38
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
5477
Okunma

Türkan’la kocası akşam yemeğini yedikten sonra Türkan, bir yandan masayı toplarken kocasına dönüp, “kahve içmek ister misin? Sana kahve yapayım mı?” diye sordu. Kocası, vestiyere doğru yürürken arkasına dönmeden cevap verdi. “hayır içmeyeceğim. Bu akşam final maçı var ya, arkadaşlarla toplanıp maç izleyeceğiz.” diyerek ceketini alıp çıktı.
Türkan sofrayı topladıktan sonra bulaşıkları makineye yerleştirdi. Yarınki yemeği ocağa koyup çalışma masasına oturdu. Sınav zamanıydı. Bugün sınıfta yazılı yapmıştı. Sınav kâğıtlarını gözden geçirdi. Vakit hayli geç olmuştu ama kocası henüz gelmemişti. Esnemeye başlayınca yatak odasına girdi. Geceliğini giyip yatağına yattı.
Uykusunun arasında kapının yumruklandığını duydu. Korkuyla yatağında doğruldu, karşı duvardaki saate baktı. Saat gecenin ikisiydi. Birden, kocasının maç izlemeye gittiğini hatırladı. Korkuyla yatağından fırlayıp, kapıyı açmaya koştu. Koşarken de, “Allah vere de içmiş olmasa bari” diye düşünüyordu. Türkan’la kocası, evleneli altı ay olmuştu. Türkan, sınıf öğretmeni, kocası ise doktordu. Titreyen elleriyle kapıyı açan Türkan, yüzüne yediği şiddetli yumruk darbesi ile sırt üstü hole düştü.
Kocası çok öfkeli ve sarhoştu. Takımı finale kalamamıştı. O da öfkesinden içebildiği kadar içmişti. Zaten içmediği gün yoktu ya. Yere düşen Türkan’a tekmeyi vururken durmadan bağırıyordu. “Bir saattir kapı çalıyorum neredesin sennnn? Neden açmıyorsun kapıyı?” Türkan, emekleyerek yerden kalkmaya çalıştı ama ikinci bir tekmeyle tekrar yuvarlandı holde.
Kocası çıldırmış gibiydi, eğilip saçından tuttuğu gibi kaldırdı. Yüzüne defalarca vurdu. Türkan’ın yüzü ve dudakları parçandı kanıyordu. Sarhoş kocası, sızıncaya kadar dövdü Türkan’ı. Türkan’ın her yeri kan revan içinde kalmıştı. Öylece bir köşeye büzüldü. Ağladı, ağladı. Düşündü. Evleneli, henüz altı ay olmuştu ama aşağı yukarı her hafta dayak yiyordu. Yüzünde gözünde oluşan morlukları kapatmak için onlarca fondöteni sürüyordu ama artık fondötenle kapacak gibi değildi yüzü. Ya onuru?. Dayak yediğini utancından kimselere anlatamıyordu. Karşıdan bakanlar onları mutlu sanıp imreniyordu.
Bir an şuurunu kaybetti. Yerinden kalkıp ecza dolabına yöneldi. Bir kutu hap alıp banyoya girdi. Ölmek istiyordu. Bir süre düşündü. Ne ummuştu, ne bulmuştu hayattan. Ölüm kurtuluş muydu? Çiçeği burnunda öğretmendi daha. Oysa ne hayallerle girmişti üniversite sınavına.
Sınavı kazanmış, Sakarya üniversitesine yerleşmişti. Etrafı kendisi gibi pırıl pırıl heyecanlı gençlerle doluydu. İlk günler biraz yabancılık çekmişlerdi ama sonrasında çabuk kaynaşmışlardı. Kendi aralarında gruplar oluşturup, hafta sonları gezmeye gidiyorlardı. Türkanların grubu arasında bir genç vardı ki, Türkan’ın dikkatini çeken, ne zaman göz göze gelseler her ikisinin de yüreğinde kıvılcımlar çakıyordu.
Ta ilk günden beri Türkan’ın güzelliği Yusuf’un gözünden kaçmamıştı. Ona yakın olmak için sürekli fırsat kolluyordu Yusuf. Hafta sonu gençler arasında düzenlenen pikniğe hep beraber çıkmışlardı. Hepsi çok mutluydu, cıvıl cıvıldılar. Baharın ilk günleriydi. Beyaz papatyalarla kırmızı gelincikler, baharın gelişini müjdeler gibiydi. Gençler hep birlikte yemyeşil bir ormana gidip, gönüllerince eğlenmeye başlamışlardı. Bir ara Yusuf ortalardan kaybolmuştu. Az sonra, elinde papatyalardan ördüğü taçla geri dönmüştü. Yusuf’un elinde tacı gören kızlar etrafına toplanmışlardı ama o, tacı Türkan’ın başına takıverdi. Böylece, herkesin ortasında Türkan’a olan aşkını ilan etmişti.
Türkan’la Yusuf’un aşkı, dolu dizgin devam ediyordu. Böylece, aylar ayları, yıllar yılları kovalamıştı. Sonunda mezun olmuşlardı. Mezun oldukları yıl nişanlanmışlardı. Ama Yusuf’un tayini, Tunceli’nin küçük bir köyüne çıkarken, Türkan’ın ki Manisa’ya çıkmıştı. İki genç Yusuf’un doğu görevi bitince evlenmeye karar vermişlerdi. Yusuf, göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra şehit edilmişti. Türkan’ın dünyası başına yıkılmış, hayata küsmüştü bir anda. Aylarca yas tutmuş, kimseleri sevememişti. Aradan tam beş yıl geçmişti. Sağdan soldan evlenme teklifi edenler vardı ama Türkan hepsini geri çeviriyor, kimseyle evlenmek istemiyordu.
Bir arkadaş toplantısında Kadir’le tanışmışlardı. Kadir, Türkan’ı görür görmez beğenmiş ve beğenmekle kalmamış, evlenme teklifi de etmişti. Türkan, diğerleri gibi Kadir’i de reddetmişti ama Kadir pes edecek gibi değildi. Araya aileleri sokup görücü göndermişti Türkan’a. Türkan’ın ailesi, “kızım, ölenle ölünmez. Daha ne kadar bekleyip yas tutacaksın. Bir an önce evlen yuvanı kur. Evlenme yaşın geldi de geçiyor bile. Üstelik böyle kısmet kuşu insanın başına kırk yılda bir konar, o da senin başına kondu. Gel reddetme şu doktoru.” demişlerdi. Türkan mantığıyla düşününce ailesine hak verip Kadir’in evlenme teklifini kabul etmişti. Nereden bilecekti Kadir’in ayyaş bir doktor olduğunu? Kendisine hayatı zehir edeceğini? Canından bezmişti, artık yaşamak istemiyordu.
Bardağa suyu doldurdu, ağzına hapları attı. Tam bardağı ağzına götürürken suyun üzerinde bir siluet belirdi. Yusuf bağırıyordu, “yapma Türkannn!”
Türkan’ın gözyaşları bardağa döküldü. Siluet dalga dalga dalgalandı. Duvarlarda bir şarkı yankılandı…
Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bâzan gözyaşı oldu, bâzan içli bir şarkı
Her ânını eksiksiz, dün gibi hatırlarım
Dudaklaımda tuzu, içimde durur aşkı
Hani o saçlarıma taç yaptığın çiçekler
Hani o güzel gözlü ceylânların pınarı
Hani kuşlar, ağaçlar, binbir renkli çiçekler?
Nasıl yakalamıştım saçlarından bahârı?
Ben hâlâ o günleri anarsam yaşıyorum
Sanki mutluluğumuz geri gelecek gibi
Hâlâ güzelliğini kalbimde taşıyorum
Dalından koparılmış beyaz bir çiçek gibi
Makam: Hicaz
Usûl : Semâi
Beste: Teoman Alpay
Güfte: Nihat Aşar
Öykü: Emine Uysal
Not: Öykü bir şarkıdan yola çıkarak kurgulanmıştır. Aslında yaşanmış hayat hikâyelerini yazmayı seviyorum. Ben, "her insan bir dünyadır" sözünü çok severim. Sessiz, sakin kendi halinde bir insanın kim bilir ne dertleri tasaları vardır. Kim bilir ne derin yaraları, sevdaları vardır. Eğer ki içinizde birileri, benim hayatım romandır, içinden unutamadığım bir anımın yazılmasını istiyorum diyorsanız. Ana hatlarını yazıp mesajla bana iletirseniz, sizlerinde bir hikâyeniz olur. İsminizi yazmamı isterseniz yazarım. İstemezseniz yazmam. Haydin, her insan bir dünyadır ve o dünya karanlıkta kalmasın. Kalemimizle aydınlığa çıksın.
23/02/2011/ Emine UYSAL