6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
953
Okunma
Onu ilk gördüğümde yanında idareci arkadaşlar ve iyi tanıdığım bir veli vardı. Odamıza bir şeyler yaptırmak istediğini söylüyor, sağı solu inceleyip ölçü alıyorlardı.
Okul Aile Birliği için çalışacakmış. Mesleğini sordum. Mobilyacı veya esnaf gibi görünmüyordu. Gizemli bir havayla “gizli” dedi. Üstelemedim. Neme lazım. Yeni tanıdığım biri. Her gün değişik insanlarla karşılaşıyoruz. Bakalım bunun altından ne çıkacak diye geçiyor aklımdan.
Evrak dolabı ve çalışma masası için ölçü alındı, renk beğenildi. Zevkliydi doğrusu. Şık, kullanışlı olmasını istiyordu.
Odamızın bir duvarına boydan boya dolap yapıldı. Ona uygun çalışma ve bilgisayar masası. Eski, kırık dökük eşyalar kaldırılıp yenileri yerleştirilince, herkes beğendi. Böylece okula emeği geçenler arasına adını yazdırmış oldu.
Zaman zaman uğrayıp hatır soruyor, bir çayımızı içip şuradan buradan konuşuyordu.
Kısa boylu, şişmanca, sarışın. Patlak mavi gözlü. Konuşurken, heyecanlanınca gözleri daha da irileşiyor.
Giyimi arkadaşlarından daha şık ve uyumluydu. Her zaman kravatlı olurdu. Takım giyinmezdi. Kareli veya düz blazer ceket, canlı çizgilerden oluşan kravat, mendil ve uyumlu renkte pantolon. Boyalı yeni ayakkabılar. İki cep telefonu ve bir telsiz.
Üçü de susmazdı. Telefonun biri duygulu bir halk türküsü, diğeri polis sirenini andıran melodiyle aranıyordu. Telsizinden sürekli konuşmalar duyulurdu.
İlk günler konuşması çok düzgün ve dikkatliydi. Görevini, işiyle ilgili olayları anlatırken daha özenli, tane tane konuşur, kelimeleri doğru söylemeye çalışırdı. Sohbet koyulaşıp söz ailesine, gördüğü yabancı ülkeler ve yaşadığı ilginç olaylara gelince değişirdi. Konuşması memleketinin şivesini alırdı. En çok da evlatlarından söz ederken.
Yıllarca çocukları olmamış. Uzun bekleyiş ve tedavilerden sonra ellili yaşlarda iki çocuk olmuş peş peşe. İkincisi henüz yaşına girmemiş. Bahsederken heyecanlanır, gözleri parlardı. Coşkulu, telaşlı, biraz tükürükler saçarak, soluk soluğa anlatırken, sürekli Allah’a şükrederdi.
“Cenabı Allah’ım herkese hayırlı evlatlar versin. Dünyanın en müthiş duygusu. Bundan daha büyük mutluluk, zenginlik olamaz.”
Samimiydi duygularında. Yapmacıksız konuşur, düşündüğünü söylerdi. İki lafın arasına çocuklarını katar, sevincini, mutluluğunu anlatırdı. Gün boyu ikisini de çok özlediğini, akşam eve gidince küçük kızı severken, büyüğünün nasıl kıskandığını.
Umduğundan iyi kazancı, arabası, yaşamı olduğunu söylerdi. Memleketine düşkündü (Amasya). Dünyaca ünlü Misket elmasının azaldığını söylese de başkasından duyunca gücenirdi. “Özel bir ürününüz, üretiminiz yok” diyen arkadaşlara kızardı. Krallar, padişahlar yetiştirildiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin burada atıldığını hatırlatırdı. Sarmalık yaprağından, haşhaşlı ekmeğinden, kayalıklardaki Kral Mezarlarından, Yeşilırmak kıyısında bulunan yalı boyu evlerinden bahsedince keyfi yerine gelirdi.
Çocukları, ailesi, memleketi, bir de görevi. Hepsiyle övünür, gururlanırdı. Ama ne iş yaptığına gelince söylemezdi , “ gizli” derdi o kadar. Üstelemez, gülümserdik.
Çok sık yurt dışına gittiğini, 58 ülke gördüğünü anlatırken daha da heyecanlanırdı. Fazla övüngen, kibirli değildi. Üstünlük taslamaz, konuşmayı da dinlemeyi de bir arada yapardı. Gözünden, kulağından bir şey kaçmazdı. Dindar ve milliyetçi olduğunu söylerdi. Tutucu değildi. Hoşgörülü, esprili, hoşsohbetti. Herkesi sever sayar, hataları tatlı dille söylerdi.
İki lafın arasında “Avrupa” derdi, “Avrupa Birliği’ne girmeli. Tüm insanların Avrupa görmesi lazım” sözü dolanmıştı diline.
Doğru söylüyor abartmıyorsa, 58 ülke bu, dile kolay. Anlatmakla bitmez. Bir arkadaşımız İtalya’ya gitmişti, eşi de Fransa’ya. Her sohbetin arasına sıkıştırır, sürekli o ülkelerden örnek verirlerdi.
Bu kadar ülke görünce, haliyle bütün konuşmalarda, bir iki anı gündeme geliyor.
Misafirimiz yine coşkulu bir dille Avrupa’dan bahsediyor.
“Deli oluyorum deli. Bir Avrupa’daki trafiğe, yollara bak. İnsanlara, kurallara, cezalara… Bir de bizdekine. Hatalı adamı durduruyor trafik polisi, uyarıyor. Aldığı cevap, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Hiç unutmuyorum. Böyle bir trafik polisi ceza yazdı diye, yirmi dört saatin içinde Güneydoğu’ya sürgüne gönderildi. Böbrek hastası çocuğu olmasına rağmen. Düşünebiliyor musunuz? Çocuk diyalize giriyor, diyalize! Nefrit olmuş! Baba sürülüyor, görevini yaptı diye. İşte ben bunlara sinir oluyorum. Bu işlere çıldırıyorum.”
Ara sıra sesinin tonu biraz yükseliyor, konuşması hızlanıyor, eliyle masayı yumrukluyor. Meddah izler gibi, insana tiyatro keyfi yaşatıyor.
“Almanya’dayım. Yıl 1982. Görevli gittim. Polislerle sohbet ediyoruz. Sizin yollarda hiç mi tümsek, çukur, kasis yok? Her yer kaymak gibi dümdüz deyince, gel bilgisayardan kontrol edelim dediler. Hep birlikte uydu aktarımlı görüntüleri inceliyoruz… Hah! 65. kilometrede bir çukur var, gidip bakalım deyip yola çıktık. Çukuru görmeye gidiyoruz, neyin nesi diye. Aman ne çukur! Çukur da çukur olsa bari! Sevsinler! Yolun ortasında bardak ağzı gibi, pürüzsüz, yusyuvarlak açılmış bir oyuk! Başında işçiler, görevliler. Her türlü önlem alınmış, işaretleme yapılmış, gereken birimlere haber verilmiş, çalışmaya başlamışlar. Düşünebiliyor musunuz? El kadar çukur için yapılanları. Hatta Bakan bile gelmiş. Koskoca Bakan! Çevre Bakanı işçilerin, görevlilerin arasında, çukurun başında… Gözünü sevdiğimin Avrupa’sı, işte böyle bir memleket. Bizde öyle mi ya? Her yer köstebek yuvası!”
Devam ediyor anlatmaya.
“Dönüş yolundayız. Işıklara geldik. Beklerken bakıyorum etrafa. Köpekli bir adam, siyah gözlüklü. Belli ki kör. Köpeğin gözü lambalarda, ikisi de bekliyor. Yeşil yanınca köpek yola çıkıyor, kör adamla birlikte. İşte ben buna bittim! Bayıldım, öldüm, bittim arkadaş! Kalkıp ayağını yalamak geldi içimden, bu köpeğin. Ne memleket bu böyle. Köpeğine bile trafik kurallarını öğretmiş. Ben işte bunun için istiyorum, Avrupa Birliğine girmeyi.”
O günlerde gazetelerde çıkan bir haber geldi aklıma, tekrar okudum.
“Emniyet Kemeri”
“Almanya’da köpeğini otomobilin arka koltuğuna oturtan Alman’ı, yolda trafik polisi çevirmiş ve emniyet kemeri takmayan köpek için trafik cezası kesmiş.”
“Hürriyet Gazetesi 4 Ocak 2009 Pazar s.11”
Fazilet Ünsal Eliaçık
Şehir/Şubat 2010