaşmalıydı.
Sabahın ilk ışıklarıyla yatağından kalktı ve banyoya gitti. Aynadan yüzüne baktı;
---Uyumazsan böyle olur işte. Yüzün kireç gibi, gözlerinin altı morarmış. Bu suratla Orhan’ının karşısına nasıl çıkacaksın sen?
Diye kendi kendine söylenirken, küvetin dolması için sıcak suyu açtı. Üzerindekileri çıkarıp, sıcak suyla dolan küvete kendini koyuverdi. Nasıl da rahatlamıştı. Uzun bir müddet öylece kaldı, sonra duşunu aldı. Küvetten çıkıp dişlerini fırçaladı. Giyecekleri hazırdı. Herkes yeşil bluzunun O’na çok yakıştığını söylerlerdi. Bluzu giyince gözlerinin yeşili daha bir ortaya çıkıyor, daha güzelleşiyordu. Bunu kendisi de biliyordu aslına. İtina ile bluzunu, altına da kot pantolonunu giydi. Saçlarını kuruttu, fön çekti. Beline kadar uzun sarı saçları dümdüz olmuştu. Hafif bir makyajla işi bitmişti. Yatak odasına geçip, boy aynasından kendisini inceledi…
Balıketli, ne uzun, ne kısa orta boyluydu. Sarı saçları iyice uzamıştı. Gözlerine, sanki kırların yedi renk yeşili birleşmiş gelmiş gibi yemyeşildi. Ne yaşarsa yaşasın, her zaman gözlerinin içi gülerdi. Ok gibi uzun kirpikleri, bakışlarına farklı bir anlam katardı… Her şey tamamdı, saatine baktı, vakit gelmek üzereydi. Yine birden kalbinin ritmi değişmişti. Heyecandan eli ayağı titremeye başladı. Üzerine kabanını aldı, omzuna çantasını taktı ve özel günler için aldığı pabuçlarını giydi. Artık Orhan’ına gidebilirdi…
İdo’ya geldiğinde, kalbi heyecandan neredeyse durmak üzereydi. Feribot kıyıya yanaşırken, son bir kez bekleme salonunun camından kendine baktı. Ellerini tarak gibi yapıp, saçlarını düzeltti, sonra ellerini ovuşturarak Orhan’ı beklemeye başladı. Feribottan insanlar inmeye başlamış, bir anda her yer insan kalabalığı olmuştu. Nazlı ayak parmaklarının ucunda yükseliyor, başını sağa, sola çevirip, Orhan’ı görmeye çalışıyordu. Nihayet görmüştü, tam karşısında hızlı adımlarla O’na doğru gülümseyerek geliyordu. Nazlı da Orhan’a doğru birkaç adım attı, şimdi bir nefes kadar yakındılar birbirlerine. Hiç tereddüt etmeden onca kalabalığın içinde birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Nazlı, Orhan’ın kokusunu içine, taaaa iliklerine çekiyordu. İkisi de mutluluktan konuşamıyor, birbirlerini öpücük yağmuruna tutuyorlardı. İşte, geceler boyu düşünü kurduğu sevgilisine kavuşmuştu nihayet.
O gün ikisi de adeta mutluluktan uçuyordu. Bulutlar, onların bu mutluluklarına ortak olmuş, gökyüzünden sevgi damlalarını gönderiyorlardı. Yağan yağmura aldırış etmeden, kâh sahilde el ele dolaştılar, kâh oturup, gözlerinin içine bakarak sohbet ettiler. Yağan yağmurdan nasibini almak istemeyen insanlar sağa, sola kaçışırken, onlar sırılsıklam olana dek sarmaş dolaş yürüdüler. Günün nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Orhan’ın gitme vakti geldiğinde, Nazlı’nın yüreğine bir sıkıntıdır oturmuştu. İçinden “Keşke gitmese, keşke hep yanımda kalabilse!” diye geçiriyordu ama Orhan’ın üzülmesine gönlü elvermediği için, O’na bir şey belli etmiyor, aksine neşeli görünmeye çalışıyordu.
Ayrılık vakti gelip çatmıştı. İki sevgili sanki tutkalla yapışmış gibi sarılmış, birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Feribot görevlisinin; “Beyefendi hareket ediyoruz, lütfen binin artık” sözleriyle kendilerine geldiler. Son bir vedadan sonra Orhan ardına bakmadan feribota bindi. Nazlı orada öylece kalakalmıştı. Nasıl da güçsüz hissediyordu kendini. Sanki canından can kopmuş, içine bir acı çöreklenmişti. Bir hamleyle feribota binse; “beni buralarda bırakma, beni de götür,” dese… Yapamadı.
Orhan’ın yanında gözyaşlarına hakim olan Nazlı’nın, gözyaşlarına “dur!” diyecek takati kalmamıştı. Gözünden süzülen yaşlarla, Orhan’ını düşünerek, dalgın bir şekilde eve doğru yürümeye başladı. Bir ara arkasında çalan kornayı ve etrafında ki insanların bağrışmalarını duydu. Ama duymakta geç kalmıştı. Bir an da ne olduğunu anlamadan, vücudunda müthiş bir acı duydu.
Gözlerini açtığında hastanede yatıyordu. Sağ ayağı alçıya alınmış, kolunda ve vücudunda ufak dikişler vardı. Neyse ki büyük bir kazayı ucuz atlatmıştı. Haline binlerce kere şükretti. Neden üzülüp, ağlamıştı ki? Çok sevdiği, sevildiği biri vardı ve aşkı O’na hayatının en güzel gününü yaşatmıştı. Kim bilir daha nice güzel günler yaşayacaklardı. O anda telefonu çaldı, arayan Orhan’ıydı;
---Alo bir tanem nasılsın?
Nazlı kazayı ve canının yanmasını unutmuş, gözlerinin içi parlıyordu;
---İyiyim aşkım iyiyim, hem de çok iyiyim. Orhan, seni çok seviyorum…
SEVGİ SALMAN...