6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
864
Okunma
Terör örgütlerinin hedefi; toplumda kargaşa yaratarak korku psikolojisini hâkim kılmaktır. Devletin görevi ise ortak irade ve güç birliği ile yapılandırdığı kurumlarını terörün karşısında olacak şekilde mücadeleye sokmak ve illegal her türlü yapılanmayı bertaraf etmektir.
İllegal yapılanmalarla mücadelede devletin başarısını belirleyen en önemli faktör ise kendisini oluşturan ortak iradenin güveni ve psikolojik desteğidir. Zira güven ve psikolojik destekten yoksun hiçbir gücün terörle mücadelede başarıya ulaşması olası değildir.
Terör amaçlı yapılanmaları incelerken hedeflerini de çok yönlü olarak ele almak ve hangi amaçlarla kullanılabileceğini önceden tespit etmek gerekir. Terör örgütlerinin hedefi devlet politikaları gibi istikrarlı seyretmeyeceğinden, zaman içinde uğrayacağı farklılaşma eğilimleri de bir bütün içinde dikkate alınmalı ve gerektiğinde mücadele yöntemleri de hızla değişebilecek kıvraklıkta olmalıdır.
Toplumda kargaşa ve korku terörün öncelikli hedefi!
Hepimizin bildiği üzere ülkemizde belli periyotlarla düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında PKK’nın yanı sıra irticai yapılanmaların da ciddi tehdit oluşturduğu yönünde açıklamalar yapılırdı. Her açıklamanın ardından tehdit unsuru olarak görülen bu tehlikelerle somut mücadelenin başlayacağı yönünde kamuoyu nafile bir beklenti içine sokulurdu.
Ülke bütünlüğünü tehdit eden PKK ile mücadelede ya askeri önlemler sürerken siyasi mücadele eksik bırakılır ya da siyasi ve askeri mücadele birlikte sürerken ekonomik önlemlerde yeterli adımlar atılmazdı. Bu aksaklıklar bizi bu günlere kadar taşıdı.
Sonuç ortada!
Aradan geçen onca zamana rağmen geldiğimiz noktayı özetleyecek olursak;
Teröristlerle canı pahasına mücadele eden insanlarımızın neredeyse tamamı örgüt (Ergenekon) mensubu olarak yargılanmakta!
PKK’nın siyasi kanadı dokunulmazlık zırhı ile Mecliste zaman zaman çizmeyi aşan beyanlarıyla toplumu kutuplaştırmaya yönelik açıklamalarına devam etmekte!
Ordu komutanlarımız teröristlerin bulunması gereken cezaevlerinde yargılanmayı beklerken silahlı kuvvetlerimizin itibarını ayaklar altına alan uygulamalar nedense göz ardı edilmekte!
Vardığımız sonuç etraflıca düşünmeyi gerektirecek kadar vahimdir.
Elbette hukukun kişilerin mevkilerine göre farklı tecelli etmemesi gerekir. Şayet kayıp trilyon davasında olduğu gibi kişiye özel ceza uygulaması gelenekselleştirilirse insanların hukuka karşı güveni sarsılır ve kanunsuzluklar çığ gibi artarak içinden çıkılmaz kaoslara yol açabilir.
Yargılama yapılırken kurumların hırpalanmasına yol açacak uygulamalardan da özellikle kaçınılmalıdır. Neredeyse ömrünün tamamına yakınını ülke hizmetine vakfetmiş komutanlarımızı ya da devletin herhangi bir kurumunda üst düzey görevler üstlenmiş değerlerimizi, sabaha karşı evlerinden alıp başlarından bastırılarak araçlara bindirip götürmek bu bakımdan hoş görüntüler sergilememektedir.
Çok gerekiyorsa yurtdışına çıkma olasılıkları göz önüne alınarak tedbir konulabilir ve zamanı geldiğinde ifadelerine başvurulmak üzere davet edilebilirler. Delillerin ışığında herkese uygulanan yaptırımlar, önlemler alınabilir.
Ergenekon davasında henüz iddianame dahi hazırlanmamışken nasıl olur da birçok detay bazı yayın organlarının eline geçer!
Bu durumun hukuki boyutu yok mudur?
Söz konusu medya grupları mı hedef tayin etmekteler yoksa yasal olmayan bilgi sızdırma eyleminin bizim bilmediğimiz bir amacı mı var?
Bu amaç özellikle silahlı kuvvetlerimizin kamuoyu nezdinde itibar kaybetmesine yönelik sinsi girişimler olarak mı görülmelidir?
Gözaltına alınan zanlılar hakkında henüz kesinleşmiş bir hüküm bulunmazken kamuoyuna adeta suçu sabit diye sunulan insanların kişilik haklarının bir değeri bulunmamakta mıdır?
Kısa bir süre önce yaklaşık on bir ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan birinin feryadını duyunca benzer şeyin kendi başıma gelmesi halinde neler hissedebileceğimi düşünmeden edemedim.
Böyle bir durumda ben ve yaşamak zorunda bırakıldığım haksızlığı gören diğer insanlar hukuk, hak, adalet denilince ne düşünürlerdi acaba!
Bir ömürden çalınan onca zamanın hesabını kim ve nasıl ödeyebilir ki!
Sadece şüphe üzerine insanların kişilik haklarının ihlali ne kadar hukukidir?
Başörtüsü tartışmalarının gırla gittiği yakın geçmişte her lafın başında zulümden bahsedildiğini neredeyse herkes anımsayacaktır.
Her nedense şimdilerde zulüm kelimesi pek kullanılmamakta!
Acaba bu kelimenin kullanılması halinde en doğru yerini kendiliğinden bulmasından mı korkulmakta!
Zulüm kelimesi başörtüsü tartışmaları sırasında sıkça kullanıldığı konu üzerinde pek iğreti duruyordu ama zoraki konuya yapıştırılmak isteniyordu.
Zulüm kelimesi tüm itirazına rağmen ısrarla monte edilmeye çalışılıyordu.
Her kullanıldığında, sanki “siz beni Çorum’da, Kahramanmaraş’ta katledilen yüzlerce insanın yakınlarına söyleyebileceğiniz cümlelerin arasına sıkıştırın”
Ya da; “beni Madımak’ta Tekbir nidaları arasında diri diri yakılan insanları anacağınız her bir cümleye mutlaka yerleştirin” der gibiydi.
Tabi samimi inanan insanların sessiz yürek sızıları ve mide krampları da zulüm kelimesinin itirazsız oturabileceği yer olarak düşünülebilir.
Yanlış ekonomik politikalar nedeniyle açlıkla baş başa bırakılan milletimizin durumu da zulüm kelimesinin ille de yer almak istediği konular arasındadır herhalde.
İnsanların farklılık gösteren dünya görüşlerinden vazgeçtik. Hiç olmazsa kelimeleri özgür bıraksalar!
MGK’da irtica çoğu zaman birinci tehdit olarak açıklanmasına rağmen her hangi bir mücadele başlatılmamıştır demiştik.
Neden?
Oysa devlet tehlike olarak algıladığı her türlü oluşum ile derhal mücadeleye girişmeli ve bertaraf etmek için gereken her şey eksiksiz yapılmalıdır. Öyle değil mi?
Yapılmadı.
Geçmiş ola.
Mücadele edilmeyen ve neredeyse prim dahi verilen oluşumlar zaman gelir devlet ile mücadele edebilecek güce erişir diye kimse kaygı da duymadı anlaşılan. Nitekim yaşananlar sokaktaki insan tarafından bu şekilde algılanmaktadır.
Belki de bütün bu tespitler yanlıştır. Kim bilir!
İyi ama insanlarımızın en azından bir kısmı neden bu endişeyi taşımakta?
Fetullah Gülen’in internet ortamında hala dolaşmakta olan konuşmasında söylediği gibi “devletin kan damarlarına sızma” eylemi kısmen gerçekleşmiş midir ki insanlarımız böylesi bir endişe taşımaktalar?
Fetullah Gülen ve rejim değişikliği öylesine iç içe girmiş paralel iki olgu haline getirildi ki şaşırmamak elde değil.
Buna bir de Fetullah Gülenin avukatının açıklamaları eklenince şüpheler daha da belirginleşti.
Hakkında yazılan bir takım yazılar üzerine Gülen’in avukatı bir açıklama yaptı ve söz konusu yazıları kastederek;
"Bu karanlık güçler Sayın Gülen’in düşüncelerini ve faaliyetlerini kendi şer planları önünde en büyük engel olarak görüyor." dedi.
Bu enteresan açıklama dil sürçmesi ile mi yoksa bilinçli mi yapıldı tam olarak kestiremedim!
Fetullah Gülen Türkiye’de ne tür bir misyon üstlenmiştir ki şer odakları önlerinde en büyük engel olarak kendisini görmektedirler?
Oysa bildiğimiz kadarıyla kendisi sağlık sorunları nedeniyle ABD’de kalmakta ve ideolojik her hangi bir faaliyeti bir amacı bulunmamakta!
Yoksa yanılıyor muyuz?
Cumhuriyetimiz kendi kendini tasfiye etme sürecine girdi de biz mi göremiyoruz?
Her iki kuşkuya da ihtimal vermiyorum!
Ama yine de insanlarımızın neler olup bittiğini takip etmesi gerektiğine inanıyorum. Küçük bir ihtimal de olsa akıbetimiz Hitler Almanya’sı ya da Humeyni İran’ına benzeyebilir.
Hitler’in marifetleri tarih kitaplarında yeterince anlatılmakta ama İran devrimi ve sonuçları hala yeterince insanlarımıza anlatılmamaktadır.
Humeyni’yi başta üniversite gençliği olmak üzere bütün İran halkı adeta kurtarıcı gibi karşılamıştı. Çok geçmeden gerçek yüzünü gösteren yeni yönetim öncelikle bilim adamlarını, yazarlar, şairler ve generalleri hedef almıştı. Tabi üniversite öğrencileri de fazlasıyla nasiplenmişti bu kıyımdan. Ülkenin dört bir yanı bir anda darağacı tarlasına dönüvermişti. Cezaevleri dolup taşmış, ülkenin başına adeta binlerce atom bombası düşmüşçesine tahribat meydana gelmişti.
Sonrası herkesçe malum!
Şimdilerde yavaş yavaş yumuşama eğiliminde olsalar da yaşanan acıların izi asırlar boyu silineceğe benzemiyor.
İyi ama bunu neden anlatma ihtiyacı duydum? Oysa yazımın başında rejim değişikliğinden ya da diktatörlükten bahsetmemiştim.
Terör ve terörün hedeflerinden bahsetmiştim!
Amacının toplum üzerinde kargaşa ve korku psikolojisi yaratmak olduğundan dem vurmuştum.
Ülkemiz açısından en bilinen terör PKK terörü ki onunla mücadelede otomatiğe bağlanılmış ve neredeyse gündemden düşürmüş durumdayız.
Şimdilerde bütün herkesi korkutan bir başka husus var.
Ergenekon
“Acaba ben de dinleniyor muyum” veya “Her hangi bir sabah ansızın beni de evden alırlar mı” korkusu herkesin benliğine işlemiş durumda.
Herkes sus pus!
Toplum üzerinde büyük bir korku hüküm sürmekte!
Yapılabilen tek yorum; “Vay be ne örgütmüş!” olabiliyor. Ya da endişeyle gelişmeler izleniyor ve insanlar birbirlerine şüphe ile bakıyor.
İşte bu korkuyu devletin bir an önce ortadan kaldırması gerekiyor. Halka tatmin edici açıklamalar bir an önce yapılmalı ve korkular giderilmeli. Aksi halde mevcut durum terör örgütlerinin amacına hizmet edecek ve toplumdaki korku illeti daha da derinleşecektir.
Unutulmamalıdır ki terörün öncelikli hedefi toplumda kargaşa ve korku yaratmaktır!