18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1710
Okunma

1925 Şubat sonları.
Atlı kızaklarla, içinde Said Nursi‘nin de bulunduğu doksan civarında aile, kafile halinde doğunun karlı dağlarını aşarak önce Erzurum’a oradan da Trabzon’a geliyorlardı. Üstad Trabzon’da İskender Paşa Cami’nde misafir olarak ağırlanıyordu. Fakat o sabaha kadar uyuyamayacaktı. Dönen olayları ve Türkiye’nin geleceğini düşünüyordu sürekli. Sabahleyin Trabzon’dan hareket eden gemi, Üstadı İstanbul’a getirecekti.
1925 baharında, yirmi gün kadar İstanbul’da kalacaktı Üstad. Günlerini Arpacılar Mescidinde, Hidayet Cami’sinde ve Tevfik DEMİROĞLU’nun evinde geçiriyordu.
1925’te İstanbul’dan da Burdur’a sürgün edilen Said Nursi, gemi ile İzmir üzerinden Antalya’ya, Antalya’dan da Burdur’a getirilmişti.
Burada Divanbaba tepesindeki Hacı Abdullah Cami’sinin bir odasında kalacaktı. Bu süre içerisinde “Nur’un İlk Kapısı” adlı eserini yazacaktı. Burdur’da tam yedi ay kalmıştı. Bediüzzaman için Burdur sürgünüyle beraber 1925 ila 1960 yıllarına kadar, yani ömrünün sonuna kadar sürecek olan, otuzbeş yıllık hapis, sürgün ve baskı dönemi başlamıştı.
Yedi aylık Burdur sürgününün ardından Isparta’ya sürgün edilip, kısa bir süre, Isparta’da kaldıktan sonra Barla’ya sürgün edilecekti. Ve nihayet, Barla’da Risale-i Nur Külliyatını yazmaya başlayacaktı. Bu dönem Risale-i Nur Külliyatının kaleme alındığı çile ve ıstırap dolu yılların dönemiydi.
1926 yılı / Barla.
Üstad Said Nurs-i için, yani kendi tabiriyle Yeni Said için, tam otuz beş yıl sürecek olan çile hayatı artık başlamıştı.
Evet; sürgün, baskı ve gözaltında geçen ve mahkemelerde ve hapishanelerde geçen işkence ve ıstırap dolu tam otuz beş yıl.
1925’in Mart ayında geldiği Burdur’da Divan Baba Camii’nde tam yedi ay kalmıştı.1926’da büsbütün tecrit etme amacıyla gönderildiği Isparta’da sadece yirmi gün kalıyordu.
Isparta’ya varır varmaz ders vermeye başlamıştı. Ancak, Ankara’nın tepkisini çeker endişesi ile Şubat ayında jandarma nezaretinde Isparta’dan Eğirdir’e sevk edilecekti. Elinde sadece bir sepeti vardı. Sepetin içinde de çay demliği bir kaç bardak ve bir seccade bulunuyordu.
O bütün dünyasını yalnızca bir sepete sığdırmıştı. Eğirdir gölünü bir kayıkla geçerek ücra bir köy olan Barla’ya vardılar sonunda.
Barla Isparta’da kuş uçmaz, kervan geçmez ıssız bir yerdir, o zaman. Doğru düzgün yolu olmayan ancak kayıklarla gidilebilen veyahut ta hayvan sırtında çok uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra ulaşılabilen bir mekândı. Barla’da ki ilk geceyi bir karakolda geçiren Bediüzzaman daha sonra Yokuş Başı Mescidi’nin yanındaki misafirhanede bir hafta kalacaktı.
Daha gürültüsüz bir yer isteyince, eskiden mahallenin bir toplantı yeri olan iki odalı mütevazı bir eve yerleştirildi.
Bu evin manzarası oldukça güzeldi.
Dağ başındaki bir köyde bir kaç köylü ile görüşmesi bile yasak edilmişti O’na. Sürekli gözaltında idi ve büyük bir baskıya maruz kalmıştı. Öyle ki selam vereni bile, karakola alıp dövüyorlardı.
Bir gün yalnız başına Barla dağlarında dolaşırken ansızın yağan bir yağmura yakalanmıştı. Saklanacak bir yer bulamadığı içinde sırılsıklam olmuştu o yağmurda. Lastik ayakkabısı yağmur ve çamurdan parçalanmıştı. Ve bu haliyle ayakkabılarını eline alıp, evine kadar yürüyecekti. Barla’lılar o günden sonra elli yaşındaki, bu yalnız adamla, ilgilenmeye başlamışlardı. Üstad yalnız kimsesiz, bütün akrabalarından, tanıdıklarından uzak bir yerde olmasına rağmen, Barla halkı ona kucağını açmış, evlerinde misafir edip, kendisine hizmetten geri durmuyorlardı.
Çileye meftun, ıstırap yüklü bir insandı Bediüzzaman. Barla’da iken, yaz aylarında genelde hep çam dağına çıkardı. Çam dağının en yüksek tepesinde iki büyük ağaç üzerinde kendine yer yapmıştı. Barlanın dört beş saat ilerisindeki çam dağının tepesindeki o üstü açık odacıkta tam üç ay kalmıştı.Ve mütemadiyen dua edip yalvaracaktı Allah’a. “Ya Rabbi bu ümmete bir imdat gönder bir nur gönder” diye. Çok sık hastalanıyordu ve çok az yemek yiyordu. Bir tabak çorba ve bir kaç dilim ekmekle günlerini geçiriyordu burada.
Said Nursi çok değişmişti artık. Bütün bir Anadolu’yu ve istanbul’u sallayıp padişahla, nazırlarla ve valilerle ilişki kuran o popüler âlim, ağaların, paşaların saydığı o karizmatik kişi, ateşli meşrutiyet tartışmalarına katılan o coşkulu aydın, Medresesinde yüzlerce öğrenci okutan o ilim deryası olan hoca, milis alayı kuran esir kampında Rus generale kafa tutan ve İstanbul’da İngiliz’lere karşı Milli direnişi örgütleyen o büyük lider Said gitmiş, yerine daha endişeli, daha ihtiyatlı, daha düşünceli bir derviş gelmişti.
Yanında Kur’an-ı Kerim’den başka kitap yoktu. Barla’da peş peşe telif ettiği eserlerde tevhid inancının temellerini Kur’an ayetleri ile ve akli delillerle izah ediyordu. İhtiyar, garip ve fakir bir insandı artık. Fakat yazdığı hakikatleri dünyanın dört bir köşesine yayıp hidayete susamış gönüllere ulaşabileceğini göstermek istiyordu dünyaya.
Telifat; “Onuncu Söz” ile Barla’da başlamıştı.
Daha sonra da kademe kademe devam edecekti. Evvela bir iki söz bir arada uzunlu kısalı cümlelerle yazılıyor, zaman zamanda hiç bir şey yazdırmıyordu. Fakat bazen talebelerini hemen toplayıp, kıbleye dönüyor; namaza durur gibi duruyor ve o söylüyor talebeleri de yazıyorlardı. Sanki karşısında bir levha varmış ve okuyormuş gibi bir kitabı bitiriyordu nerdeyse. Köylüler çobanlar ve efelerle kıra giderlerken, onlar çantalarının bir tarafında ekmek, bir diğer tarafındaysa yazacağı defter, kalem ve okka ile kırlarda yazıyorlarmış beraberce. Hatta evlerde gece geç vakitlere kadar yazdığı için "evinde ışık yanıyor bu yazı yazıyordur" diye baskın yapıyorlarmış aniden.
Hatta daha da ötesi Isparta’da köylülerin beyanıyla, talebeler çoğu zaman ışık görünmesin diye dolapların içinde ışık yakıp yazıları öyle yazıyorlarmış geceler boyu... Barla’da iken Risale-i Nur eserlerinin dörtte üçünü telif ediyordu Üstad.”Sözler, Mektubat ve Lemalar” ın büyük bir çoğunluğu Barla’da yazılmıştı. Bu eserler imanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuştu.
1934 yılı / Isparta.
1926’dan 1935’e kadar tam dokuz yılı Isparta ve çevresinde büyük bir bölümünü ise Barla’da geçiren Üstad yazmayı planladığı Risale-i Nur Külliyatını tamamlayabilmek için her türlü zorluğa göğüs germişti. Ne var ki bu çileli yolculuk sonunda onu cezaevine götürecekti. İşte üstadın 1935"te Eskişehir ceza evinde bir yıla yakın bir süre çektiği çileli cezaevi hayatı.
1934 yılı/Yaz ayı.
Üstadı bir at arabasıyla Barla’dan tekrar Isparta’ya getirmişlerdi. Bir yılda Isparta’da kalıyordu. Risale-i Nurun bir kısmını da burada tamamlıyordu. Batı medeniyetinin, batı bilim paradigmasının boğulduğu noktada O, Allah’ı buluyor. Kâinatın atomlarından, galaksilerine kadar Cenabı Hakkın isim ve sıfatlarına tecelli ettiği, onun için okuması gereken bir kitap olduğunu dile getiriyor ve başlıyordu Kâinat kitabını okumaya.
25 Nisan 1935.
Bir yerden düğmeye basılmışçasına aniden tutuklamalar, sorgular ve gözaltılar başlıyordu. Said Nursi-nin talebeleri evlerinden ve iş yerlerinden alınarak tutuklanıyorlardı. İki gün sonra 27 Nisan’da da Üstadı tevkif ediyorlardı. Gizli cemiyet kurma gibi uydurma bir ithamla Eskişehir ağır ceza mahkemesinde idam hükmüyle dava açılıyordu kendisine. Dönemin İç işleri bakanı Şükrü Kaya bu dava ile ilgilenmek için bizzat Ankara’dan Isparta’ya geliyordu Ve bu esnada Isparta Afyon yolu kapatılıp kontrol altına alınıyordu. Tüm geçit yollarında alarm vardı.
1935 yılı/ Eskişehir Cezaevi.
Ertesi gün sabah vakti Bediüzzaman evinden çıkarılıp elleri kelepçelenerek talebeleri ile birlikte kamyonlarla Eskişehir’e sevk edilmişti. 1935’te Ankara’dan iç işlerinin emriyle yakalanarak Eskişehir mahkemesine çıkarılan Bediüzzaman’a 120 talebesiyle beraber çok ağır işkenceler yapılacaktı. On iki gün yemek verilmeyecek ve hatta lavabo ihtiyaçları bile engellenecekti. Koğuşun bir köşesini kazarak ihtiyaçlarını öyle görüyorlardı.
1936 yılı/ Kastamonu.
On yıldır sürgündü ve sonunda cezaevine de girmişti. Tahliye olduktan sonra Kastamonu"da mecburi ikamete tabi tutuluyordu.1936 ila 1943 yılları arasında yaklaşık sekiz yılı da Kastamonu’da geçiren üstadın yolunu yine bir ceza evi kesecek ve bu kez de yine suçsuz yere Denizli Cezaevi’ne kapatılacaktı.
Üstad denizli cezaevindeki bu bir yıllık sürede büyük bir hukuk mücadelesi verecekti. O temel insan hak ve özgürlüklerinden mahkûm bırakıldığını söylüyor ve hukuk içinde özgürlük hakkını arıyordu. On bir ayın sonunda yirmi yedi Mart 1936"da Eskişehir cezaevinden çıkmıştılar. Öğrencileri salıverilmişti. Ancak Üstad, Kastamonu’ya sürgün ediliyordu yeniden.
Yine iki jandarma ile Kastamonu"ya getirilen Üstad önce bir otelde kalıyordu. Sonrada araba pazarı semtinde ki çarşı polis karakolunun karşısındaki bir eve yerleştiriliyordu. Kastamonu”dayken evine gelip giden tevhid inancına ilişkin sorular soran gençlerle ve öğrencilerle yakından ilgilenen Said Nurs-i onlara ders vermeye başlıyordu. Kaldığı o evin kirası dahi Üstad’dan alınıyordu. Burada tam yedi yıl kaldı ve eserlerini yazmaya devam etti.
Isparta’daki dostlarına yazılan Mektuplar Kastamonu Lahikası adıyla kitaplaştırılıyordu. Ayrıca burada Ayetü’l-Kübra isimli eserini de yazıyordu. Risaleler burada da telif ediliyor kaleme alınıyor ve yine etrafında bir öğrencilik gurubu oluşmaya başlıyordu ki bu dönemde Ülkenin birçok ilinde, birçok merkezinde artık Risale-i nurlar elle çoğalıyor, okunuyor dağıtılıyor ve yine elden ele ulaştırılıyordu. Üstad Kastamonu"dayken sık sık Kastamonu kalesine çıkardı. Evin dışına her çıkışında bir polis tarafından takip edilirdi sürekli.
31 Ağustos 1943.
Bir kaç polis ve jandarma Bediüzzaman’ın evine baskın düzenliyorlardı. Yapılan aramada ilmi, ahlaki, mektup ve bazı risaleler ele geçiriliyordu. Aradıklarını bulamayan memurlar 18"Eylülde ikinci bir baskın daha düzenliyorlardı.
1943 Ankara..Yirmi Eylül 1943"te Bediüzzaman tevkif edilerek polis nezaretinde ve elleri kelepçeli bir şekilde Çankırı yoluyla Kastamonu"dan Ankara"ya getiriliyordu yeniden.
Yetmiş yaşındaydı artık ve çok ağır hastaydı. Üstad Said Nurs-i Kastamonu’da sekiz yıl kalmıştı. Fotokopi hatta teksir makinesinin bile olmadığı o dönemde tek çare bakarak el yazısı ile nüsha çoğaltmaktı. Bir Kitap"tan tek bir suret elde edebilmek için haftalarca aylarca yazmak gerekiyordu.
1943 yılı/ Denizli Cezaevi
1943’de Kastamonu’da hizmetin durdurulamayıp daha da yayıldığı görülünce Üstad Said Nurs-i 126 talebesi ile Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyordu. Bediüzzaman dokuz aylık mahkeme süresince uzun müdafaalar yaparak davasını ve talebelerini savunuyordu. Burada aynı zamanda Meyve Risalesini telif ediyordu.
15 Haziran 1944’te Bediüzzaman ve talebeleri Denizli ağır ceza mahkemesinden beraat edeceklerdi.Bütün Risale-i Nur Külliyatı orada teker teker Ankara ehli hukuk ve profesörler ile birlikte diyanetteki âlimlerden müteşekkil bir ehli hukuk tarafından Risale-i Nur tetkik edildi. İçinde herhangi bir suç unsuru ve kanunsuz bir madde ihtiva etmemesinin anlaşılması üzerine, 1944’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yeniden beraat kararı verilecekti kendisine. Mahkemece yüz otuz parçalık külliyatın hepsine 15 Haziran 1944 günü beraat kararı verilip, bu karar temyiz gibi tasdik edilecekti.
1944 yılı/Emirdağ.
1944 yazında beraat edip, Denizli Cezaevi’nden çıktıktan sonra bu kez de yine haksız yere Afyon Emirdağ’ına sürgüne gönderiliyordu yeniden. Asla rahat vermiyorlardı Bediüzzaman’a. Ancak o Emirdağ’da da yazmaya devam etti. Onu durdurabilmek için bu kez de yirmi ay Afyon Cezaevi’nde kapalı tuttular üstadı. Tükenmez ve çekilmez bir çileydi bu. Bediüzzaman Said Nursi, 1944 Ağustos ayı sonlarında Denizli Cezaevi’nden çıktıktan sonrada suçsuzluğu ispat edildiği halde Afyon Emirdağ’ında zorunlu ikamete tabii tutulmuştu.
Otobüsten iner inmez halkın dikkatini üzerinde topladı hemen. Elinde bir seccade vardı ve derhal kıbleyi sorarak akşam namazını eda etmek için seccadesini hükümet konağının önüne sererek namaza duruverdi o anda. Artık Emirdağ’ın Üstad’la tanışma vakti gelmişti. Emirdağ’da önce bir otele yerleşmişti. Ancak burada rahat edemeyince karakola yakın bir eve taşınacaktı. Bir süre sonra kaymakamlık camiye çıkmasını da men ediyordu, Üstada. Dışarı çıkarılmazdı. Çıkmak istediğinde ise “kıyafetini değiş öyle çık" diyorlardı. Üstad’da öylece eve geri dönüyordu.
Mahkemeden beraat almasına ve eserleri iade edilmesine rağmen hala özgür değildi. İyice yalnız kalması sağlanıyordu. Psikolojik işkenceler yapılıyordu ona. Bu büyük acıyı ifade ederken "Denizli hapishanesindeki bir aylık sıkıntıyı, Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum" diyordu. Bir polis daima kapısının önünde beklerdi hep. Sürekli kontrol ve gözetim altındaydı. Onunla görüşmek zordu fakat bu durum bile Emirdağlıların Bediüzzaman’ı bağırlarına basmalarına engel olamıyordu. Özellikle gençlerin ilgisi, Üstadı çok mutlu ediyordu. Bilhassa köylülerden, şehirlilerden ve kasabalılardan Üstadın “yüzünü görelim” diye çok gelenler olurmuş o zaman. Bunlar sadece kapısına bakar ve "Üstad bir kere çıksa da yüzünü görebilsek" diye beklerlermiş yılmadan. Burada da yüzlerce talebesi ve hizmetine koşanı olmuştu. Prensip olarak sadece hizmetle ilgili olanlarla zaruret miktarı görüşüyordu. Halkla temas etme fırsatını sadece kırlara ve yakın köylere yaptığı gezintilerde buluyordu. Rastladığı insanlara kısa dersler verir, irşad ve nasihatte bulunurdu hep.
23 Ocak 1948.
Sabah erkenden Bediüzzaman ve 14 talebesi aniden ve tekrar gözaltına alınıyordu. Emirdağ’da bir panik ve terör havası estiriliyordu. Üstad ve talebelerinin elleri kelepçelenerek Afyon’a gönderildiler.
1948 Ocak ayında, Isparta, Denizli, Afyon, Kastamonu ve İnebolu’dan toplanan talebelerle gözaltı sayısı sekseni bulmuştu ve hepsi Afyon hapishanesine atılmıştı. Milli şef dönemiydi. Afyon’un soğuk kışında yetmiş beş yaşındaki bir ihtiyarın tam yirmi ay hücre hapsinde tutuklu kalması, ölüme terk edilmesi demekti.
Şahsına verilen sıkıntıların fazlalığını, bütün cemaate duyulan hiddeti teskin vasıtası saymakla, memnun oluyordu O.Cezaevinde onunla gizlice görüşmeye çalışan talebeleri işkenceye tabi tutuluyorlardı insafsızca. Her şeye rağmen diğer cezaevleri gibi Afyon Cezaevi’de bir eğitim ocağına Medrese-i Yusufiye’ ye dönecekti sonunda. Ve Mahkeme Said Nursi’yi yirmi aylık mahkûm etme kararı alıyordu. Yargıtayın bu kararı bozmasına rağmen kanunsuz oylamalarla tekrar aynı karara mahkûm edilecekti, Bediüzzaman. Mahkeme devam ederken Demokrat Parti iktidara gelecek ve genel af ilanı ile tahliye edileceklerdi. Mahkeme ancak, sekiz yıl sonra 11 Eylül 1956’ da beraat kararı veriyordu. Tahliyeden sonra Üstad Emirdağ’da ikamet edecekti.
1953 yılı/ İstanbul
Üstad, 1925 yılından başlayıp, 1949 yılına kadar süren yirmi dört yıllık sürgününü, Risale-i Nur Külliyatını, kaleme alarak değerlendirmişti. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, üzerindeki baskıyı birazda olsun hafifletir miydi acaba. Üstad bu dönemde eserlerini yayınlamak için mücadele veriyordu. Neticede 1946’da çok partili demokrasiye geçilmişti. Adnan Menderes, Celal Bayar ve Fuat köprülü gibi isimlerin kurduğu Demokrat parti büyük bir heyecan uyandırıyordu."Yeter Söz Millet"in diyen DP’yi Said Nursi sevinçle karşılıyordu.
Said Nursi esasen İslamcı bir düşünürdü ve Merkezi İslam’dı. Ama merkezi İslam olan başka hareketlerle mukayese ettiğimizdeki Said Nursi’nin, diğerlerinden olan farkı nedir diye sorduğumuzda; bu hareketin özelliğini ve neden bu kadar devamlı olduğunu anlamak noktasında, hala bu gün Türkiye’de Nurcular ve Risale-i Nur talebeleri var. Bunlar çeşitli ekollere ayrılmış olsalar da belli bir esin kaynağı olarak Said Nursi’nin kitaplarını, Risale-i Nur Külliyatını okuyorlar. İşte bunların özellikleri, demokrasi çizgisine bağlılıklarındandır.
14 Mayıs 1950 seçimlerini demokrat parti kazanmıştı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’te Başbakan olmuştu. Said Nursi yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir tebrik telgrafı çekiyordu. DP iktidarının yaptığı ilk işlerden biri tam on yedi yıldan beri Türkçe olarak okunan Ezan-ı-Muhammedi’nin tekrar Arapça olarak okunmasıydı.
Teksir makinelerinin merdaneleri dönüyor ve Risaleler daha hızlı basılıyordu artık. Bunlardan takımlar oluşturulup dünyanın dört bir yanına gönderiliyordu. Bu adresler arasında "Vatikan"da vardı. Bediüzzaman’ın hayaliyse Risalelerin standart ve çağdaş bir biçimde kitaplaşmasıydı.
“Büyük Sözler” in basılmasıyla Bediüzzaman büyük bir mutluluk yaşıyordu. O denli seviniyordu ki sanki dünyalar bağışlanmış gibi talebeleriyle bu mutluluğu paylaşıyordu. İhtiyar haliyle, kalkıp talebelerini bağrına basıp "kardeşlerim ben şimdi ahrete gitsem gözüm açık kalmaz. Değil mi ki, bu eserler bu günkü neslin ve gelen şu gençliğin elinde okuyacağı bir yazıyla ve anlayacağı bir lisan ile ellerine geçti.”Elhamdülillah ben vazifemi yaptım” diye sevincini ifade ediyordu.
Ülkede bir özgürlük havası esiyordu ama o kadar da değildi.
Yüz altmış üçüncü maddeden dava açılıyordu. Mahkemeye çağırılan Bediüzzaman, 1952 yılında İstanbul’a gelecekti. Şimdi sirkecide büyük postane olarak bilinen bina o zaman adliye olarak kullanılıyordu. Bu dava orada görülecekti. Sirkecideki Akşehir Palas, oteline yerleşmişti. Yirmi yedi yıl sonra nihayet, ilk defa çokça sevdiği İstanbul’a gelmişti. Burada ziyaretçi akınına uğruyordu. Ziyaretçiler arasında talebeleri de vardı. İçeri Üstad’ı görmek için girdiklerinde kendisinin bir divana uzanmış halde yattığını görüyorlardı. Çok yaşlı ve hastaydı. Kendisine selam verip elini öpen talebeleri yanına oturup, “hocam Şeyhül islam Sabri efendinin size selamı var” dedikleri an daha hiç cevap vermeden onlara, yattığı yerden kalkıyordu hemen. Doğrulup, "Aleykümüsselam, kelamı nedir" diye soruyordu talebelere.
Ve devamında Sabri efendinin," bu kadar şakirdiniz olduğu halde neden Türkiye’de siyasi bir harekete girişmiyorsunuz" diye suali ilettiler kendisine. Üstad da bu soruya: "bizim davamız İman davasıdır şeyhül islam Sabri efendiye, selam söyleyin O Türkiye’ye gelsin, öyle bir hareketi başlatsın, bende onun emrinde beş yüz bin talebemle şakirdimle ona nefer olarak çalışayım” diyerek cevap veriyordu. Yazdığı Gençlik rehberi adlı eserinin basılmasından dolayı takibata uğrayan Bediüzzaman eserin sahibi o olduğu için Mahkemeye çağırılmıştı yeniden. Celseler, dolup taşıyordu. Mahkeme günleri sirkeci miting alanı gibi oluyordu. Taşkınlık yoktu ama Bediüzzaman’ı görmek için mahkeme salonuna girmeye çalışanlar itiş kakışa neden oluyorlardı. Neticede Said Nursi beraat ediyordu.
1953 önemli bir yıldı… İstanbul’un Fethi’nin beş yüzüncü yılı kutlanıyordu. Said Nursi o sırada üç ayını İstanbul’da geçiriyordu. Talebesi, Mehmet Fırıncı, Üstad’ı evinde ağırlıyordu. Tam üç ay bu evde kalan Üstad’ın üzerindeki ve hareketinin üstündeki devlet baskısı devam ediyordu hala.1965 yılına kadar bütün mahkemelerde hâkimler hakkında beraat kararı vereceklerdi. Ve yine 1965 yılında buna mani olmak için ceza genel kuruluna baskı yapılarak aleyhte bir karar daha çıkartılıyordu.
Bu karar Risale-i Nurları mahkûm eden bir karadı. Fakat her zaman olduğu gibi yine ardında derhal beraat kararı alınıyordu. Ve bu arada siyasette sıcak günler başlamıştı. DP, CHP gerginliği artıyordu. Ekonomi iyi durumda değildi ve ordu içinde darbe hazırlığı yapılıyordu. O şartlar altında Said Nursi-nin, Ocak 1960"da Ankara"ya gelişi gerginliği artırmıştı. Muhalefet irticaya göz yummuyor diyerek hükümeti topa tutuyordu. Olay o kadar büyümüştü ki radyodan Said nursi-nin Ankara’yı terk etmesi ve Emirdağ’a dönmesi yönünde hüküm verildiği ilan ediliyordu.
1960 yılı/ Urfa.
Otuz beş yıldır sürgündeydi.. .Tam seksen dört yaşında hasta ve bitkindi. Gizlice Şanlıurfa’ya gitmişti. Ancak bu seferde hükümet Şanlıurfa’yı terk etmesini istiyordu.
Bediüzzaman Said Nurs-i 1925-1960 yılları arasında hapishane dışındayken bile mahkûm muamelesi görmüştü. O bu otuz beş yıllık dönemde, insan hak ve özgürlükleri mücadelesini vermişti.
1960"senesine kadar Isparta"da ikamete mecbur tutulmuş, zaman zaman Konya’ya, zaman zaman da Ankara’ya gidip gelmiş ve çeşitli meselelerle de İstanbul’a gelip gitmişti. Ama nihayet 1960"ın Mart ayında ağır hastalanmış ve talebelerine "kardeşlerim benim hizmetim bitti, görevim tamamlandı hastalandım, herhalde öleceğim, beni Urfa’ya götürün demişti.
18 Mart 1960’da Emirdağ’dan Isparta’ya, oradan da gizlice Urfa’ya gidiyordu. Bakanlığın "acele Urfa’yı terk et" emrine Urfalı siyasiler ve halk karşı koyuyordu. Ancak Namık GEDİK, yine emir veriyordu "Said Nurs-i Urfa’da kalmayacak derhal gönderin" diyordu. Fakat halk buna izin vermiyordu. Üstad bizim misafirimiz ve hasta diyerek karşı koyuyorlardı. Dönemin, Demokrat Parti başkanı olan Mehmet HATİPOĞLU’nun almış olduğu doktor raporunda; doktorlar: ” hiç bir vasıta ile gidemez” diye teşhis koymalarına rağmen, emir kesindi. Ancak Üstad, emri tebliğ eden emniyet müdürüne dönüp: "Ağır hastayım, dönecek takatim yok, zaten buraya ölmeye geldim" diyecekti.
23 Mart 1960 Pazartesi gelip, Salıyı Çarşamba’ya bağlayan gecenin, bir Kadir gecesi vaktinde sabaha karşı Hakk’a yürüyecekti. Naaşı Halilurrahman dergâhına defnediliyordu. Gece saat birde demir parmaklıklar kesilip balyozlarla mezarı yıkıyorlardı. Naaşı Askeri uçakla geceleyin Afyon Askeri hava alanına nakledildikten sonra oradan da kara yoluyla Isparta tarafına götürülüp meçhul bir yere defnedilecekti...Tüm gazeteler mezarı yıkıldı diye ilan edince 1960 gecesi Halilurrahman dergâhı ve Urfa’nın her tarafı Askeri zırhlı birliklerle tutuluyordu.
Yirminci asırda iktidar tarafından mezarda bile rahat bırakılmamıştı. Bediüzzaman Said Nurs-i seksen yedi yıllık yaşamı boyunca birçok iftiraya ve komploya maruz kalmıştı. Kendisine karşı düzenlenen komplo, saldırı ve atılan tüm iftiralara rağmen yürüttüğü mücadeleden hiç bir şekilde taviz vermemişti. O zor şartlar altında telif ettiği beş bin küsür sayfalık Risale-i Nur Külliyatını tamamlamaya muvaffak olmuştu. Eserlerini Türkçe, Arapça ve Farsça olarak yazmıştı. Diğer eserlerde bulunabilecek bilgileri tekrara gerek duymamıştı.
Eserlerinde nakle değil, yeni ve orijinal fikirlere yer vermişti. Kur’an-ı Kerim’in dört temel meselesi olduğunu ifade ediyor, vede bütün meselelerin bu dört temel meseleyi ispata yöneldiğini tarif ediyordu. Birincisi “tevhid”dir. Yani Allah"ın varlığı birliği sıfatları bunun ispatı.İkincisi “Risalet” tir. Ki Risalet; peygamberlik müessesesi, yani peygamber efendimizin(SAV), hadis ve sünneti anlamına geliyordu. Üçüncüsü; “Haşir”dir. Yani Ahirettir. Yani öldükten sonra dirilme halidir. Dördüncüsü “Adalet” tir diyordu.
Bediüzzaman Said Nursi ekonomist değildi. Bu çok mühim bir nokta... Özellikle İmani meselelerde ta Abbasiler döneminden beri Yunan felsefesinin İslam âlimlerince tercüme edilmesine başlanmasından itibaren biriken bir kısım inanca ait şüpheleri bertaraf eden bir Kur’an tefsiri kaleme almıştır ki Risale-i Nur Külliyatı diyoruz adına. Bediüzzaman hazretleri büyük bir İslam müfessiridir. Çok değişik tartışılan mevzularda tesettürden ahrete imanla alakalı meselelere kadar...
Kadere iman gibi çok çetrefilli ve zor olan meseleden, öldükten sonraki hayatın ki biz ona "haşir" diyoruz cismen, gerçekleşeceği meselesine kadar...
Akaid inanç esasları ile alakalı bütün meseleleri çok ciddi bir biçimde ele alan ve bu asra uygun bir şekilde tefsir eden müstesna bir kelamcı ve de büyük bir İslam âlimi olduğu açık ve ortada.
1970’ li yıllardan itibaren Bediüzzaman’ın telif ettiği Külliyatı, doğu ve batı dillerine tercüme edilmeye başlandı. 1990 yılında başlayan uluslar arası Bediüzzaman Sempozyumları kendisi ve eserleri hakkında yapılan ekonomik gayretlere farklı bir boyut ve derinlik getirdi. Bu güne kadar Üstad’ın eserleri yirmi bir farklı dünya diline tercüme edildi. Otuz beş ülkede, yüze yakın Üniversitede, beş yüz civarında ilim adamı risale-i nur ve Bediüzzaman konusunda akademik çalışma yaptı. Bediüzzaman, hem Osmanlı imparatorluğunun son dönemini, hemde Cumhuriyet dönemini yaşamış tarihin en hızlı dönemine şahit olmuş bir büyük İslam âlimiydi. Geri de Ülkemiz insanına ve bütün bir insanlığa kılavuz olabilecek eserler bıraktı. O, tevhid inancını Kur’ani ve akli delillerle izah eden, günümüz insanının inanca ve düşünceye ilişkin sorunlarını çözen, bu gün yirminin üzerinde dile çevrilip dünyanın dört bir yanında canlı olarak yaşayan bir müçtehitti. Ruhun Şad olsun…