1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
865
Okunma
Kalktı yavaşça yerinden ve sessizce dolaştı odayı. Hastalıklı bilinmezliğinde kaybolmuştu yıllar boyu sanki.Oysa bu odaya gireli bir saat bile olmamıştı.
Küçük kızını düşündü. Pembeler içinde vermişlerdi onu kucağına. Ve geceleri uyuyamamış, başında beklemişti meleğinin. "Ya nefes alamazsa..." düşüncesi yiyip bitirmişti körpecik yüreğini. Aslında o, annelik yapabileceğine hiç inanmamıştı. Çok korkuyordu iyi bir anne olamamaktan. Ya düşündüklerini, hissettiklerini doğru bir şekilde aktaramazsa çocuğuna? Ya bebeği, küçük meleği yanlış anlarsa onu?Oysa şimdi geceleri nefes alıp almadığını kontrol ettiği küçük çocuk büyümüş: "Anneciğim!" diyordu kendine.
Derin bir nefes aldı. Küçücük oda içindeki kısa gezintisi yormuştu besbelli hasta bedenini. Oturdu beyaz çarşaflı yatağının üstüne. Gözlerinden ince damlalar süzüldü yorgun yüzüne. Dudakları sarkmıştı artık. Aynaya baktığında o eski güzelliğini, canlılığını kaybetmiş görüyordu kendini. Damlalar, yaktı yanaklarını. Ve kesik kesik hıçkırmaya başladı. Ağladı... Kimseler duymasın diye sessizce ağladı. İstemiyordu; kimsenin, içinde kopan fırtınalardan haberdar olmasını istemiyordu. Gerçi bilseler de ne fark edecekti ki?Hastalığına çare olabilecek miydi bu?
Kocasını düşündü sonra. İkisi de ayrı yollardan gidiyorlardı ama kesişiverdi yolları bir kavşakta. Sonra beraber yürümeye başladılar hayat yolunun geriye kalan kısmını. Ne zaman bir tümsekten atlamaları gerekse yardım ederlerdi birbirlerine. Ya da bir çukur çıktığında karşılarına uyarırdı biri; birdiğerini.
Ama şimdi bu yolda ayakkabısının içine taş kaçmış bir kadındı. Daha fazla yürüyemeyeceği belliydi. Eşi, bırakmak istemiyordu onu bir elma ağacının altında. Yolun sonuna kadar onun yanında olmak istiyordu. Fakat, her ikisi de biliyorlardı ki bu, imkansızdı.
Böyle düşüncelerle haftalarını geçirdi. Doktorlar, eskisi gibi umutla söylemiyorlardı iyileşebileceğini. Ümitli değildi hiçbirinin gözleri. Kızının kokusuna hasretti. Gününün çoğunluğu uyuyarak geçiyordu. Ne zaman kapasa gözlerini, rüyasında geçirdiği bir ömrü görüyordu. Ve rüyaları, gün geçtikçe kabusa dönüştü.
Bir süre sonra kızının çığlıklarıyla uyanmaya başladı uykusundan. Nefes nefese kalmış yorgun vücudu, ne oyunlar oynuyordu ona...Aklına bin bir düşünce sokuyordu...
Ölüm...Kendisine ne kadar da yakındı...Ama o korkmuyordu ölümden. Tek korktuğu kızından uzak kalmaktı. Küçük, savunmasız bebeğini şu kötülüklerle dolu dünyada nasıl bırakıp gidecekti?Kızının gözleri önünden çiçekli bir perde gibi kayıp gidecek ve onun yalancıları, hırsızları görmesine engel olamayacaktı. Ve belki de büyük acılar miras bırakacaktı ona...
Bir gün, son kez kızını görmek istediğini söyledi. Babası elinden tutup getirmişti hemen. Adamcağızın gözleri de kan çanağı gibiydi. Kadın, kalan son gücüyle doğruldu yattığı yerden. Ve kucağına aldı bebeğini; tıpkı doğduğu ilk gün yaptığı gibi. Solgun dudakları aralandı hafifçe. Ve mırıldanmaya başladı. Yavrusuna bir şeyler söylüyordu: "Bitanem,meleğim...Anne uzun bir yolculuğa çıkacak. Ve sen,babanı hiç üzmeyeceksin, tamam mı?Belki seni bir daha göremeyeceğim ama sakın unutma: Anne,seni hep sevecek." Yorulmuştu yine. Çocuğunu son kez öpüp kokladıktan sonra babasına verdi. Bir an göz göze geldiler; kadın, öyle çaresiz göründü ki adamın gözüne. Çaresiz, yaralı bir kuş gibiydi...Yardım dileyen gözlerle baktı adama son kez. Adamın dudaklarından iki sözcük döküldü: "Seni seviyorum." Ve kadın yine yalnız kaldı sütbeyaz duvarl ıodada.
O gece çok sessizdi odası. Kabus görmemiş, hıçkırarak uyanmamıştı. Hıçkırarak değil; hiç uyanmamıştı tüm gece...Ve sabah olduğunda da değişmedi durumu. Uyanamadı...
Gülünar Becek