21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1377
Okunma


Etrafını süzdü.
Sultan Ahmet Camisinin avlusu ve çevre bahçesi gelip giden insanlar ile bir hengâme içerisindeydi. Bu gün günlerden Cuma idi...
Kadın özellikle bu günü seçmişti. Kalabalık olsun istiyordu. Kalabalığın arasına karışıp kendi varlığının görünmemesini, kendisinin dahi katlanamadığı bu duruma başkalarının tanık olmasını istemiyordu.
Ezan okunuyordu. Yanık içli bir ses göğe doğru yükselmeye, oradan da tüm İstanbul’un gözle görünmeyen kenar köşesine ulaşmaya başladı.
Güneş yükselmiş en uç noktasında kâinatın tüm varlıklarına bolca nimetlerini sunuyordu. Börtü böcek ne varsa etrafta, üzerlerine düşen uyuşukluktan kurtulmak istercesine esnemeye başladı.
Kadının karşı sırasında duran papatya çiçeklerinin üzerinde uçuşan kelebekler, narin kanatlarını çırparak o günkü azıklarının arayışına çoktan düşmüşlerdi.
Etrafta Cuma namazına yetişmek için koşuşturan esnaf tipli adamlar, abdestlerini almak için şimdiden kollarını sıvayama başlayarak caminin avlusuna doğru seğirtiyorlardı.
Kadın; kucağındaki ki mavi renk battaniyesine sarılı olan, henüz kırkı çıkmamış bebeğine sarılıp mırıldandı.
_ Allah’ım okunan ezanların hürmetine, sen bana yardım et yarabbi.
Yüzüne inen tokadın etkisiyle aniden gözlerinin önünde şimşekler çaktı. Başı döndü. Sendeledi. Düşmemek için konsolun yanında duran etajere tutundu. Eli gayri ihtiyari karnına doğru yöneldi. Yüzüne yediği bu şamar sanki kendisine değil de, karnında henüz şekillenmemiş olan minik et parçasına atılmıştı.
O an; aklına gelen ikinci şey ise, gözlerinin önünde canlanıverdi. Bir daha hiç yaşayamayacakları anları, önce özlemiyle sonrasında ise nefretiyle geçit töreni yapmaya başladı gözlerinin önünde.
O gün Beyoğlu’nda ki ünlü Saray muhallebicisinde buluştuklarında, önce elleri ardından dudakları buluşmuştu. Bu nedenledir ki en kuytu yerdeki masalardan birinde oturmaları. Herkesten ırak kalan bu kuytu masada, muhallebilerini kaşıklarken doyamazlardı birbirlerini öpmeye koklamaya.
Yasak aşklarını günahkâr mabetlerine taşıyıp, kendilerini zor atarlardı holün soğuk taşlarına. Ardından soluklarının son demini, yatağın beyaz çarşafları arasında kaybedip kendilerinden geçerlerdi.
Önce Adnan çıkardı mabetten. Yetişmesi gereken son tren Haydarpaşa garında haykırdığında ucuucuna kendini atardı peronun karanlık alanına. Nefes nefese kalırdı. Önce yüzündeki, ardından bedenindeki sevişmelerinin tüm izleri silebilmek adına anlını koyardı kompartımanın soğuk camına. Bu da yetmez açardı camını. Esen sert rüzgâra karşı yüzü önce ferahlar sonra da buz gibi olurdu. Aldırış etmezdi. Havsalasında, her an riyakâr yüzüne taktığı o maskeyi düşünür. Az da olsa karısı Nermin’e karşı yaptığı haksızlığın ezikliği, vicdanını ele geçirmeye çalışırdı.
Günahkâr mabedin loş odasında, demir karyolada öylece yatan Beyza’nın hülyalı bakışları yarı uyur vaziyette takılı kalmıştır pencerenin pervazına. Bu gelip gitmelerin ardından yorgun düşen bedeni, bir taraftan aşkın iksiriyle sarhoş haldeyken, diğer yandan tüm bedenini ve ruhunu kıskançlığın o tarif edilemez çarkı sarmış durumdadır.
Bir keresinde dayanamayıp, merakına yenik düşüp Nermin’in gittiği kuaför salonuna ayak attığı an dünyanın etrafında siyah bir çember halinde döndüğünü hissetmişti. Nermin’in o duru ve saf temiz yüzü, gece kâbuslarında onu yatağından uyandırıyordu. Yatağında oturup sırılsıklam olmuş bedenini teskin etmeye çalışıyorken ardı sıra düşünceleri birbirini kovalıyordu. Kıskançlık hissi içini bir kurt gibi kemiriyor, tuhaf sorularına veremediği cevaplar sabahı sabah etmesine neden oluyordu.
Adnan ile aynı işyerinde çalışıyorlardı. Geniş bir salonu olan avukatlık bürosunun en dipteki camım önündeki masa Beyza’ya aitti. Avukat Rahmi Bey Adnan ile çalışma arkadaşlarını tanıştırırken bürodaki diğer kızların Adnan’a nasıl baktıkları Beyza’nın gözünden kaçmamıştı.
O gün ben sana âşık oldum demişti daha sonraki günlerde Beyza.
Yüzünde parmaklarını gezdirirken gözlerinin üzerinde bir an durur; işte bu ela gözlerin beni sana çekti derdi.
Devamında Adnan’ın bir heykel kadar yakışıklı yüzünde en ilgi çekici uzvu olan dudaklarını doyasıya öperdi.
Beyza yanına yaklaşan küçük kız çocuğunun sesi ile irkildi. Yüzü gözü kir içinde pejmürde bir halde olan çocuk elindeki karanfilleri Beyza’ya uzatıp alır mısın abla diye seslendi. Beyza yorgun bir baş hareketi ile çocuğu yanından uzaklaştırdı. Kucağında uyuyan minik bebeğine biraz daha sıkı sarıldı. Etrafında bihaber, görmeden duymadan oracıkta saatlerdir oturuyordu.
O günkü güne aklı kaydı. Acıyla yüzünü buruşturdu.
Son zamanlarda mide bulantısı artınca, korku ve heyecanın birbirine karıştığı bir duygunun etkisiyle doktorun muayenesinde soluğu almıştı. Kalın gözlüklerinin ardından hanımefendi üç haftalık hamilesiniz gözünüz aydın diyen doktora, sadece kuru bir teşekkür ile cevap verebilmişti.
Bir hafta boyunca bu haberi Adnan’dan saklayıp; aydınlık bir günün perdeleri çekilmiş karanlık bir odasında, Adnan yanında nefes nefese yatar halde iken ağzından cümleler dökülüvermişti.
Saniyeler öncesinde yaşanan o çılgın dakikalar, anında buz gibi eriyip boğazlarına kadar dayandığı anda Beyza boğulmak üzereydi. Adnan öncesinde şaşkınlığından sıyrılıp aldırırsın deyivermiş, Beyza’nın dudaklarından dökülen hayır cevabının karşılığında delirmiş bir halde kadını sarsmaya başlamıştı.
Öldürürcesine.
Nerdeyse gizli aşk mabetleri bir cinayet mahalline dönüşüverecekti.
*
Akşam olmak üzereydi. Sultan Ahmet Camisinin arşa yükselen minarelerindeki martılar hızla kanat çırparak uzaklaşmaya başladılar.
Yapamayacağım diye düşündü.
Bebeğini cami avlusuna bırakıp giderken battaniyesinin arasına sıkıştıracağı notu, küçük bir kâğıda yazıp önceden hazırlamıştı. Beyaz kâğıdın üzerinde yazılı kelimeleri gözleri taradı.
Düşündü.
Adnan’ı o günkü kavgalarından sonra bir daha hiç görmemişti. İş yerinden ayrılmış, duyduğu kadarıyla Samatya civarında ki bir yere taşınmıştı.
Omuzlarını silkti.
Adnan onun için tamamen ölmüştü. Kaçmasına gerek yok diye düşündü.
Bu minik bebek kendisindi. Onun canından bir parçaydı. Bu kaderi o seçmemişti. Bu onun yaptığı bir günahtı. Oğlunun üzerine tüm bunları yıkamazdı.
Elindeki kâğıdı buruşturup attı. Bebeğini göğsüne yasladı sıkıca.
Ümraniye’de ki kadın sığınma evinden bahsetmişti arkadaşı.
İçi ürperdi.
Bu sefer umuduyla birlikte... Yolun karşısına yöneldi koşar adımlarla.
Akşam ezanı okunmaya başlamıştı.
Tüm İstanbul un semalarında...
SEVİLAY DİLBER