19
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2411
Okunma


Sene 1999. Böyle söyleyince de, çok eski bir tarihten bahsediyormuşum gibi geliyor. Teşrinisani / Teşrinievvel 1350 derler ya? Oysa ki, on yıl öncesi. Öyle çok uzak bir zaman dilimi değil. Neyse, konumuz da bu değil zaten.
Sorunların, zirve yaptığı zamanlar. Ne yöne gideceğime, karar veremiyorum. Yön belli ama karar çıkamıyor, bir türlü. İçimde, kocaman bir sıkıntı. Çözümsüzlüğün yumak olduğu, bir sıkıntı. Sırtımda, canımı yakan, bir ağrı. Dayanaksızlıktan, kendi kendine dik durmaktan oluşmuş, derin bir ağrı. Deli gibi, bilgisayara sarmışım. Gece, gündüz. Sığınacak liman olmuş, İnternet. Urla ile bilgisayar arasında mekik dokuyorum. Birinden çıkıp, diğerine sığınıyorum.
Oğlum, Amerika’ya gitmeye karar veriyor. Bas gitar eğitimi için. Hayat damarlarımdan biri kopuyor. Yokluğunun yarattığı boşluğu, nasıl dolduracağım?
Gidiyor ve benim aklım başıma geliyor. Önce, kızımla konuşuyorum, onayını alıyorum. Sonra, bankaya gidiyorum, hesabıma bakıyorum.
Çok yıllar önce, babaannem; “ Kızların, özel gelirleri olacak. Gün gelir, lazım olur.” diyor, babama. Son söz söylenmiş. Aksini söylemek, kimsenin haddi değil. Emir yerine getiriliyor. Akıllı kadınmış. Sanki, o bir günün geleceğini, önceden bilmiş.
O günlerde, krizden dolayı, işini kaybetmiş olan, İnternet aracılığı ile tanıdığım, arkadaşımı arıyorum. “ Yeter oturduğumuz. Kalk bakalım, işe başlıyoruz “ diyorum.
Önce, ne iş yapacağımıza karar veriyoruz. Benim lise den sonra eğitimim yok. Tek eğitimim, mutfak. En iyi bildiğim iş, yemek yapmak. O, üniversite mezunu ama bir işe yaramadığı zamanlardan geçiyor, ülke.
Karar veriliyor: Cafe açacağız. Hemen araştırmalara başlıyoruz ve Alsancak’ta, devir edecek, bir cafe buluyoruz. Eller sıkılıyor. Artık biz’im. İsmi de buradan geliyor; Cafe Biz.
Oğlum, haberi alınca “ Biliyordum, bir çıkış bulacağından, emindim “ diyor. Kızım, “ Ben yanındayım, merak etme “ diyor. Annem, havalara uçuyor. Hayata geri döndüğüm için.
İki senelik, muhteşem serüven başlıyor.
İsmine karar verilmiş cafemiz’in, menüsünü oluşturmaya başlıyoruz. Sıradan olmamalı. Ne yapalım? Yemek isimlerini, ünlülerden seçmeye karar veriyoruz. Salatalara ressam isimleri veriyoruz. Van Gogh, Rambrant, Picasso. Krepler, Ayşe Kulin, Özdemir Asaf, vb. Böyle devam ederek, fazla çeşide kaçmadan, bu işi de bitiriyoruz. Sıra, amerikan servislere geliyor. Onların üstüne de şiirler ve güzel birkaç söz bastırıyoruz. Şiirlerin bir tanesi de, bana ait oluyor. Hesap, yemeğini yenen ünlünün, kitabı içinde gelecek, masaya.
12 Eylül 1999. Kapılarımız açılıyor ve ilk servisimizi çıkartıyoruz. Ama ne heyecan, anlatmak mümkün değil. Ortağıma diyorum ki; “ Çok para kazanamayabiliriz ama çok keyifli günler geçireceğimizin garantisini veriyorum sana. “ Öyle de oluyor. İki sene süren, bu muhteşem macerada, bir tek sigara bile içemiyoruz, kazandığımız para ile. Çünkü, kazanamıyoruz. Ama her gün, kahkahalar ile açılıyor, kahkahalar ile kapanıyor, iş yerimizin kapısı.
Öyle çok şey öğreniyorum ki, hayat hakkında, insanlar hakkında.
Haftanın en az iki günü, Alsancak’ta buluşup, öğle yemeği yediklerini bildiğim kişilerden, bir tanesi bile gelmiyor. İki yıl boyunca, bir elin parmaklarının sayısını geçmiyor, gelen tanıdık simalar. Hatta kızgınlıklarını duyuyorum, kulaktan kulağa. “ Neden, onlara söylemedim?” “ Neden, onca yıldır tanıdıklarım dururken, İnternet’ten tanıdığım, iki günlük insanla, girdim bu işe?” “ Neden, yaşam şeklimi değiştirdim?” Bana sormuyorlar. Soramıyorlar. Yanıtını bildikleri soruları. “ Siz yoktunuz “ diyeceğimi, biliyorlar. Yola, kimseye güvenmeden, çıkılacağını öğrendim.
Yeni insanlarla tanışıyorum. Kadınların, evde kocası yapsa, tabağı kafasına geçirecekleri şeyleri, nasıl keyifle bana yaptırdıklarını gülerek izliyorum. “ Huysuz “ adını taktığımız bir müşteriye, kalmış salatalardan, yeni bir salata hazırlayıp, ilk defa ve memnuniyetle sonuna kadar yediğini izlemenin, keyfini çıkartıyorum. Bir cafe de, mutfaktaki kişiyi kızdırmanın, nelere mal olacağını öğrendim.
Mutfakta, bana yardımcı olan, Rahime’nin, hayatındaki tüm zorluklara rağmen, dimdik duruşunu izliyorum. Bir kadının, bir ordu demek olduğunu, öğrendim.
Otoparkçı Ömür ve ekibi ile tanışıyorum. Paket servis siparişi geldiğinde, cafe nin önüne çıkıp, “ Ömür” diye seslendiğim an “ Buyur, abla “ diyerek, koşuşunu izliyorum. Paylaşılan bir bardak çayın, ne kadar değerli olabileceğini, öğrendim.
“Sipariş hazır” sinyalini veren çanı, her çalışımızda, Göksel’in öfkeyle gelişini izliyorum. “ Çalmayın şu çanı, ben kuzu muyum?” isyanını, sabırla, göğüslemeyi öğrendim.
Masalarımızı kaldırmaya gelen, zabıta memurlarını, izliyorum. İkram edilen, bir bardak kahvenin eşliğinde paylaşılan cilveli sohbetin, ne kadar sihirli olduğunu, öğrendim.
Gölge yapsın diye diktiğimiz, sarmaşığı izliyorum. Sonbahar’ın renklerinin, ne kadar muhteşem olduğunu, öğrendim.
Sabahın erken saati, cafe’mi izliyorum. 36 kişilik, küçücük bir mekanın, ne büyük bir hayat dersi olabileceğini, öğrendim.
1 Kasım 2001. Cafe Biz’in kapısı, son kez, kapanıyor. Bir daha açılmamak üzere.
Ama, her ikimizin de, yaşamında, açtığı kapı, hala açık duruyor.
Ve Cafe Biz, paradan çok daha değerli bir şeyi kazandırmış oluyor bize, HAYAT’ı.
Eser Aslanlı
izmir
Not: Yazımı, baştan sona, bir daha okuyorum. Ne çenesi düşük, bir insan olduğumu, öğrendim.