14
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2587
Okunma

OSMANLI’DA HAREM HAYATI
Bilindiği üzere Türkler, kendi tarihlerini kayıt altına almamışlardır. Orhun Abideleri, Türklerin bilinen tek yazılı kaynağıdır. Yerli ve yabancı yazarlar ve araştırmacılar, Türklerin tarihi kaynaklarının yeter-sizliğinden dolayı Çin, Arap, Rus ve Moğol kaynaklarına başvurmuşlardır. Elde edilen bu bilgilerin doğruluğu halen tartışma konusudur. Mesela: İran kaynaklarında Türklerden Yecüç ve Mecüç diye bahsedilmektedir. Hâlbuki İslam Önderi Hz. Muhammed (s.a.v) Türkleri pek çok kere övmüş ve bu övgüleri hadislerde yer almıştır.
Günümüzde pek çok gazetecinin, sanatçının ve televizyoncuların kendi ilgi alanına girmeyen konu-larda topluma bilgi sunmaya çalıştığını şaşkınlıkla görüyoruz. Bu konulardan bir tanesi de televizyon dizisi olarak gösterilen “Muhteşem Yüzyıl” dizidir. Yapımcıları, diziye bir takım ilaveler yapmış, bu ilave bilgiler tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu dizide Osmanlı sultanlarının kadın, şarap ve zevk-ü sefa düşkünü olduğu aktarılmaya çalışılmış; ünlü Osmanlı araştırmacıları da, Osmanlı’da Harem Hayatı’nın bu şekilde olmadığını anlatma gereğini duymuşlardır. Karşı taraftan bazı yazarlar ve araştırmacılar, özellikle Türk tarihini ve tarihe yön veren ecdadımızı acımasızca eleştirmeye de-vam ediyorlar. Bu eleştiriyi yapanların ellerinde hakiki anlamda bir bilginin ve belgenin olmadığı ünlü Osmanlı tarihçileri tarafından defalarca dile getirilmiştir. Sürekli gündeme gelen, hakkında çeşitli kitaplar ve makaleler yazılan Haremi ve harem hayatı hakkında yaptığım araştırmaları aktarmak istiyorum.
Harem: Harem binası kalın duvarlarla çevrilidir. Etrafında harem ağalarına ait binalar ve diğer ocak-ların daireleri vardır ve buraya ulaşılması mümkün değildir. Haremde yaşayanlar; harem içinde ve bahçesinde dolaşırlarken sürekli salâvat-ı şerife getirirlerdi. Odaların kapıları ve duvarları ayetler ve hadislerle süslenmiştir. Harem dairelerine harici kişilerin girmesi mümkün değildir; ancak zorunlu hallerde harem ağaları ve tabipler girebilmiştir. Osmanlı Harem hayatı ile ilgili bilgileri veren yabancı seyyahların ve tarihçilerin girilmesi imkânsız olan bu dairelere nasıl girdiği ve nasıl bilgi edindikleri hayret vericidir. Bu kişilerin yazdığı kitaplar ve makaleler ne acıdır ki bizim aydınlarımız tarafından referans olarak gösterilmektedir. Bu kaynaklar, Osmanlı tarihçileri tarafından defalarca tenkit edilmiş ve çürütülmüştür. Çürütülen o kaynaklardan bir örnek:
I. Ahmet dönemi: Bu dönemde Venedik elçisi Ottavinano, gizlice Revan Kasrı’nın önünde bulunan havuza kadar girdiğini ve padişahın cariyeleriyle nasıl ilişki kurduğunu anlatmış; bir kısım insanlarda bu çürütülmüş kaynakları referans olarak insanlarımıza aktarmaktan çekinmemiştir.
18. yüzyılda yazlık sarayların boş haremlerini gezmekle yetinen batılı birkaç yazar, Osmanlı Harem Hayatı ile ilgili görmek isteyip de göremedikleri kısımları kendi ön yargılarıyla doldurmaya çalışmış-lardır. Osmanlı Harem Hayatı’nı bizzat gördüğünü iddia eden bu zavallılar, havuzu görmüşler; ancak havuz sefalarını kendileri ilave edip, tasvirini çizmişlerdir. Bu zavallıların başka bir şey çizmeleri mümkün değildir. Zira kralları, kendi harem dairesinde kadınlarla bu şekilde zevk-ü sefa içinde yaşı-yordu. Osmanlı Sultanlarını da bu şekilde düşünmüşlerdir. Kendi kralları, gözdesi olmuş kadınların çıplak resimlerini sarayların duvarlarına çizdirmiş ve hatta heykellerini yaptırıp sarayın başköşeleri-ne diktirmiştir. Edep ve hayâdan yoksun kişilerin Osmanlı Sultanlarındaki edep ve hayâyı anlamaları elbette beklenemezdi.
Topkapı Sarayı duvarlarında yazılı olan Kuran ayetlerinin, turistlere aşk şiirleri olarak tanıtılması oldukça düşündürücüdür. Ayrıca padişahların Hünkâr Sofrası’nda çıplak cariyeleri seyrettiği iddia edilmektedir. Oysa Hünkâr Sofrası Dairesi’nin duvarlarında Bakara Suresi’nin 257. ayeti yazmakta-dır. Yazılı olan yedi ayetten birinin anlamı şöyledir: “Allah kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?” Osmanlı sultanları, şımarmamayı, az-mamayı ve gerçek hükümdarların nasıl olması gerektiğini her gün hatırlamak amacıyla bu güzel aye-ti bu dairenin duvarlarına yazdırmıştır.
Padişahlar ancak eşleriyle, validesiyle ve çocuklarıyla Hünkâr Dairesi’nde sazlar eşliğinde eğlenir-lerdi. Padişahların bu şekilde eğlendikleri bilinirken; yarı çıplak cariyelerin padişahların huzurunda, havuz başında eğlendikleri tamamen uydurmadır, tamamen hayal ürünüdür. Çünkü duvarlarda ayet-ler yazılıdır ve bu ortamda böylesi rezaletlerin yaşanması da zaten mümkün değildir. Hal böyle iken; bizler hiçbir zaman yaşanmamış sahneleri alıp, doğru kabul edip, kendimize duyduğumuz saygıyı tamamen yok ediyoruz!
1909 tarihi yakın bir tarihtir. Bu tarihe kadar Harem Dairesi’ne padişahtan başka hiç kimsenin gir-mediği bilinmektedir. Ancak önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de zaruri haller hâsıl ol-muş, Harem Dairesi’ne ancak Harem Ağaları ve hekimler girebilmiştir. Haremi görenlerin hatırala-rında bu durum çok net anlatılmıştır. Şayet hamam sefaları olsaydı bu hatıralarda mutlak surette ifade edilecekti.
Durum böyle iken akıllara şu sual gelmektedir. Harem hayatı nasıldı? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz. Harem: tek idarecinin; yani Valide Sultan’a ait, padişahın bile bozamayacağı çok kesin ve katı kuralları bulunan, yüzlerce genç kızın eğitim aldığı, sonuç itibariyle de devletin önemli makam-larında görevlilerle telli-duvaklı ve çeyizli evlendirildiği bir kızlar mektebidir. Zira esir alınarak veya satın alınarak alınan cariyeler ilk etapta “Acemi statüsü” ile saraya ayak basarlardı. Bu cariyelerin sarayda padişah ile görüşmesi asla mümkün olmamıştır. Bu noktaya gelebilmeleri için cariyelerin iyi bir eğitim almaları gerekirdi. Zekâsıyla, güzelliği ile dikkat çeken cariyeler hemen keşfedilip, özel eğitime tabi tutulurlardı. Sarayda bulunan yüzlerce cariyenin ancak % 10’u bu guruba girebilmiştir. Bu gurup içinde valide sultanın dikkatini çekebilenler; has odalık hizmetinde padişahın hizmetine girerlerdi. Şayet Has Odalık görevinde bulunan cariyelerin, padişaha yakışan iyi bir eş olduğu fark edilirse ikbal mertebesine yükselirdi. İkballer, ancak padişaha bir evlat verdiği takdirde Kadın Efen-di mertebesine yükselirlerdi. Kadın efendilerin Valide Sultan olabilmeleri için de doğurduğu erkek çocuğun tahta çıkması; yani padişah olması gerekirdi. Görüldüğü üzere; Osmanlı padişahları iste-seydi o dönemin en güzel kızlarına Roma ve Bizans döneminde olduğu gibi resmigeçit yaptırıp, be-ğendiği cariyeleri seçebilirdi. Bunu yapabilecek hem siyasi ve hem de dinsel imkâna sahipti. Padi-şahlar harem dairesine girerken, iç kısma haber verilir ve padişahın geçeceği yol üzerindeki dairele-rin kapıları kapatılır, es kaza bir cariye padişah ile karşılaşacak olursa yaptığı büyük bir saygısızlık sayılır ve o cariye derhal cezalandırılırdı. Padişahların, bu durumlara meydan vermemek için; ayak sesleri duyulsun diye ayaklarına yüksek topuklu takunyalar giydikleri Osmanlı tarihçileri tarafından ifade edilmiştir.
1700’lü yılların başında İstanbul’a gelen İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Montague’nin şu ilginç mektubuna bir göz atalım: “Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgilerimiz vardır. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlıdırlar. Bu sebeple; tüccarların getirdikleri bilgiler yalan-yanlış oluyor. Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür…. Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vakitlerini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp, yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın, Avrupa’da hiçbir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın. Hamamda iki yüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldanmalara rastlamadım. Üs-telik benim için ‘güzel, çok güzel’ dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için ‘güzel’ diyebil-mesi hayal bile edilemez. Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler vardır. Ancak bu cariye-ler evin hanımına ait hizmetçiler. Evin erkeği, ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi? Kış geceleri toplanıyorlar, geç saatlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki, zama-nın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik, Türklerin ya-şama kudreti gibi bir şey…”
Çok tartışmalı ve ağır bir konu olan Harem’i ve Osmanlı’da Harem Hayatı’nı birkaç sayfaya sığdıra-bilmek elbette mümkün değildir. Amacımız; kendimizle ve geçmişimizle barışma çabası içinde ufa-cık bir damla olmaktır.
Eksik ve yanlış bilgilerle koskoca Türk tarihini sorgulamaya çalışanlara Lady Montague’nin bizzat görerek yazdığı bu belge cevap niteliği taşımaktadır.
Türk tarihini yerden yere vuran yerli ve yabancı yazarlara ve araştırmacılara şu soruyu sormadan edemeyeceğim: Yaptığınız araştırmalarda; hangi Avrupa ülkesinde köle bir yabancı kadının “Valide Sultan” olduğunu gördünüz? Bu hadiseyi ancak Osmanlı idaresinde görebilirsiniz.
Halit DURUCAN