10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1178
Okunma

Nilgün, ayağa kalktı : “ Arkadaşlar, size bir sorum var.”
…/…
Salonda dokuz kişiydik. Dokuz eski arkadaş. Arkadaş, dost, kardeş. Ne zamandan beri? 1970 yılında, orta birinci sınıfta karşılaştığımızdan beri. Aralarında, ikinci evlenen ve ilk torun sahibi olan kişi; bendim. O anda tartışmakta olduğumuz konuyu da yine o atmıştı ortaya: Torun ve evlat sevgisi. Oğlu, geçtiğimiz yaz evlenmişti ve tabi ki Nilgün, genç çiften çok önce geçmişti ikinci aşamaya: Torun sahibi olmak.
Ben, fikrimi en başta söylemiştim: “ Benim çocuğum, benim çocuğumdur.” Sonra da kenara çekilip, tartışmalarını izlemeye başlamıştım.
…/…
Nilgün, devam etti: “ Diyelim ki; çocuğunuzun ve torununuzun organa ihtiyaçları var. O organ da sizde. Hangisine verirsiniz? “
Haydi bakalım! İkinci gürültü furyası başladı. Her bir ağızdan, bir düşünce çıkıyor. Sonunda benim hiç konuşmadığımı fark ettiler. Sekiz baş birden bana döndü.
“ Ben, kendi çocuğuma veririm. O isterse, kendi çocuğuna devreder hakkını.”
Bir karar çıktı mı? Elbette hayır. Çünkü konuşulan şeyin temel konusu: Sevgi.
Sevgi’nin şekli, derecesi yoktur.
Sevgi, girdiği yüreğin şeklini alır.
Ateşinizi ölçer gibi ölçemezsiniz, Sevgi’yi.
Kim kimi daha çok seviyor? Bilinmez. Tartışmak bile saçmadır.
Annenin evladına sevgisi, tabi ki çok farklı bir duygudur. Derin bir bağlılıktır, tarifi yapılamayan.
Bu yazıya konu olan düşünce, birkaç gündür, kafamı kurcalıyor. Tam oturttum diyorum, öyle bir yerde düğümleniyor ki; çözülemez oluyor. Pek çok kereler yazmaya başladım ama kendi düşüncelerimin içinden, kendim çıkamadım ve sildim, vazgeçtim.
Yeri geldi; Anne oldum.
Yeri geldi; Eş oldum.
Annelik yanımla attığım düğümü; insanlık, vicdan ve mantık yanımla çözemedim. En tarafsız baktığımı zannettiğim kelimede; olmadığımı / olamadığımı fark ettim.
Sonunda, kelimelerin düştüğü şekli ile yazmaya karar verdim.
Hepimiz televizyon seyrediyoruz. Hepimiz, seçtiğimiz kanallarda, haberleri izliyoruz. Öyle olaylar var ki izlediğimiz, kanalın ideolojik yönünün hiçbir değeri, önemi yok. Çünkü değiştirilemez görüntüler. Aynı şey gazeteler için de geçerli.
Şehit cenazeleri. ( Allah’tan hepsine rahmet, ailelerine sabırlar diliyorum.)
Geçtiğimiz gün verdiğimiz şehitlerin ardından, her zaman duya geldiğimiz o sözü okudum, gazetede: Ağlarsa anam ağlar.
Haberlerde izlerken; bir yandan ağlarken bir yandan da “ Bu görüntüde bir eksik var. Bir yanlış var. “ diye düşündüm. Üstüne gazete yazısını okuyunca, bu duygum pekişti.
Şehit eşlerine dikkat ettiniz mi hiç?
Onlar, ya bir sandalyede sessizce ağlarlar, ya da bayan subayın elini sıkarak ayakta durmaya çalışırlar. Sesleri çıkmaz, genellikle. Görüntüleri de çok yansımaz, ekranlara.
Evladını kaybetmiş bir ananın gözyaşlarının arkasında siliktir, soluktur görüntüleri.
Bir kadın; en hazırlıksız olduğu zamanında hayatının, eşini kaybetmiş. Yarım kalmış her şey: Hayaller, ümitler, sevgiler.
Bakışlarına dikkat ettiniz mi hiç?
Derin bir boşluk, çaresizlik, anlamsızlık vardır. Bedeni oradaymış da ruhu çoktan çekip gitmiş gibidir, duruşları. Sessiz, sakin, düşüncesiz, kırgın bakarlar etraflarında olan bitene. Sanki birileri: “ Sen sus!” demiş gibidir, onlara.
Acı.
Yaşanabilecek en büyük acı.
Acının ortasında iki kadın:
Biri; Anne.
Diğeri; Eş.
…/…
Sevgi’nin şekli, derecesi yoktur.
Sevgi, girdiği yüreğin şeklini alır.
…/…
Kucağındaki çocuğa sarılır. Hak vererek, yerini bilerek oturur: “ Sen sus! “ diyene.
…/…
Mektup geldi selamın var yaşlı babana
Bacı, kardaş, muhtar emmi, garip anana
Koca öküz, sarı dana nasibin almış
Mektubunda söz etmemiş bir yarin kalmış
Gel tezkere gel tezkere bitsin bu hasret
Yolunu bekleyen yarin yüzüne hasret
Çeşmelerde odalarda adın okunur
Okundukça yüreğime hançer sokulur
Seni anmak günah değil, kırk kat ellere
Söyleyemem ben derdimi kendime bile
Eser Akpınar
14.01.2011
İzmir.