1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4138
Okunma

Kitaplar , yani insanın gerçek dostluğu ve gerçek aşkı bulana dek en yakın arkadaşları.
Sizi bilmem , ama benim için iki dünya vardır : Biri içinde yaşadığım dünya , diğeri ise , sanat dünyasıdır. Sanat dünyasına girdiğimizde , çok geniş yelpazesi olan bir olguyla karşı karşıya geliriz. Opera , bale , resim , müzik , sinema , tiyatro vb. Bunların hepsinde ortak olan bir şey vardır : O da anlatım , daha doğrusu kompozisyondur. Bu kavram ise , bizi kendiliğinden “dil” denen , canlı ve sosyal bir unsur , bir ortaklık ve bir zeka ürünü olan kavrama götürür. Dil ise , iki şekilde karşımıza çıkar : Yazılı ve sözlü olarak. Ancak bana göre , yazılı anlatım , sözlü anlatımdan daha etkilidir. Tabii ki ; sözlü anlatımın daha çok etkili ve gerekli olduğu durumlar da vardır. Ama düşünsel gücün daha çok ortaya çıkması , kalıcılığı vb. sebeplerden dolayı yazılı anlatımın daha üstün olduğunu söyleyebiliriz. Ve yazılı anlatımın sihrini gözler önüne seren kitaplar… Neden , bilmiyorum. Ne zaman kitap okusam , kendimi evrenin başka bir boyutunda , uçsuz , bucaksız bir yerde buluyorum. Burada farklı bir uygarlıkla karşılaşıyorum. Bu gizemli , bir o kadar da büyüleyici yerde iyi insan sayısı , kötülerden daha fazla. Bu beni önce şaşırtıyor. Fakat daha nelerle karşılaşacağımı bilmiyorum. Uçurtmalarıyla özgürce maviliklere uzanan , istedikleri her yerde oyun oynayabilen çocuklar ; olağanüstü alçakgönüllülüğü ve iyimserliği ile gittiği karanlıkları beraberinde götürdüğü ışıkla aydınlatan , her şeye rağmen iyimser olmayı bir oyun olarak gören ve bu oyuna kendi ismini veren küçük bir kız çocuğu ; bitmek , tükenmek bilmeyen yalnızlığını sürüsüyle paylaşan , kavalından çıkardığı sihirli sesler ve onların bütünleştiği ezgiler aracılığıyla sürüsüyle dertleşen , kendisini bekleyen hazinenin peşinden yılmadan koşan bir çoban ; yalnızlığın sonsuz karanlığında , bir adada , korkuları , ümitleri , sevinçleri , hüzünleri ve istekleriyle yoğrulan bir adam ; çocuksu ruhunu bir kurbağaya benzeten , onunla geçirdiği yılları en güzel , en anlamlı yılları sayan , hiç büyümek istemeyen , kurbağası onu terk ettiğinde ise , yüreğinde o ana kadar duymadığı bir acı duyan masum bir çocuk ; “Sanat ne denli uzun Tanrım , hayat ne kadar kısa…” diyebilecek kadar sanat hayranı olan bir insan ; kalemiyle geleceğin bilimine doğru yolculuğa çıkan , seyahat etmeyi , dünyayı tanımayı hiç bitmeyen bir arzu olarak gören bir kişi ve daha sayamadığım niceleri… Sonunda üzerinde yaşadığımız dünyaya dönüyorum , ama yazlar kışlara dönüşüyor , çiçekler bir bir soluyor. Ve artık neden her kitap okuduğumda kendimi başka bir yerde bulduğumu anlıyorum.
Bu dünyayı ne kadar çok sevsem de , yaşanılan dünyanın bu dünyadan kalın bir çizgiyle ayrıldığını , kitapların bir yere kadar sadece birer yol gösterici olduklarını , kişinin yaşam çizgisini kendisinin belirlemesi gerektiğini biliyorum.
Fakat birden aklıma şu geliyor : “Bunları yazanlar da birer insan olduğuna göre , insanoğlu artık hayata at gözlüğü ile bakmaktan kurtulabilir.” diyorum kendi kendime. Şimdi soruyorum : Sizce dünyanın beklenen altın çağa ulaşması hiç gerçekleşmeyecek , yalnızca kitaplarda veya diğer sanat eserlerinde kalacak bir düş mü ?