9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
897
Okunma
Alnıma yazılan kader gibiydi, bu içimdeki hiç bilmediğim uzaklara gitme arzusu. Bugüne kadar bu duyguyu ne bastırabilmiştim ne de söküp atabilmiştim. İyi ama neydi bu, içimde sürekli kaynayan meçhul yerlere göçüp gitme hevesi? Neydi içimdeki bu karşılık bulmayan vuslat aşkı? Nereye, kime, ve ne için gitmek? Ama bu isteğin karşılığında büyük bir aşkın olduğu kesindi. Çünkü en güzel yar yanımda da olsa, en ulaşılmaz sandığım lezzetlerin ortasında da olsam bu duygu yakamı hiç bırakmıyordu. Hayatımda ki en büyük mutluluk oğlum da içimde ki bu gitme aşkını öldüremiyordu. Çoğu zamanlar, ev halkının yatmaya çekildiği bir gece bir yarısı, balkona çıkar, gökyüzündeki yıldızlara bakıp içimde kime olduğunu bilmediğim bir hasret ateşi yakardım. Hatırlıyorum, tatile giderdik. İnsanlar geç saatlere kadar eğlenir(ben dahil) sonra pansiyonlara otellere yatmaya çekilirlerdi. Bunu fırsat bilen ben sonra yeniden ıssız sahile inerdim. Saatlerce yakamozları seyreder, denizin öbür ucunda, ötelerde, bir ananın oğluna özlemi gibi neye olduğunu bilmediğim bir özlemle kavrulur dururdum.
Ve bir gün içimde bitmek bilmeyen bu gitmek baskısına daha fazla karşı koyamadım. Bir anda topladım tası tarağı, arkamda, bıraktım şaşkın ve kızgın insanları.
Nasıl geldiğimi anlamadan kendimi otogarda buldum. Şaşkındım! O an yaptığımın doğru olup olmadığını sorgulamak bile istemiyordum. Sadece kesin kararlıydım. Sonunda ölümde olsa içimi yakan bu ateşi söndürecektim. Gözümü karartmış bir şekilde, “Kes” dedim biletçiye, “Beni en uzağa götürene.”
Otobüse bindim. Bir süre sonra yol alıp sevdiklerimi geride bıraktıkça, içimdeki uzaklara gitme hissi geçen her kilometrede irtifa kaybedip yerini acı bir burukluğa bıraktı. Fakat içimdeki bu burukluğu anlamak ve onu haklı çıkarmak istemediğim için, uzakların güzel hayalleriyle avuttum kendimi.
Çok uzun süren bir yolculuktan sonra hiç bilmediğim ve artık aradığımı bulduğumu sandığım yerlere geldim.
Geldiğim yer yemyeşil çam ormanların, masmavi denize kadar uzandığı bir kıyı kasabasıydı. Otele yerleşip, kendimi hemen denizin kıyısında bir çay bahçesine attım. Etrafımda ki güzellik baş döndürecek kadar güzeldi. Lakin bu seferde içimde nedenini bilmediğim bir sıkıntı peydah olmuştu. Tatillerde bile böyle yerlere geldiğimde özellikle deniz beni büyüler, kendimden geçirirdi. Oysa şu an baksam da ne denizi umursuyordum nede o içimi serinleten kokusunu hissediyordum. Oysa ben buralara mutlu olmaya gelmiştim. Bu işte bir gariplik vardı! Şu eşsiz güzellikler, şu an benim cansız bir tablo gibiydi.
Günler geçmeye başladı. Geçen zamana ısrarla gönülsüz tatlar sığdırdım. Ama onlarda içimdeki aşkı söndürmeye yetmedi. Bir zaman sonra buralardan buz gibi soğumaya başladım. Günlerce, kah denizin kıyısında, kah orman kuytularında, kah çarşı, pazarda avare avare dolaşıp neyi aradığımı bulmaya çalıştım. Mutluluğu aramaya çıkan ben, şimdi eskisinden de mutsuzdum. Daha kötüsü umutsuzdum. İşin garip yanı şu an içimde, uzaklarda bir yerlerin şiddetli özlemi başlamıştı. Ailem, dostlarım ve yaşadığım topraklaraydı bu özlem. Oysaki şu an hasretleriyle kavrulduğum uzaktaki o insanlar, aslında bana hep en yakın olanlardı.
Gittiğim uzak yerlerde son akşamımdı. Kumsala indim. Saatlerce güneşin battığı yere, ufka baktım. Eskiden olsa, karşı kıyılarda bir yerlerde hep beni bekleyen gizemli bir şeylerin olduğunu düşünür, heyecanlanırdım. Gerçek olacakmış gibi tatlı tatlı düşler kurardım.
Halbuki şu an denizin öbür tarafından bakanlarda, buraları uzaklar diye düşünüp pembe hayaller kuruyorlardı. Buralarda da her şey oralardan daha farklı değildi ki. Sonuçta hepimiz Ademoğulları değil miydik? Duygularda aynıydı, düşlerde. “Peki” dedim kendi kendime, neydi bu beni içimde aralıksız bir yerlere götürme isteği? Acaba bıkmak mıydı sahip olduklarımdan? Onların yokluğuyla sınanmam mı gerekiyordu? Onların değerini ancak böyle mi anlayacaktım? Hani bal yiyen baldan usanır derler. İnsan hayatında hep arzuladığı kişiyi elde etse bile bu arzular sonradan eski hararetini kaybedebiliyor. Bir süre sonra ateşli arzular başka adreslerde aranabiliyor. Ya da insan çok zengin olsa en pahalı zevkleri tatsa bir süre sonra onlardan da usanabiliyor. Ama insanın usanmayacağı, ya da lezzetine hiç doyamayacağı bir şey vardı oda Muhabbetti. Yani sevgi, yani şefkatti.
Yerini hiçbir şeyin dolduramadığı sadece eşinde, dostunda yuvasında bulduğu bir hazineydi bu. İnsan ne çare ki bazı kıymetlerin değerini kaybedince anlıyor ve şu an buralarda en çok bunun eksikliğini hissediyorum. Öyle ki buradaki onca kalabalığın ortasında yapayalnızım. Düşünüyorum da, yoksa içimde bitmek bilmeyen gitme arzumun adresi hep yakınlarım mıydı? Onların sevgilerine mi daha fazla ihtiyaç duymuştum?
İçimde beni yakıp ta vuslatına ulaşamadığım aşkın, ya da beni delicesine uzaklara götürmek isteyen heveslerin açlığı bundan mıydı? Bir yerlerde ben mi hata yapıyordum?
Ama mutluluk, aşk, vuslatlar kendiliğinden gelmiyordu, bunlar aynı zamanda emekte istiyordu. Düşündükçe daha iyi anlıyordum şimdi. Yani gönül bahçesine bir gül dikip bir gülistan kadar ilgi mi beklemiştim yakınlarımdan? Aşk sunmadan meşk mi beklemiştim?
Hemen o saat topladım pılıyı pırtıyı, büyük bir hasretle döndüm yuvaya. Önce sitemler oldu hakkıyla. Ardından gönül almalar ve eldekilerin değerini geçte olsa anlayıp, sıkıca sarılmalar. O günden sonra hata mı kimselere belli etmeden yüreğimden karşılıksız güller uçurdum aileme, dostuma. Karşılık oldu sevgileri, aşkını arayan vuslatıma.
Tabi bu arada içimdeki o inatçı gitme ihtirası zayıfta olsa gene yoklamadı değil. Ama öğreniştim artık, uzaklarda kurulan düşlerin kahramanları, aslında hep yakınımdakilerdi.