8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
988
Okunma

“Şüphesiz Biz Allah’tan Geldik ve Şüphesiz Dönüşümüz O’nadır.” (Bakara 155)
Yosun tuttu dediğimiz kavi duvarımızdan bir tuğla daha eksildi…
Duvardaki çatlağa ve geride kalanların hasarına bakmadan…
Küçük çocuk olma avantajını en iyi şekilde kullanan, nazlandırılmasının tadını sonuna kadar çıkaran, yapısındaki Karadeniz inatçılığını aslanlar gibi hayatına monte eden bir güzel insanın ardından ne yazılsa, çizilse eksik kalacak…
Gidişiyle eksilen yüreğimiz, bir yanımız gibi…
Parayı Lidyalıların bulduğu, fakat henüz Müslümanların tanımadığı demlerdi o zamanlar…
Okulda iyi, çalışkan bir öğrenci olmanın, Allah için yeterince ayrılmayan vaktin derslere ayrıldığı gibi bir düşüncenin yaygın olduğu yıllar…
Bir avuç Allah sevdalısı genç yüreğin, tek yürek olduğu ve bileklerini kimsenin bükmesine izin vermedikleri yıllar…
Rableri ile aralarına giren her şeyi ellerinin tersiyle ittikleri, aileleriyle başların dertte olduğu yıllar…
Kuru bir ekmekle, yanına bulunmuş katığın, kuş sütü bile eksik olmayan sofralara tercih edildiği…
Sevginin, samimiyetin, kardeşliğin, muhabbetin, dostluğun, arkadaşlığın, Allah rızasının öncelendiği…
Sadece samimiyet mevsiminin yaşandığı, fedakarlık yağmurlarının yağdığı, kardeşlerinin derdiyle dertlenilip, sevinçleriyle mutlu olunan bir iklimde yeşermişti Adnan…
Çağlayan’daki sohbet halkalarının hem rengiydi, hem tadı, hem ev sahibiydi, hem misafiri, hem neşesiydi, hem hüznü…
Hareketliliği, göze çarpan en önemli özelliğiydi… Ya sohbete katılış biçimiyle, ya sorduğu bir soruyla, ya tebessümüyle, halkanın hep öznelerindendi…
Sohbet camide bitmez, ya kankası Tako’nun evinde, ya da ailemizin Ebesi, Fatma Teyzemizin ilaç kokulu evinde, ikramlarla devam ederdi…
Bir sohbet halkası, ya da bir piknik gezisi, ya da bir başka ildeki camii ve Müslüman ziyaretlerinin olmazsa olmazlarındandı…
Hasbi, hesapsız, mütevazı, sade, hakiki bir insandı. Dostum dediği, kardeşim dediği birisi için yapamayacağı fedakarlık yoktu.
Birçok insan için, gönüllü bilge bir adamdı, sırdaştı…
Kan ihtiyacı olana kan, psikolog ihtiyacı olana psikolog bulan, çaya şeker, çorbaya limon, herkesin yardımcısı, günümüzün Ensarıydı, Adnan…
Rüyasını yaşayan, yaşatan ender insanlardandı…
Özgündü… Kendine hastı…
Liseli gençler, kendisi de o, devrandan geçmiş olan Adnan için bir rüyaydı… Hiç uyanılmaması gereken…
Yoksa 40 yaşına gelmiş bir Liseli’nin, 25 yıl önceki çalışma arkadaşları ile ilişkisini devam ettirmesi ve eski liseliler buluşmalarına verdiği önem, nasıl açıklanabilirdi ki?..
Son ana kadar hiç bırakmadığı tevhid bayrağının yılmaz yarışçısıydı…
Çağlayan’da eline geçirdiği o bayrağı, Taksim Atatürk Lisesi’nde, Çağlayan Lisesi’nde, İdare Hamidiye Mahallesi’nde, Günışığı Derneği’nde, İMH Sinemedeniyet’te tebliğ için her platformda taşıdı…
O yolda, hiçbir yorgunluk ya da tembellik etmedi…
İnsanların telefon randevularıyla, önceden haber vermelerle zarla zorla, çok büyük bir fedakarlık olarak yaptığı çay ziyaretlerinin yanında, Adnan’ın kuş sütü bile eksik olmayan misafir ağırlamaları, ona has bir bereketti…
Yıl boyu süren ve asla bıkmadan devam eden arkadaş ziyaretleri, Ramazan aylarında artık bir gelenek haline gelmiş olan Eski Liseliler iftarı, mahalle arkadaşlarına verdiği oldukça kalabalık, geleneksel Adnan Balcı iftarlarının karşılığı ancak Adnan’a has bir gönül zenginliği olabilirdi…
Vefalıydı, hiç kimseyi unutmamaya, kırmamaya inanılmaz özen gösterirdi…
Dostlarını, sevdiklerini çok önemserdi…
Çocuklar onun cennetiydi… Onlarda kaybolurdu…
Her bir çocuk arkadaşına yaptığı ayrı ayrı şakaları vardı…
Onlar için kardeşti, ağabeydi, öğretmendi…
İyi bir evlat… Candan bir kardeşti…
İyi bir eş ve çok iyi bir babaydı sonra evlatlarına…
Onlarla geçirdiği vakit dünya nimetlerinin en güzel anlarıydı…
Ailesi işlerinin hep önünde gelirdi. İşlerinin aksaması uğruna onları mesafe fark etmeksizin, istedikleri her an, istedikleri her yere kendisi götürürdü…
Kıyamazdı onlara…
Hayata gözleriyle değil, kalbiyle ruhuyla bakar ve baktığı güzelliklerin fotolarını çekmeye bayılırdı…
Hayatın en güzel ve en özel anlarını dondurup, hayatı boyunca saklamayı ve paylaşmayı seviyordu…
Çok sevdiği kendi ailesinden başka, bir ailesi daha vardı…
Ümmet de onun ailesiydi…
Sevdiklerinin kalbini, ulaşılabilecek en kolay “Kabe” niyetine, bir ömür boyu tavaf etti…
Vefasıyla, fedakarlığıyla, dostluklarıyla, kardeşlikleriyle, ruhlarda dünyadakilerle pek mukayese edilemeyecek bir bal tadı bıraktı…
Kardeşlikten, sevgiden, güzellikten yana ne varsa o malzemeleri kullanarak inşa ettiği limanda, kendisine has geliştirdiği ilişkileriyle, o limana yolu düşenlere “İslam Kardeşliği” dersi verdi…
Öyle bir liman ki, küçüğünden büyüğüne, her türlü gemi oraya her fırtınada sığındı…
Orada ağırlandı, hasarları ayrı ayrı giderilmeye çalışıldı… Yetmedi, bir de ona gelmeye mecali olmayanların ayağına gitti o liman…
O, istikametini hep muhafaza etmiş, muvahhidliğini, sevimliliğiyle tatlandırmış, samimiyetiyle şekillendirmiş kardeşleri için çekim merkezi olan “bal kovanı”, bir “Adnandı…”
Sevdiklerinin hepsi için onun yorgun yüreğinde bir yer vardı.
Afganistan’dan, Filistin’e, Lübnan’dan Filipinlere…
Ümmetin derdiyle dertlenendi…
Adnan oradaki köyümüzdü…
İslam’dan bihaber, bu dünyada niye yaşadığının farkında olmayan, aklının ve nefsinin peşinde koşan kalabalıklara set olmak gibi bir derdi vardı…
Ümmetin bakış açısını genişletmek, farklı perspektiflerden olayların mukayese edilmesini sağlamak, genel kaliteyi yukarı çekmek gibi bir derdi vardı…
Allah rızası için yapılan tebliği, insanların algılayışına en uygun hale getirip sunmak, insanların sürü olarak yaşamamaları için elinden geleni yapmak gibi bir büyük kaygısı vardı…
Yaşamı boyunca bir vesile tanışmış olduğu tüm insanlarla, hayatı boyunca sosyal ilişkisini devam ettirmek, büyük bir aileyi ayakta tutmak gibi bir kaygısı vardı…
Hayata inat, içindeki Karadeniz çocuğunun büyümesine bir türlü izin vermezdi…
En büyük sermayesi sevgiydi ve dağıttıkça bu zenginliğin kendisine fazlasıyla geri döndüğünün farkındaydı. Belki de ondan bu kadar cömertti…
Dünya onun için gerçekten bir oyun ve eğlenceydi. Belki de barışık olmadığı tek şeydi…
Bir türlü işleri yoluna koyma iradesiyle, Allah’ın onun hakkındaki muradı örtüşmüyordu…
Dünya ile ilgili elini neye atsa, elinde kalıyordu, araları bozuktu ve kolay kolay düzelecek gibi değildi…
Ortalama bir insanın çok üzerinde kalitede, kendisine has bir espri anlayışı vardı…
Mütevazılığı ile, ahlakıyla, İslami hassasiyetiyle, kardeşlerine vefasıyla, iyi bir eş ve baba olmasıyla, hayırlı bir evlat olma gayretiyle, Allah yolundaki mücadelesiyle, ümmete örnek oldu…
Erbain’e ramak kala doldurduğu ömrüne, güzelliklerle dolu, hayırlı ameller sığdırdığına, tanıyan herkesi şahit etti…
Müslümanca yaşadı… Yaptığı her işe yüreğini koyarak yaptı…
Kutlu doğum ayında, şehit türkülerinin yakıldığı güzel ayda, Erbain’e üç kala gerçek dostuna, Yaradan’a yürüdü…
Fatihalar, Yasinler, hatimler okyanusunda, Allah’ın izniyle cennet bahçelerine doğru yola çıkarken, hasret miras bıraktı bizlere…
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: “Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedi kalmak üzere buraya girin.” Onlar şöyle derler: “Hamd, bize olan vaadini gerçekleştiren ve bizi cennetten dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzelmiş!” (Zümer 74-75)
Ümit BOYACIOĞLU