21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2645
Okunma


Tahtanın ününde eline tebeşiri alan Yurdanur öğretmen;
-Çocuklar, mürekkep hokkalarınızla, divitlerinizi çıkarın, yazı çalışması yapacağız. deyip, yazmaya başladı kara tahtaya.
O An, içim sızlamıştı. “Öğretmen yine kızacak... Annem bana mürekkep almadı. Halbuki ne kadar çok yalvarmıştım alması için. Şimdi ne yapacağım ben? Neyle, nasıl yazacağım? Bir tek divitim var o da orta, ne incesi var, ne de kalını. Mürekkebim zaten yok.” Arkadaşlar mürekkeplerini çıkarıp, Yurdanur öğretmen’in tahtaya yazdığı güzel yazıları, Türkçe defterlerine aynen yazmaya başlamışlardı. Ben öylece oturuyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Yurdanur öğretmen, geçen yıl emekli olan Vildan öğretmenin yerine gelmişti. Sınıfa ilk girdiği gün, hepimizin ağzı bir karış açık kalmıştı.
Yaşlı öğretmenimizin yerine, çiçeği burnunda genç ve güzel bir bayan öğretmen gelmişti. İlk bakışta, şıklığıyla göz dolduruyordu.
Yeşil zemin üzerine, iri sarı çiçekleri olan, basmadan daracık mini bir elbise giymişti. Basmayı kendine bu denli yakıştıran bir kişi daha görmemiştim.
Elbisenin çiçekleriyle aynı renkte, rugan, oldukça yüksek topuklu ayakkabı, küçük bir gülü andıran sarı küpesiyle uyum içindeydi. Düzgün fiziğiyle, podyuma çıkmış mankenlere benziyordu adeta, yeni öğretmenimiz
Öğretmenimiz, tahtaya yazdığı yazıyı bitirdikten sonra, sıraları dolaşmaya başlamıştı. İkinci masaya geldiğinde, Gülay’ın kulağını çekip;
-Kaç kez söyleyeceğim size, böyle kutuyla mürekkep istemem; herkes hokka alacak demedim mi? Bütün masalar okyanus gibi, masmavi…Döküyorsunuz mürekkepleri. Bir daha hokkasız gelen olursa, dayağı yer haberiniz olsun!
Ben korkudan titremeye başlamıştım, değil hokka, mürekkebim bile yoktu. ‘Ne yapacağım ben şimdi?’ Derken bizim masaya gelmişti öğretmenimiz.
-Zeynep, Remziye, siz neden yazmıyorsunuz?
Ben sadece önüme bakıyordum. Remziye sıkılarak, ‘mürekkebimiz yok öğretmenim.’ diyebildi.
-Bir dahaki derse, mürekkepsiz girerseniz, sizi dışarı atarım haberiniz olsun, hem de hokkayla birlikte alacaksınız tamam mı?
Remziye de, ben de, utana sıkıla ‘tamam öğretmenim alalım.’dedik. Çok sevdiğim Türkçe dersi bugün de boş geçmişti. Akşam eve gidince anneme ;
-Bana mürekkep almazsan bir daha okula gitmeyeceğim!
-Neden kızım? Yazmak için kalemin var, defterin var; mürekkeple yazmayıver sende. Kalemle yaz!
-Öğretmen mürekkep istedi, eğer almazsak zaten bizi o sınıftan atacak. Sınıftan atılacağıma, hiç gitmem daha iyi!
-Hiç olur mu kızım, ben senin okumanı istiyorum. Baban öldükten sonra dört kardeş yetim kaldınız. Ben ancak sizin karnınızı kıt kanaat doyuruyorum. Hokkaydı mürekkepti alamıyorum işte; elimde olsa her şey alırım. Sizin okumanızı çok istiyorum ama nasıl olacak onu da hiç bilmiyorum.’ diyerek çantasından sadece mürekkep parası çıkarıp bana vermişti. Ben hani hokka parası? Der gibi yüzüne bakmıştım. Annem gözünden akan yaşları arkasını dönerek silmişti sadece. Çaresizdim. Bakkaldan mürekkebi aldım sadece. Hokkasız. Ertesi gün, yeni bir Türkçe dersindeydik. Mürekkebimi çıkarıp, sıranın altına koymuştum.
Aklımca öğretmene göstermek istemiyordum, sessizce yazılarımı yazıp bitirmek istiyordum ki Remziye’nin yalvarışlarına dayanamamıştım.
-Zeynep, mürekkebine ben de batırabilir miyim? Ben alamadım.
Remziye’nin yüzüne öğlece bakmıştım. Sarı yüzü utanmaktan kızarmış, endişeli, korkulu, ‘yazamazsam öğretmen beni sınıftan atacak’ diyordu gözleri bana. Kıyamadım, ha o, ha ben, ne farkımız vardı birbirimizden, hepimiz aynı sınıftaydık, hepimiz aynı sıkıntıları yaşıyorduk.
Sıranın altından mürekkebi yavaşça çıkarıp, masanın üzerine koymuştum.
-Sakın dökme emi? Sonra ikimizde yanarız.
Demeden, daha ilk batırmada masanın üzeri okyanus gibi masmavi…
Ben öğlece bakıyordum. Giden mürekkebe mi yanayım, yiyeceğim dayağa mı yanayım bilmiyordum. Şaşkın şaşkın bakarken, yüzümde patlayan tokatla kendime gelmiştim.
-Ben size demedim mi, hokka alacaksınız diye!
Şaşkındım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bu yıl dördüncü sınıfı okuyordum ve öğrenim hayatım boyunca yediğim ilk tokattı, hem de başkasına iyilik yapayım derken… Ağlamaya başlamıştım. Bütün ders boyu ağlamıştım.
Arkadaşlarım:
-Yapma Zeynep; altı üstü bir tokat, bu kadar büyütme, biz her gün yiyoruz, bizler ne yapalım.’ Gibilerden beni teselliye çalışıyorlardı ama ben çok incinmiş çok üzülmüştüm.
‘Artık bu öğretmenle bir daha konuşmayacağım.’ Diye söz vermiştim kendi kendime.
Teneffüs zili çaldığında lavobaya gitmiştim, aynaya baktığımda yüzüm şirinler gibi masmaviydi, ne kadar yıkadımsa çıkmamıştı.
Öylece, mavi suratla ikinci derse girmiştim; ama hâlâ konuşmuyordum öğretmenle, hiçbir derse parmak kaldırmıyordum, kaldırmayacaktım da.
‘Sadece, sınavlarda sınav kağıdını yazıp, vereceğim eline öğretmenin. Bana neden sormadı, kim döktü demedi, doğrudan kimin? Dedi. Neden mürekkep alamıyorsunuz, bir sorununuz mu var? Neredeyse yarı yıl olacak, bu zamana kadar almış olman lazımdı. Demedi.’
Anacığımın ekmek parasından kısıp aldığı mürekkebi, bir başka çocuk döktü diye, dayağı yiyen ben olmuştum. Konuşmayacağım!’
Bir hafta sonra öğretmen :
-Çocuklar, Osmanlı İmparatorluğunun duraklama devrini kim anlatacak? Birkaç parmak havaya kalkmıştı. Ben parmak kaldırmamıştım. Öğretmen bana bakıp:
-Zeynep, sen bilmiyor musun Osmanlı İmparatorluğunun duraklama devrini?
-Biliyorum öğretmenim.
Gözlerinde yalvaran bir ifade vardı, sanki öğretmenimin. “ Ben ettim, sen etme Zeynep, çok pişmanım, oldu bir kere.” Der gibiydi gözleri. O an, affetmiştim öğretmenimi. Zaten ben onu çok seviyordum, kalkmış ve dersimi anlatmıştım.
Emine Uysal /12/08/2009