21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
9337
Okunma
Robin S. Sharma, ‘Koza kelebeği bilmez’’ adlı kitabında şöyle der. ‘’Çoğu insan yirmi yaşında ölür, seksen yaşında gömülür. Bunun sizin başınıza gelmesine lütfen izin vermeyiniz.’’
Ben bu sözün anlamını çok düşündüm ve ben de yirmi yaşında ölenlerdenim. Sadece bana sunulan hayatı yaşadım. Hep kendi kozamın içine gizlendim. Kozamın dışında, ne var, ne yok diye hiç bakmadım. Kelebek olup uçmadım! Uçamadım! Bildiğim yolların dışına hiç çıkmadım. Çıkamadım. Belki korktum. Belki kendime olan güvenim yoktu. Yeni kapılar açmayı hiç denemedim. Yeni yollarda hiç bilmediğim adresleri aramadım. Bana sunulanla yetindim.
Peki, benim kaderim bumuydu? Ben mi böyle olmasını istedim? Her zaman, hayatımı başkalarına göre endeksledim. Bunun suçlusu başkalarımıydı? Hayır! Suçlu olan sadece bendim. Ben yapmasaydım, kimse bana bir şey yaptıramazdı. Ufkumu genişletmek için, uğraşıp çaba sarf etmedim.
Eğer isteseydim, etrafımdaki çemberi kırıp dışarı çıkabilirdim. Çıkamadım! Çünkü çemberin içi güvenliydi. Dışına çıkmak, beni hep korkuttu. Neden peki? Çemberin dışında ne olduğu bilinmiyordu. Hep bilmediklerimizden korkmaz mıyız? Aslında korkumuzun üstüne gidip, bilinmezi araştırsak… Karşımıza çıkan gerçek, belki korkunç değildir. Denemeden nasıl bilebiliriz?
Ben bunu, şuna da benzetirim; bir yol düşünün, gündüz defalarca geçeriz, yola aşinalığımız vardır, hiç korkmayız. Aynı yoldan gece geçerken korkarız. Çünkü önümüzü göremeyiz. Görüş alanımız dardır. İşte yine karşımıza bilinmez çıktı… Biz bilmediklerimizden korkuyoruz. Hayatın bize verdiğiyle yetiniyoruz. Ufkumuzu ve rızkımızı genişletmek için, çoğumuz gereken çabayı ve cesareti gösteremiyoruz.
Mutlu olmadığımız bir evliliği, sırf el âlem ne der, çocuklar üzülür, gibi mantığı olmayan gerekçelerle sürdürmeye çalışırız. Sevmediğimiz bir işi, işsiz kalmak korkusuyla bırakamamak, hep bizi korkutmuştur. Denemeden nasıl bileceğiz? Belki biraz çabayla, sevebileceğimiz bir iş bulacağız. Belki, yeniden âşık olacağız. Ne bileyim… Bazen korkmadan karanlıkta yürüyelim derim ben. İnanın, aydınlıkta gördüklerimizin aynısı, karanlıkta var. Belki daha fazlası…
Bu bizleri korkutmasın. Korkularımızın üstüne gidelim. Daralan çemberimizi kıralım. Dışarıdaki dünyayı görmeye çalışalım. Kişileri tanımaya çalışalım ve tanımaya çalışırken de, gereğinden fazla gözümüzde büyütmeyelim. Hiç kimse bulunmaz değildir. Her insan ayrı bir yetenektir. Önemli olan, o kişinin yeteneğini fark edebilmektir. Kimsenin, kimseden üstünlüğü yoktur.
Kim bilir; belki hiç ummadığımız kişilerle ve fırsatlarla karşılaşacağız. Ne dersiniz? Ben yirmi yaşımı geçeli çok oldu. Seksene daha çok var. Yirmi yaşındayken öldüğüme göre, sekseni beklemeden gömüleyim mi? Yoksa, devenin hörgücündeki ayrık gibi; kendimi vahaya mı atayım?
Bir rivayete göre; bir dal ayrık, devenin hörgücünde, kızgın çöllerde tam yedi yıl yol almış. Tam kuruyacakken, deve bir vahaya rastlamış ve serinlemek için kendini suya atmış. Bizim ayrıkta, fırsattan istifade edip, çamura tutunmuş. Dallanıp budaklanmış ve demiş ki, ‘az kalsın ölüyordum.’
Eveettt! İşte bu! Durum tamda bu! Henüz gömülmedik. Haydi hep beraber ayrığı örnek alalım. Bir parça çamura tutunalım. Bu hayat, bizim hayatımız. Kimse bizim yerimize yaşayamayacağına göre, bizde kimsenin yerine yaşamayalım.
Şimdi bana sorduklarınızı duyar gibi oldum. ‘Peki, sen çemberini kırdın mı?’ Evet. Ben çemberimi kırdım; fakat dışarıya hâlâ çıkamadım. Çemberim kırıkta olsa, güvenli. Tutundum kaldım. Nasıl çıkarım, ne zaman çıkarım bunu bilmiyorum. Siz en iyisi, imamın dediğini yapın; ama gittiği yoldan gitmeyinnn! Henüz gömülmemişken çıkın dışarıya. Belki bir kelebek olacaksınız… Kozaya sıkışıp kalmaktan iyi değil mi?
Emine/ Manisa/29/04/2010