16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1550
Okunma
Fakülteyi bu sene bitirip tarih öğretmeni olacaktı güzel Sibel.
Hasanla yuva kuracaktı. Nice idealler yeşertmişti gönlünde, sevimli bir hayale açılırken kolları. Yirmi yılın taze baharıydı o.
Hasan da güçlü karakteri olan, cılız ama tatlı dilli bir delikanlıydı. Aynı sınıfta herkesin birbirine yakıştırdığı ender çiftlerdendiler. Lakin Hasan’ın ailesi zengin, Sibel’in ailesi fakirdi.
Zengin oğlan, fakir kız öykülerini biliyordu ve çekiniyordu Sibel. Parada, pulda gözü yoktu ama aile büyükleri bazen bu durumu anlamıyorlardı.
Dördüncü yıl dolarken Hasan, aşklarını evlilikle taçlandırmak istiyordu. İlk olarak Sibel açılacaktı ailesine. Öyle de oldu.
—“ Olamaz! Kızımı bir Alevi’ye veremem” diyordu ve diretiyordu Sibel’in babası.
Zengin, fakir sorunu çıkacak diye korkarken bu da nereden çıkmıştı? Neydi Alevilik? Sibel hem yıkılmış hem araştırmalara başlamıştı.
Sazının sesini duydum uzaktan
Eledim elekten, süzdüm süzekten
Nasıl kurtulurum ben bu tuzaktan?
Yıllarca Sünni, Kızılbaş diye
Sunmuşlar ağuyu bize aş diye!
Biz, Türkoğlu Türk’üz; soyumuz belli;
Üçok’ta Bozok’ta boyumuz belli,
Ongunumuz belli, payımız belli…
Yıllarca Sünni, Kızılbaş diye
Sunmuşlar ağuyu bize aş diye.
Oğuz torunları, bir büyük soyuz.
Sünni ve Kızılbaş – yirmi dört boyuz,
Hacı Bektaş neyse, işte biz oyuz…
Yıllarca Sünni, Kızılbaş diye
Sunmuşlar ağuyu bize aş diye…
Uğursuz baykuşun sedasına yuf!
Kardeşkanı içen midesine yuf!
Sahte hocasına, Dedesine yuf!
Utanmadan Sünni, Kızılbaş diye,
Sunmuşlar ağuyu bize aş diye…
Bölmek hainlerin ilk işleridir.
Parçalayıp yutmak son düşleridir,
Bozkurtlar, Yesevi dervişleridir…
Ayırmazlar Sünni, Kızılbaş diye,
Sunmazlar düşmana gel paylaş diye!
Tanrım bir kıvılcım düşer kanıma;
Artık birlik nuru doğsun tanıma;
Beter bu ayrılık yetti canıma,
Ayırmadan Sünni, Kızılbaş diye
Kucaklaştır bizi öz kardeş diye!
Ta ezelden hür milletiz,
Soyu sopu gür milletiz,
Kandan candan bir milletiz,
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevi, Sünni, Kızılbaş…
Aynı mayadan yoğrulan,
Türk, Türkmen diye çağrılan,
Aynı kıbleye doğrulan,
Secdeye konan bir baş
Alevi, Sünni, Kızılbaş…
Ağam, ev bizim, söz bizim,
Yürek yakan bu köz bizim,
Bu kan, bu can, bu öz bizim…
Aynı doku aynı kumaş
Alevi, Sünni, Kızılbaş…
Uyudun kaç asır boyu…
Uyan ey oğuz’un soyu!
Baba, dede, amca, dayı…
Bayramdır bu, gel kucaklaş
Alevi, Sünni, Kızılbaş…
Hayır… Herkes aynı kafada değildi. Babasına direnmeliydi ve de direnecekti.
_ “ Bir Yezit’in kızını gelin almak mı? Asla. Asla!” diye kükrüyordu Hasan’ın babası Haydar Efendi.
Aralarında kan davası olan iki ailenin çılgınca sevişen gençleriydiler sanki.
Helalken yasaklanmıştı aşkları. İsnatlar ve karşı fikirler, hatta asılsız iftiralar ortalarda dolaştı uzun süre. Konuşuldukça içinden çıkılamaz inatlaşmalar başladı.
Bin yıllık mesele bir anda çözüleceğine gençlerin umutları çözülmeye başladı.
Mal cimrilerde, silah korkaklarda, karar da zayıflarda olursa işler bozulur diyordu Hz. Ebubekir (r.a). İşler bozulmuştu. Her iki genç de ailelerine bağımlıydılar.
Sibel ve Hasan; bir arkadaşlarının evinde buluştular. Burada çılgınca bir aşk yaşadılar. Bütün tabuları yıktılar, devleştiler.
“Cahillerin kalbi dudaklarında, âlimlerin dudakları kalplerindedir” diyordu Hz Ali (r.a).
Sibel de, Hasan da umutlarını tamamen yitirmişti.
Hasan’ın aşırı ilaç içerek intihar etmesi ile sarsılmıştı iki aile de.
Avucunun içindeki sıkı sıkıya tutarak buruşturduğu notu Sibel’e yazmıştı Hasan.
Katı yürekli Haydar Beyin gözyaşı damlıyordu okuduğu buruşuk nota.
Gönlüme dolanmış tel tel saçların.
Çözüp açmak mümkün değil sultanım.
Dünyayı kaplamış loş bakışların;
Ondan kaçmak mümkün değil sultanım.
Yezit’in kızı gelin alınmamış ama bir oğul kurban edilmişti bu anlamsız ve amansız davaya.
Hasan, kolay olanı seçip intihar etmişti ya Sibel; karnında sevdiğinin parçası ile hayatla mücadeleyi seçmişti.
Ne olmuştu yani?
Niye bu kadar zalimdi büyükler?
Birilerinin hatalarının ceremesini, başka birileri mi çekmeliydi?
Sanki Hz. Ali Aleviydi.
Sanki Yezit’i bayılıyordu Sünniler. Tek seveni vardı sanki.
Sanki bin yıl öncesinin hesabı bu gün kesiliyordu.
Sanki Müminler kardeş değildi.
Sanki savaşmak ibadet de sevmek ibadet değildi.
Sanki âşıklar evlense kıyamet kopacaktı.
“Alevilik; Hz. Ali’yi sevmektir” deyişini hatırlamıştı Hasan’ın. Bir anlam veremese de “ Hz. Ali’yi sevmeyen ölsün” demişti Sibel. İşte bu izahat bile Çin Seddi’nin Ay’dan görünmesi gibiydi.
Başka dinlerden insanlarla ve ateistlerle bile kız alış-verişi yaparlarken, kardeşler nasıl bir kin ve acı içindeydi?
Sibel, Hasan’ın çocuğundan Haydar Efendiye bahsetmeme kararı almıştı bir süre ve gizlemişti yaşadıklarını.
Kendi ailesi de dâhil bu cahil insanlarla yaşamak ve başka acılar, zahmetler görmek istemiyordu.
Okulu bitmiş Öğretmen olarak atanmıştı. Bir yaşındaki Barış’a annesi bakıyordu.
Her gün evinin duvarındaki çerçeveli yazıyı bir Besmele edasıyla mutlaka okuyor ve aşkını hatırlıyordu.
Çerçevedeki yazıda Hz. Ali efendimizin “ Hiç bir acı, cehaletten daha fazla zahmet verici değildir” sözü bulunuyordu.
Haydar efendi ise hiç anlayamadan okuduğu Kuran-ı Kerim’inin içine sakladığı; Hasan’ın mektubunun son satırlarına bakıyordu. Ne düşünür bilinmez ama kalbi ile ağlıyordu.
İster düşün… Kendini ister hayale kaptır.
Uzar, uzar. Çünkü hiç sonu yoktur yolların.
Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır
Sevimli bir hayale açılırken kolların.