4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1016
Okunma

Akçay’a vardığımda, evime gitmek istemedim. Öyle ya, eşim beni merakla evde beklemekteydi. Şimdi ben eşime ne diyecektim? Onun üzülmesi demek, tansiyonu yükselmesi demekti. Kardiyoloji doktorunun verdiği ilaçlar, daha yeni yeni etki etmekteydi. Düzene girdi, diye sevinen eşimi neden kaygılandırıp üzeyim?
Otuz yıllık hayat arkadaşımla artık bir can olmuştuk. Sürekli ayaklarımın şişmesinin bir hastalık sebebi olduğunu, kanamamın önemli olduğu, kendimi çok ihmal ettiğimi söyleyip duruyor, daha da ileri giderek “ölümü gör bak” dememiş miydi?
Şimdi söylersem bana “bak gördün mü, sen işte bu kadar anlayışa sahipsin, herkese koşar ama kendin için yetersizsin…” gibi sözlerle kafama kakmayacak mıydı?
Öyle çok karıncalanıyordu ki beynim, aklıma sızdı birden kızımın sesi…. Canımdan çok sevdiğim yavrum da yoktu, yanımda. Onun defalarca yinelediği sözleri kulaklarımda akisler yapıyordu…
“Anneciğim, Allah size bir zeval vermesin, eğer sana bir şey olursa ben yaşayamam. Hiç merak etme canım annem, ben varım, sana ben bakarım…”
Hani neredesin kızım?
Yoksun ki…
Evlendin, çektin gittin, ele karıştın ve bugün tam iki sene olacak nerdeyse, hani nerdesin?
Sanki yer yarılıp içine girdin de yittin be kızım…
Şimdi düşünüyorum da belki de ömrüm vefa etmeyecek…
Belki de seni görmeye bile yetmeyecek…
Belki de vedasız gideceğim öbür aleme…
Şimdi sana en ihtiyacım olduğu bir an…
Nerdesin kızım, nerdesin?
Oysa ben seni 28 yaşına kadar hiç, ama hiç yalnız bırakmamıştım…
Acın acım, sevincin sevincim olmuş, yüreğimde her duygunu pişirmiştim de sana en güzel en kutsal olan “Anne sevgimden” vermiştim…
Bak şimdi yalnız ve yarınımdan endişeliyim, sen yoksun ki…
Olsaydın be kızım, sana sarılırdım, senden evlat sevgisini alırdım, belki o zaman daha az acı çekerdim…
Yoksun ki…
Gözlerim yeri net göremiyordu, ruhumun özü akmaya başlamıştı…
Acı içimde öyle çok baskı yapmaktaydı ki, “Ahh” desem şu karşımda yükselen Kaz dağlarını yıkabilir miydim ki?
Ben bu düşüncelerle minibüsten “Sarıkız” durağında indim. Nevin adlı arkadaşıma uğrayıp, duyumsadığım acıyı azaltacaktım. Eşime de beyaz yalan söyleyip, pazartesi ameliyata tek başına gidecektim.
Öyle ya, doktor lazer ile alacaktı. “Yarım saatlik iş”, dememiş miydi?
Nevin evdeydi. “Karabiberim” dediğim küçük kızı Melisa kapıda sevinçle karşıladı beni. Onu öpüp kokladım. Çok sevecen ve zeki bir kız çocuğuydu. Nasıl da sevgi vermekteydi. Nevin yalnız değildi evinde yatılı Azerbaycan’dan konuklar vardı.
Bir süre sonra içimi onlara akıttım. Bazen insan hiç tanımadığı insanlarla dertleştiğinde yüreğinin acısını hafifletmek ister ya, işte öyle duygularla zamanı tüketiyordum.
Nevin gerçeği öğrenince sarıldı ve ağlaşmaya başladık. Şu sözleri hiç unutamam, bana, yani ruhuma merhem olan sözlerdi.
“Emoş, üzülme. Allah seni görüyor, sen herkese koşan birisin, inanıyorum ki, Allah da sana koşacaktır, pazartesi ben yanında olacağım, sen hiç merak etme, en kötü günlerimde, sen nasıl yanımda oldun, şimdi de bırak ben yanında yer alayım…”
Arkadaşım Nevin’den hafiflemiş bir şekilde çıktığımda hava kararmak üzereydi. Cep telefonumu kapamıştım. Eşimin arayacağını tahmin ettiğimden açmıyordum. Kendimi toparlayıp, dağılmış parçaları tek tek yerine takan tamirhane işçileri gibiydim. Kendimi sahile dar attım.
İçime körfezin iyot kokusunu soludum. Sigarayı bırakalı tam sekiz sene olmuştu. Olsaydı başlar mıydım? İçer miydim şimdi? Sanmam, içmezdim, çünkü doktor ne demişti;
“Sigara, tiner, boyadan uzak dur…”
Yaşamak yanım ağır basmıştı ve ona demiştim ki;
“Doktor, Ağustos 14’ünde şiir etkinliğimiz var, ona sağ çıkart beni yeter…”
Şaşırmıştı belki de hiç tanımadığım doktor;
“Siz şair misiniz?” diye sormuştu.
“Eh, şair olmak üzereyim ama körfeze gelecek şair ve yazarları ağırlama telaşındayım doktor bey, sorumluluk yüklendim” demiştim.
Temmuz güneşi; Kaz Dağlarının batısında kızıl eteklerini topladıktan çok sonra, yıldızlar pırlanta gibi belirdiğinde evime vardım. İçeri girmeden önce, gökyüzüne “sarılır” gibi kendimi kucaklamıştım. Soğukkanlı olacak ve eşime “bir şeyim yokmuş” diyecektim. Nasılsa elimdeki Latince tıp raporlarından da anlamazdı, bakmış olsa bile…
Yüzümün solukluğu mu desem, gözlerimin ifadesi mi desem, ama olan oldu. Otuz yıldır bir yastığa baş koyduğum sevgili eşim;
“Pazartesi idrar kesemin ultrasonografisi için yeniden gitmem gerekir,” sözlerime kanmamıştı.
Yemin billâh ettirip, gerçeği öğrendi.
Oğlum eve geldiğinde; baba oğul bu işin ciddiyetini, baş başa verip görüşüyorlar ve internette “mesane urları” hakkında araştırma yaptıklarında, bende yorgun ve halsiz bedenimle yatak odama çekildim. Kendi kaderimin bana “neler” getireceğini düşünürken, uyuya kaldım.
Çocukluğumdan beri benim bu uykuya varışım, genelde çok üzüldüğüm ve
yüreğim acıdığı zamanlarda olurdu. Uyku; sanki sorunlarımı çözen sedatif bir kaçıştı…
Temmuz ayının son haftasıydı ve yazın en sıcak günlerinden birini yaşarken ameliyat oldum. Gözlerim, aldığım az bir narkozla kapandığında, tek anımsadığım şey doktorumun;
“Beklediğimden de büyükmüş, üç santim değil bu en az dört buçuk veya beş santim boyutunda, hemşire hanım, eşine verin bu parçayı hemen patologa götürsün…”
Eşim, patologa götürmüş. Sonucu aldığında da benden gizlemişti.
Sonuç;
“Derin kasa işlemiş habis olan kanser…”
Derler ya “kadın bir kez doğurur ama erkek dokuz kez doğururmuş” işte öylesi bir heyecanlı üzüntüler içinde koşturup durmaktaydı, sevgili eşim.
Aldığı kötü sonuç ve doktorun vermiş olduğu karardan hiç haberim yoktu.
“Başka bir patologa çabuk götür, aksi halde bu patolog raporuna göre mesaneyi derhal almamız gerekiyor…” diye söylemesi, eşimi daha da üzmüştü.
Emine Pişiren/Bursa
23.11.2009