4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1304
Okunma
I-
Gece, tüm yıldızlarıyla beraber gelmişti. Görkemli konser salonunun yanıp sönen ışıklarına, önünde asılı büyük bez afişteki yazıya imrenerek baktı. Bir hafta boyunca okula yürüyerek gidip gelmesine mâl olan bileti yüklü bir hazineymişçesine cebinden çıkardı. Son model arabalardan inen, pahalı ve gösterişli giysileriyle yanından süzülerek geçen kadınlı erkekli gruplara baktı. Ucuz kazağının yakasını düzeltip omuzlarını dikleştirdi. Mağrur, kararlı bir tavırla giriş kapısına yürüdü. Güvenlik bölümünden lobiye geçmesi, şüpheli biri gibi üzerinin didik didik aranması uzun zaman almış, arkasındakiler sabırsız, ekşi suratlarıyla homurdanarak beklemişlerdi. Konserin başlamasına daha yarım saat vardı. Virtüözün hayatının yazılı olduğu panonun önüne geldi. Ezbere bilmesine rağmen ilk kez okuyormuş gibi yazıyı yeniden okudu. Ülkenin en büyük keman virtüözünün mezun olduğu okulda okuyor olmam, beni de onun gibi yapmaz elbette ama neden olmasın, diye içinden bir kez daha geçirdi.
Hayalleri lobideki uğultuda boğuldu. Gürültüye dönerek konseri bekleyenleri hülyalı gözleriyle taradı. Az ötesinde, moda dergilerinin kapağından fırlamış gibi görünen bir grup kadın ağız ağıza vermiş konuşuyorlardı; “Kadın hem dul hem de ona göre çok yaşlı, oysa kendisi öyle yakışıklı ki nefesi kesiliyor insanın” dedi biri. Diğeri saçlarını geriye doğru atıp kırmızı rujlu dudaklarını öne uzata uzata “Vallahi, büyü yaptırmış diyorlar şekerim,” dedi “adam mecnun gibiymiş, gözü kimseyi görmüyormuş”
Sürekli gerdirmekten hiçbir mimik çizgisi kalmamış kadın, yorumsuz ifadesiyle “E bulmuş tabii hem ilah gibi yakışıklı, hem zengin, hem genç, hem de meşhur adamı, peşini bırakır mı? O bunak kocasını boşayıp ona kaçmış.”
Konser bir an önce başlasa da şu gürültü kesilse diye sabırsızlıkla beklerken, vücudunu deri gibi saran bembeyaz kostümüyle deniz yeşili gözlü, dalgalı bakışlı, şuh yürüyüşlü bir kadın, kapıdan köpük gibi süzülüp içeri girince, lobi sanki konser başlamış gibi sessizliğe durdu. Kadının, sislerin arasından sızan zarif, bin bir renkli bir ışık huzmesi gibi nefesleri keserek konser salonuna geçmesiyle sessizlik yerini daha da derin bir gürültüye bıraktı…
Sahne ışıkları yanıp konser başladığında sanatçının yüreği adetâ aşkın ayaklarına kapanmıştı. Gecenin yalnızlığında kaldığı öğrenci yurduna yürürken salonu saran efsunlu hava hâlâ ona eşlik ediyordu. Bulutlar dayanamayıp gözyaşlarını koyuvermişlerdi. Damlaların ve yıldızların hüzünlü sesinden başka biricik ses, bestekârın son bestesinin tınısıydı. Sözler, ilahi bir emir gibi dudaklarından döküldü…
“Beni aşkınla harâb et diye vermiş bana can
saadetmiş bana derdinle perîşan yaşamak”
II-
Bir an önce evine ulaşma isteğindeydi. Öğrencilerin sınav günlerindeki heyecanı, bir külçe gibi yorgun düşürüyordu. Otobüs büyük konser salonunun önünden geçerken hasretli bir merak gelip geçti. Zaman, yüksek dağlardan kopup gelen çığlar gibi kayıp gitmişti. Öykündüğü üzere sanatçı olamamıştı ama sanatçı yetiştiriyor olmakla da mutluydu. Otobüsten indiğinde gök yarılmışçasına yağmur yağıyordu. Keman kutusunu ceketinin içine sakladı. Elindeki kitapları başına koyarak son hızla metronun merdivenlerine yöneldi. İçeri girdiğinde kitapların onu kurtarmaya yetmediği paçalarından akan sudan anlaşılıyordu. Üstünü başını silkeledi, peronlara inen merdivenlerde dişleri takırdıyordu. Aşağıdan yükselen şahane ezgi, ruhunu esir aldı. İçine bir sıcaklık yayılmıştı şimdi. Sese doğru yöneldiği anda hızla gelen trenin gürültüsü sesi örtmüştü. Az önce hemen evine gitmek isterken bu kez de trenin çabuk gelmesine öfkelenmişti. İnsanlar depremden kaçan bir geyik sürüsü gibi trene doluştu.
Süveteri baklava renkli, soluk desenliydi, eprimiş parkasını yere sermişti. Hayli olgun yaşta olduğu yüzündeki derin çizgilerden, uzamış, kırlaşmış saçıyla sakalından belliydi. Trenin geliş ve gidişini duymamış gibi çalmaya devam ediyordu. Koskoca salonda ikisinden başkası kalmamıştı. Gürültü etmemek için parmaklarının ucuna basarak yanına yaklaştı. Cebindeki son parayı çıkarıp parkanın üstüne koydu, pantolonunun ıslaklığına aldırmadan yere bağdaş kurup oturdu. Bu aşina yüz, bu ezgi, onu yıllar öncesinde olduğu gibi büyülemişti. Adam, gözleri kapalı çalmaya devam ediyor, elleri tellerin üstünde yaralı bir çift güvercin gibi çırpınıyordu. O ilahi emir, güvercinlerin çığlığına eşlik etmesini sağladı;
“ömrüm deli kuşlar gibi çırpındı elinde
gelmesen de bir haber et son demimde sevgili
yağmur ve heveskâr sarı rüzgarla telinde
Bu keman hep hazırdı her matemimde sevgili”
III-
Geminin güvertesinde deniz kuşlarını izlerken bir sarı rüzgâr matemini okşuyordu. Bulutlar alnına derin bir yalnızlığın serinliğini bırakıp geçmişlerdi. Kalbinin tam üstündeki sıcaklığı yokladı. Son arzuyu yerine getirecek olsa da ayrılık çok zor gelecekti. Onu bulduğu gün, elinden tutup evine getirmiş, o günden sonra yanından ayırmamıştı. Karanlık ve soğuk hânesini aydınlatan o koca mumun her gün bir parça daha tükenmesini izlemek acı verse de onunla beraber ışıdığını da biliyordu.
Koltuğunun altında sıkı sıkı sarıldığı sağı solu yıpranmış kutuyu, sırçaymış gibi kasaranın üstüne koyup açtı. İmbat, çileli bir geçmişi yüzüne vuruyordu. Kemanı yavaşça eline alıp tellerini bir sevgilinin saçlarını okşar gibi okşadı. Yayı kutudan çıkardı, omzuna dayadığı kemanın telleriyle buluşturdu. Keman babasını yitirmiş bir çocuk gibi inledi. Gözyaşları kalbinin üstüne dökülürken, son arzunun bestesini deniz kuşlarıyla paylaştı. Kalbinin üstündeki cepten küçük kutuyu çıkardı. Kutsal emaneti dudaklarına götürürken birkaç damla gözyaşı imbata karıştı. Kapağını açıp içindeki bir avuç külü imbatın nefesine bırakarak denizin yeşil gözlerine kavuşmasını izledi. Bir elinde keman, bir elinde yay, gözünde yaşlar… Kuşlar, besteyi dillendirdiler…
“aşkla doğdu aşkla yandı aşkla her gün soldu can
bir hayalden aşkla aktı an be an bu çağlayan
imbatın hür kollarında bir avuç kül oldu can
şimdi bir dost, bir kırık yay var peşinden ağlayan”
Filiz BEDÜK
(BH Sanat Dergisi/2007)