3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1884
Okunma

Hayatta bazen herşey olması gerektiği gibi olmuyor. Başrol oynayacağını düşünürken, birileri figüran rolleri biçiyor hissene ve karanlığın içinde neden sonra bir ışık parlaması yayılıp etrafa, döke saça çarpıyor yüzüne/gözüne!
Bazıları dublör kullanıyor hep tehlikeli rollere, bazıları düblör bile olamıyor! Korkuyor delice...
Geç kalmış dönüşler, özürler, sevgiler hep olması gerekenden çok sonra (ama neden sonra!), ikram ediliyor önüne! Sunulan şölen, esasında bir ziyafet havasında olsa da, zafiyet kıvamında ekşi bir tat bırakıyor damağında. Olması gereken, olması gerektiği zamanda olsaydı eğer (ki bu kelimeyi kimse haz alarak söylemez eminim), olacakların karşısında kimse duramayacaktı. Yanılgılar yanlışlara ve nadiren doğrulara götürse de insanı, gerçekten geç midir, geçmiş midir herşey? Belki vakit tam da doğruyu gösteriyordur, bunu kim bilebilir?
Ne devrimler, ne destanlar, ne ağıtlar… Her şey yetersiz kalıyor, eğer geç kalınmışsa yaşanmışlık adına… Oysa zamanında gelen kuru bir ‘merhaba’ nasıl da içten, nasıl da şükür çektiren, minnet duyulan ve gülümseten türden bir armağan! Ahh keşke geç olmasa, geç kalmasa kimse hiçbir şeye ve hiç kimseye…
İçine çektiğin hasret, özlem, hüzün, keder. Odanın içinde gezinen bu bulutlar da neyin nesi? Off… Bu gece de mi yine üzerime, yastığıma, tenime yağmur yağacak yoksa gözlerimden… Ne acıklı şey kendinle baş başa kalmak, kalakalmak.
Hedefine hiçbir zaman varamayan serseri bir kurşun sonunda buluyor, bu hazin hikayede, kayıp adresini. Kalemimin mürekkebi tükeniyor. Takatim ayaklar altında can çekişiyor. Kurtulmama engel olan yıkamadığım barikatlarımı sonunda parçalıyorum. Herşey birden birbirine geçiyor. Hayatım bir film şeridi. Anılar, kızgınlıklar, kırgınlıklar, öfke nöbetleri, aşklar, mutlu anlar… Sonra toparlıyorum kendimi. Yıkıntılar arasında bulduğum bir tuğlayı bağrıma basıyorum sevdamın niyetine.Yare heves, toprağa kısmet oluyor hızla atan kalbim. Sımsıkı sarınca topraktan tuğlayı un ufak oluyor, kucağıma seriliyor. Şekilsiz bir kil yumağı gibi dağılan ümidimi şekle sokuyorum umudumu yitirmeden... Hizaya gelmiyor kader! Kader işte, iki iki dört eder ve hep bir araya gelir iki yürek bir keder…
Karanlığın son bulduğu yerden sarılıyorum aydınlığa. Biz ki, hiç biz olamadık! İki ara, bir dere kaldık hep. Araftık, araftaydık… Merhem olamadık birbirimizin yaralarına. Hep tütün bastık kanata kanata… Saramadık… Biz bir aradayken kendimiz bile olamadık ki, biz olalım. Biz diye bir şey yok aslında! Kendimizden verdiğimiz ödünler ve hiçbir zaman armağan etmeyi beceremediğimiz ödüller… Avucum da kaldı… Beklentiler, beklemeye daldı, çakıldı! Kollarımı sıkıca kenetledim, söyleyecek hiçbir söz bırakmadın bana, cümlelerim perişan, hiç bir kelime dağarcığım yok sana seslenecek!
Beni affet..
Sen unuttun mu?
Ya da unutabilecek misin?
Ne farkımız var ki birbirimizden, mesafelerden başka…
Ben herkesi sevmem bilirsin!
‘Acı çekerek yaşamanın güzelliğini keşfetmek’
İşte yaptığımız sadece bu. Ne de güzeliz ikimiz de, yaşamımız gibi…
Ne de güzeliz, acılarımızla… Şimdi bizden daha kederli, daha kasvetli bir mesut yoktur şu hayatta!
Karşı yönlerden gelen iki otobüs gibi yolun bir yerinde karşılaşıp, sonsuz mesafeler bırakarak araya, uzaklaştık birbirimizin hayatından emin ve aheste adımlarla… Hangi şehre yol alıyorsa hayatımız oradan sarılıyoruz yeniden bir kez daha yan yana geçip gitmek umuduyla…
fulya/aralık2010