11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2086
Okunma

Çok sıkıldım. İnanın bana, çok sıkıldım. İnsanların, karşıma geçip, işaret parmaklarını burnuma sallamalarından, çok ama çok sıkıldım.
Elli yaşıma geldim, inmedi gitti o parmakları. Çocuktum, annem sallardı, parmağını. “ Hımm..” nidaları arasında. Okula başladım. Öğretmenler “ Eser! ” dedikleri anda bilirdim ki, parmak burnumda. Mezun oldum, evlendim, anne oldum, kendime yeni bir hayat kurdum tek değişmeyenim, burnumun ucundaki parmak oldu.
“ Tanrı, o parmağı, benim burnum için mi yarattı acaba? “
Benim, en genç arkadaşlarım, sizlersiniz. En yaşlısını, İlk okul 3. sınıftan beri tanırım. Orta yaşlı olanlarla da arkadaşlığımız, kırk senelik oldu. Hepsi bilirler ki, ben “ Ağrım var “ demem. “ Canım yanıyor “ demem. “ Derdim var “ hiç demem. Ben, Güzin Abla’yım dır. Dinlerim. Çözüm üretirim. Örneğin, sabah beni ararlar, yapmaları gereken işleri ya da gitmeleri gereken yerleri, sayarlar. “ Ben nasıl kalkacağım, bunca şeyin altından? ” diye sorarlar. Ben de onlara, günlerini programlarım. Kimin evinde ne olmuş, bilirim. Kocaları bile, bir sorun olduğunda, beni ararlar. Hiç de şikayetim yoktur. Senelerdir, böyle gelmiş, böyle gider.
Bizim aile kadınlarının, ortak özelliği, mızmızlanmamalarıdır. Ağrın mı var? Yutarsın hapını, oturursun aşağı. “ Ağrım var demekle, ağrı geçmez “ derdi, annem. “ Onun için, boşuna konuşup da kimsenin kafasını şişirmeyin. Size ders olsun. “ Nasıl bir dersse artık? Hele koca’ya, asla söylemeyeceksin. “ Ah, oh, ıh “ gibi, acı ifadesi olan nidalar da yasaktı. “ Sazlı, sözlü hasta olmayın “ derdi, bizim evin komutanı, annem. “ Sorunun varsa, ağlayıp, sızlanarak vakit kaybedeceğine, topla aklını başına, çöz.” Bu öğretilerle, büyüdük. Öyle de olduk.
İyi mi oldu? derseniz; Kimse, dizi dizi madalya asmadı, göğsümüze.:-)
Zaman geçti, evlendim, çocuk sahibi oldum. Arkadaşlarım da, beni takip ettiler. Her hafta, belli bir gün, toplanmaya başladık. Sohbet konularımız, genellikle, eş, kayın valide, kayın peder, çocuk olurdu. Herkes, sırası ile, şikayetlerini ya da memnuniyetlerini, anlatırdı. Ben, dinlerdim. Çünkü, çoğu, saçma sapan şeylerdi.
Dinlemek, izlemek çok önemli, biliyor musunuz? İnsanların, düşünce şekillerini, çok iyi analiz ediyorsunuz. Çok önemli bir şey öğrendim, bu dinlemeler sırasında. Sorununuzu anlattığınız kişinin, vereceği yanıt, önereceği yol hakkında, iki seçeneği var:
1- Kendi yapamadığını, size önermek.
2- Kendi yapamadığını, sizin de yapmamanızı sağlamak.
Her iki seçenekte de siz yoksunuzdur. Oysa insan, derdini kime söyler? Kim ile paylaşır? Kendisine en yakın hissettiği insanla, değil mi? O insan, o’nu en iyi tanıyan insandır. Bu durum, dinleyiciye, çok önemli bir görev yükler: Karşısındaki kişinin, kişiliği, yapabilirliği, şartları doğrultusunda, bir öneride bulunmak, yönlendirici olmak. Ben, bu vasıflarda iki dinleyici gördüm, bu güne kadar. Onların ismi de “Dost “tur zaten, “Arkadaş” değil.
Dost, gerektiğinde, sizi eşek sudan gelinceye kadar döven. Gerektiğinde, ölümüne kadar, arkanızda duran kişidir. Siz konuşmaya başladığınızda, kendisi gider. Konuşma sırası geldiğinde, siz olarak, geri döner.
Bir gün, bir arkadaşım aradı. Ortak bir arkadaşımızla, çarşıya çıkmışlar. Bizim ki, kendisine palto almış. “ Güle güle giy. Nereden aldın?” dedim. Bir mağaza ismi söyledi, nutkum tutuldu. “ Kızım sen hasta mısın? Sen, o dükkanın kapısından, hangi akla hizmet, girdin içeri? “ dedim. Yanındaki arkadaşın ön ayak olduğunu, söyledi. “ Ben de senin kocanı tanıyorsam, o paltoyu, geri götürür. Götürürse de haklıdır, çok pahalı. Hiç sesini çıkartma.” dedim. Ertesi gün aradı, paltonun geri gittiğini, söyledi. “ Bu da, sana, ders olsun. Senin kafan, çalışmıyor mu? Sen, kocanı tanımıyor musun?. Adamın imkanlarını, bilmiyor musun?. Ama sana kızmamak lazım. Asıl kızılacak kişi, yanındaki, o yalı kazığı. Bile bile nasıl çanak tutar sana? “ dedim. “ Sen olsan, beni o dükkanın önünden bile geçirmezdin, değil mi? “ dedi. Sustum.
Bütün bunları yaşayıp, izledikçe anladım ki, benim sorunumu en iyi çözecek olan kişi, benim. Bir, iki deneme yaptım. Baktım, hiç benimle alakası olmayan şeyler söylüyorlar. Ben de sustum. Susunca, sandılar ki, benim hiç sorunum yok.
Sonra, bir gün, pat diye, en beklenmedik şeyi yaptım. Hayatıma yeni bir yön verdim.
Ortalık bir karıştı ki, sormayın gitsin. Her kafadan, bir ses çıkıyor. Kim beni bir köşede, yalnız kıstırsa, nasihat ediyor.
Parmak? Olması gereken yerde, burnumda.
Özdemir Asaf’ın bir sözü vardır. Çok severim. Nasıldı?
“ Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme, ağaçlık taslıyor. “
Nereden geldi aklıma bu söz şimdi? Garip...
Neyse, vardır bir sebebi. Zaten yazı çok uzadı. En iyisi ben, noktayı koyup, kaçayım.
Eser Aslanlı
izmir