19
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2235
Okunma

Bugün babalar günü. Yedi yıldır olduğu gibi bu yıl da içimiz buruk, içimiz acı dolu. Eşimi ve canım oğlumu kaybettiğimizden beri, önemli günleri kutlamak bizim için ayrı bir acı demekti. Hele babalar günü geldiğin de, daha bir kanıyordu yüreğimiz. Şükür Rabbime ki, babacığım başımızda, sağlıklı idi…
O sabah kızımla erken kalktık, babama ve erkek kardeşime telefon edip, babalar gününü kutladık. Sonra kızımı, hafta sonları çalıştığı için işine uğurladım. İçimde tarifsiz bir sıkıntı, evi topladım, sildim süpürdüm. Yok, geçmiyor… Gözyaşlarım da isyan ediyor “ Yeter artık esaretim, rahat bırak beni de akayım” diyordu adeta. Sonun da söz dinledim ve serbest bıraktım. Ağladım, ağladım. Ağladıkça rahatlamam gerekirken, aksine daha çok sıkıldım. Sanki boğuluyor gibiydim. Ev boğuyordu beni, hemen evden çıkmalıydım. Öğleden sonra üç sularında, kızımın yanına gitmeye karar verdim. Giyindim ve evden çıktım.
Ankara Ankamall’a (alış-veriş merkezi) gelip, kızımı gördükten sonra mağazaları dolaştım. Sıkıntım da peşimi bırakmıyor, nereye gidersem o da geliyordu. Saat altı gibi kızımın işi bitince eve birlikte dönecektik. Tam kızımın işi bitip, eve gitmek için Ankamall’dan çıkmak üzereydik ki, telefonum çaldı. Erkek kardeşim;
---Ablacığım babamı hastaneye kaldırdık,
---Canım ne oldu, çabuk söyle. Nesi var babamın?
---Abla önemli bir şeyi yok ama sen yine istersen gel.
“İstersen gel!!! “ Gurbette üzülmeyeyim diye bana ufak tefek hastalıkları duyurmazlardı, hele “gel” hiç demezlerdi. Gözyaşlarım artık sebepli yere istediği kadar akabilirdi.
Akşam saat sekizde memlekete gitmek için yoldaydık. Yol boyunca gözyaşlarımız hiç dinmedi, durmadan Rabbime dua ediyordum. Çok zor geçen bir yolculuktan sonra gece eve geldik. Kardeşim karşıladı bizi. Babacığımın boyundan aşağısı tutmuyormuş, felç değilmiş, her şeyi hissedebiliyor fakat kıpırdanamıyormuş. Sorun kaslardaymış. Sabah çok erken Eskişehir Devlet Hastanesine gittik. Refakatçi kimliği ile babacığımı gördüm nihayet. Ohh… Neşesi yerindeydi. Olsun, başımızda olacaktı ya, ben bakardım babacığıma. Şükür Allah’ım bağışladın babamı bize.
O gece yani pazartesi günü gecesi, babamın yanında refakatçi kaldım. Babamı öyle hareketsiz görmek, bana çok dokunuyordu, kabullenemiyordum ama bir şey belli etmemeye çalışıyordum. Babacığım da bana kıyamıyor;
---Ah be kızım, ben böyle kalırsam sizi üzerim. Böyle yaşanır mı yav? Nerden geldi bu başımıza? Yav ben daha torunumu gelin edecektim.(benim kızımı) Yok yok böyle kalacağıma, sizi üzeceğime Allah’ım çabuk alsın yanına ama torunum, işte torunum büküyor boynumu…
Diye söylendikçe içim parçalanıyordu.
---Babacığım sen sağ ol, başımızda ol yeter. Bizi hiç üzmezsin babacığımmmmm. Torununu senden isteyecekler, sen gelin edeceksin yine… Diyor, gözyaşlarımı içime akıtıyordum. Beni ağlarken görmesin, morali bozulmasın istiyordum.
Sabaha karşı üçten sonra babam ağırlaşmaya başladı. Suyla devamlı ellerini ayaklarını yıkatıyor, yanındaki camı açtırıyordu. Gece pipet ile biraz meyve suyu içirmiştim bu sıkıntısını ona bağlamış, meyve suyu gaz yaptı sanmıştık. Bir ara biraz rahatladı. O sırada da sabah kahvaltısını dağıttılar. Sabah saat altıydı. Güzel kahvaltısını yaptırdım, hepsinden yedi. Bir dilim ekmek, peynir, zeytin, tereyağlı ballı ekmek… Çayını da içirdim. Kahvaltıdan az sonra babam yine ağırlaşmaya başladı. Boğazına bir hırıltı gelmişti, o babamı rahatsız ediyor ve zoraki öksürerek boğazını temizlemeye çalışıyordu. Ben de o sırada babacığıma;
---Gördün mü babacığım, ellerini ayaklarını yıkattırdın, camı açtırdın grip oldun işte. Şimdi ne yapacağız?
Dedim. Kalp hastası olduğu için grip olması sakıncalıydı, hele böyle bir durumda hiç olmamalıydı. Oysa grip olmadığını nereden bilecektim ki?
Biz babamla böyle konuşurken, Hızır gibi bir doktor yetişiverdi. Babamın doktoru izinliymiş, başka bir doktor viziteye geldi. Babama baktı ve beni dışarıya çağırdı. Tam o sırada da annemle kızım odaya, babamın yanına girdiler. Ben doktorun yanına gittiğimde;
---Babanı hemen Eskişehir Tıp Fakültesi Nörolojiye sevk ediyorum. Bu Guillain barre sendromu, önce ayaklardan başlar, bütün kaslar erir sonra ciğerlere gelir, solunum yolunu eritir ve kalp durur. Babanın solunum yollarına gelmiş, acilen ambulansla gönderiyorum…
Aman Allah’ım duyduklarım doğru muydu? Ben babamın grip olduğunu sanırken, babacığım son nefesini mi vermeye çalışıyordu yoksa? Orada bayılmışım. Kendime geldiğimde kızım ambulansa dedesinin yanına binmiş, gidiyorlardı. Biz de annemle bir taksiye atladık ve peşlerinden tıp fakültesine geldik. Az sonra erkek kardeşim, eşi, yeğenim, ablam ve iki kızı da geldi. Hepimiz oradaydık…
Babacığımı hemen yoğun bakıma aldılar, solunum cihazına bağladılar. O durumdayken bile, kızımı görmek istedi. (Kızımın babası olmadığından, evlenirken dedesinden isteyeceklerdi. Dedesinin evinden gelinlikle çıkacaktı. Dedesiyle kızımın hayaliydi) Kızıma baktı, gözlerinden yaşlar akıyordu. Bize;
---Çıkarın beni buradan, diyordu zorla… Bir ümit, nasıl çıkaralım ki?
Doktor geldi, hepimizi yoğun bakım odasından çıkardı. Babacığımı öyle gözü yaşlı, öyle tek başına bırakmıştık. Doktor reçete yazdı. PENTAGLOBİN iğne. Beş gün, sekiz saat arayla ilaç, seruma katılacaktı. Kırk tane iğne, hemen ilaçları alıp gelin dedi. Kolaydı… Eczaneye gidip, hemen alıverecektik. Eczaneye gittik yok… Öbür eczaneye, yok… Öbürküne, yok… Yok, yok babama verilen iğne eczanelerde yok. Eczacılar ilaç depolarına sordular, yok!!!
Firma ile Sağlık Bakanlığı fiyat konusunda anlaşamamış ve Bakanlık ilacın satışını yasaklamış. İlaç karaborsa ve hiçbir yerde yok… İnanın abartmıyorum, Türkiye’nin dört bir köşesinde ne kadar eczane varsa, ne kadar depo varsa, ne kadar sağlık kuruluşu varsa her yere haber salındı. Her ilden ilgilenecek dostlar bulundu. Bulunan iğneler buz kovalarında uçaklarla gönderildi. Her sekiz saatte iğneler, dostlarımızın sayesinde babama yetiştirildi. Allah hepsinden razı olsun. Kırk iğne yerine, elli iki tane bulunmuştu. Daha sonra kalan on iki iğneyi aynı hastalığa yakalanan 20 yaşında bir gence hibe ettik. Ama Ahmet’te kısa bir zaman sonra vefat etmiş.
Bütün aile hastanenin bahçesinden ayrılmıyorduk. Gece gündüz oradaydık. Yoğun bakımda babacığımı iki kez görebildim. Doktordan ağlaya ağlaya izin aldım. Hâlbuki yoğun bakımda hastası olan insanların, her gün beş dakika hastasını görme izni varmış. Bunu daha sonra öğrendik. En son babacığımın yanına girdiğim de, çok bitkindi. Solunum cihazı ağzındaydı. Gözlerini zor aralıyordu. Serum bağlanmış elini tuttum, yüzünü okşadım, öptüm;
---Babacığım hepimiz buradayız. Biliyorsun yoğun bakıma sokmuyorlar ama hepimiz dışarıda seni bekliyoruz. İyileşeceksin, seni alıp gideceğiz. Evimizin başköşesinde oturacaksın. Sensiz gitmeyeceğiz babacığım. Dayan babacığım güçlü ol…
İlaçlar pazar günü akşam bitti, fakat pazartesi günü sabah saat 07.25 te babacığımı kaybettik.
“İyileşeceksin” demiştim, “seni alıp öyle evimize gideceğiz” demiştim sana babacığım, verdiğim sözü tutamadım bağışla kızını. Seni öyle tek başına hastane köşelerinde ölüme terk ettik sanma. Hiç ayrılmadık ki yanından. Sen bizi göremesen de, biz hep yoğun bakım kapısının önünden seni görüyorduk. Hem iyi olup çıkacaktın ya babacığım. Hayata öyle pes etmeyecektin hani… Sen de haklısın babam, yorgun ruhun, bedenin daha fazla dayanamadı. Tam huzurlu olman gereken zamanlarda, daha çok yordum seni, daha çok üzdüm. Ama babacığım elimde olsa üzer miydim seni? Elimde olsaydı o yaşta sana o acıları tattırır mıydım? Bir yandan torun acısını yaşadın, bir yandan benim acıma ortak oldun, bir yandan da kızımın acısına ortak oldun babam. Oysa seni üzmemek için yanında ağlamazdım bile ama sen babaydın babacığım. Sen bakışlarımızdan anlardın, bizim nasıl üzüldüğümüzü. Seni istemeden de olsa çok üzdüm değil mi canım babam?
Yine babalar günü yaklaşıyor babacığım. Sensiz üçüncü babalar günü. Bu aralar acılarım yine bir başka içimde. Ben sana ağlayacağım, kızım babasına. Sonra ben, kızım için ağlayacağım. Onun gözünden akan bir damla yaş, yüreğimi dağlayacak. Ya oğluma?
Şu özel günleri hiç sevmiyorum artık…
(Dostlar ilk defa içimden geldiği gibi içimi dökmek istedim, affola)
Sevgi SALMAN…